|
|
"O'yu BU YAPMAK"Kategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 01 Ekim 2012 22:42:31 Yaşam eğimli bir yüzeyde mekan tutmaya benzer. Bu eğimli yüzeyde sabit bir noktada durmak mümkün olmaz; insan ya aşağı yuvarlanmak, ya da yukarı tırmanmak zorundadır. Aşağısı; içgüdülerimiz, doğal arzularımız, alışkanlıklarımız vb. güçlerin çekim alanıdır. Bunlar kendiliğinden devinirler. İnsanın bu yönde hareketlenmesi için emek sarf etmesine gerek yoktur; özel bir yetenek, zeka keskinliği gibi şeylerde gerekmez. Çünkü bu güçler bizde verili olarak bulunurlar ve günlük yaşamın sıradanlığı içinde bilincimizin gözeneklerinden içimize sızıverirler.
Böylece davranışlarımızı şekillendirip, kaygılarımızın yönünü belirlerler. Bu durum biz insanların bir trajedisidir: Bize rağmen bizim içimizde kendi gücü, kendi yönelimi ve kendi talepleri olan güdüler aklımızı çelip kendi hizmetine koşmaya zorlar. Çıkarlarımız, arzularımız, beklentilerimiz doğal halleri ile bizi uyarırlar ve bu yolla kendi isteklerinin karşılanması için bilincimize hükmederler. Aynı durum bütün insanlarda vardır ve bu bir çatışma doğurur. Amaç, çıkar ve beklentilerin yönü farklıdır, hatta çoğunlukla birbirine karşıttır. Bu karşıtlık bireysel ve toplumsal yaşamımızın dinamosu gibi işlev görür. Şiddet, öfke ve zulümlerde; adalet, anlayış ve ötekini kendin gibi bir varlık olarak görme düşüncesi de buradan doğar. Nefsani arzuların hoyratlığı, yıkıcılığı, gasp edici gücü içimizde bütün ağırlığı ile kıvranıp dururken bilincimizi bulandırır. Öte yandan aynı güçler hak bilincinin canlanmasına, ötekinin öneminin anlaşılmasına; ayrıca kendimizin Kim ve Ne olduğumuza dair sorgulamanın da koşullarıdırlar. Kim ve Ne soruları birbirinden ayrı iki yanımız değil; Kim olduğumuz aidiyetlerimizi söyler, temel olarak tarihseldir; Ne olduğumuz ise bu Kimliğin içeriğini bildirir. Ancak ne “Kim”liğimiz ne de “Ne” olduğumuz bitmiş, donuklaşmış durağan bir durum değil; tersine sürekli kendini aşmaya yetenekli bir süreçtir. İnsanın trajik yanı burada da kendini gösterir. Güvende olmak ve hangi güvenlik çemberinde isek (Kim’lik) bu çemberin dışına çıkmaya itilmek, aynı zamanda bu çemberi kırmaya yetenekli olmak (Ne’liğimizi üretmek). İtiliriz çünkü bilincimiz var; dışımızdaki her şeyi kendimize nesne edinebilir, olanakları koşullara çevirip var olan durumu tasarılarımıza göre değiştirebiliriz. Her şeyin dışında olduğumuzu ve her şeye düşüncemizi yönlendirebiliyor olmamız bizi hep bulunduğumuz halin dışına, sınırlarımızın ötesine geçmeye zorlar. Bu nokta tanrısallığımızın tecelli ettiği dirimsel sınırımızdır. Eğimli ve kaygan zeminde aşağıya yuvarlanmaya dönük doğallığımızla, yükseklere erişmeye yetenekli ruhsallığımızın çatışkılı birliği. Birincisi kendiliğinden harekete geçer; ikincisi, iradeye bağlı bilinçli bir çaba ister. Bu ikinci yanın harekete geçmesi sadece bize bağlıdır. İçinde bulunduğumuz sınırları aşma dürtüsü insanı bilinmezliğe yöneltir ve bu durum bir korku yaratır; –güvenlik riski-. İçimizdeki insan olma potansiyeli taşmak, sınırlarını yıkmak isterken, maddi varlığımızdan kaynaklanan arzu ve beklentiler bizi sınırlar, harekete geçmenin önünde engeller oluşturur. “İnsan bedende yaşar ruhta düşünür.” Bu durum pek çok huzursuzluğun ve içsel sıkıntının kaynağıdır. Çünkü insan ne tek başına Bedende kalabilir, ne de Ruh’ta, bu ikisi aynı varlığın iki yüzü gibidir. Hangi yaşam biçimi, maddi etkinlikler, alışkanlıklar, inanç vb. içinde olursak olalım bunun bilincimizde ve duygularımızda bir yansımasıyla karşılaşırız. Kadim bir söz vardır: “her fiil içerde bir eser bırakır.” Peki bunun anlamı nedir? Sadece bir duyumsama, anı, acı, mutluluk, … vb. şeyleri deneyimlemiş olmaktan ibaret değil, kaçınılmaz olarak bir sorgulama da yapılır. Her insan kendince her etkinliğinden ve eyleminden bir takım düşünsel sonuçlar çıkarır, çünkü bu bilincin doğasında vardır. Önemli olan bu “sorgulama” ya da “sonuç çıkarma” sürecinde hangi yanımızın temel alındığı ve hangi ereğe yöneldiğimizdir. Sıradan, kendiliğinden harekete geçen doğal arzu ve isteklerimizin mi, yoksa bunları da kapsayacak şekilde tinsel değerlere bağlı, hakkı gözeten özgür irademizle belirlediğimiz ilkelerin mi temel alınıp alınmadığı önemlidir. İşte burası insanın yukarıda sözü edilen “trajik durum”dan nasıl çıkacağının ya da parçalı bir iç dünya ile yaşayacağının belirlendiği noktadır. Bir bedenle sınırlı olmakla, sonsuza açılan bir bilinç yetisine sahip olmanın yarattığı çatışkının birliğe getirileceği bütünlüğe sıçrama anı. Seçim bireyin kendisine aittir. Yaşam bu anlamda son derece belirgin akıyor, şunu söylemek istiyorum; Hangi yolu yürüyorsak, hangi yöntemi işletiyorsak ve hangi hedefe yönelmişsek bunun karşılığını içimizde birebir görmek mümkün. Aslında yapıp etmelerimizde şimdilik soyut söylemekle beraber “doğru” ve “iyi”mi yoksa “yanlış” ve “kötü”mü yaptığımızın belirtisi içimizden bize verilir: Eğer içte bir ferahlık, huzur ve sevinç varsa “iyi”; gerginlik, sıkıntı ve tedirginlik varsa “kötü” yoldayız demektir. Yaşamın kendisi hayvan ve bitkiler için yiyip-içmek ve ürümek olabilir, ama biz insanlar için bunlar yeterli değil; bu etkinlikler sonucunda içimizde duyumsadıklarımızdır. Bilgeliğin peygamberi Süleyman’ın kendine yönelik derin sorgulamaları sonucunda yaşamın anlamına dair şu özlü kelamı sarsılmaz bir güce sahip: “… güneş altında harcadığı emekten zevk almak.” Asıl olan emek harcamak değil zevk almaktır. *** İnsan şımarmaya açık bir varlıktır. Şımarıklık, bireyin kendisine sunulana karşı saygısızlığıdır, yaşamına hizmet eden şeylerin değerini küçümsemesidir, sahip oldukları üzerinden öteki insanlara karşı düşüncesiz hoyrat davranmasıdır. Bu olgu, Ego’nun (Ben) hallerindendir. Ego (Ben) özü itibariyle kendini özel ve ayrıksı görme zannıdır ve işlev olarak insanın yaşamı için bir zehirdir. Zehirdir, çünkü onun gücüyle hiçbir ilişki sağlıklı olamaz. Bunun zeminini kendi içimizde barındırırız. İnsan ego sahibi olmadan evrensel ego durumuna geçemez. Her tekil Ben aslında evrensel Ben değerlerinin bir suret kazanmasıdır. İnsan kendisiyle kendi dışındaki dünyanın ayrımının farkına vardığı anda bir tuzakla karşı karşıyadır. Kendisini her şeyin üzerinde görmek gibi bir aldatmacanın içine girmeye aday demektir. Düşüncemizi dışımızdaki her şeye yöneltebiliriz, başka bir deyişle her şeyi bilincimize konu edebiliriz. Kendimize nesne edindiğimiz her şey üzerinde irade kullanıp onu amacımıza uygun hale getirebiliriz. Bu yetiye sahip olmaklığımız kendimizi özel-ayrıksı görmenin kaygan zeminine düşmemizin nesnel temelini oluşturur. Yetilerimizi harekete geçirerek, tasarılarımızı oluşturup gerçekleştirmemiz ise bu zannı kuvvetlendirir. Böylece aldatmacanın öznel ayağı da oluşup yere basar. Algılarımız, anılarımız, tasarılarımız; gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz her şey bize bizi bildirir; başka bir ifadeyle bize bizi hatırlatır. Hatırlayan biziz, ve bizi bize hatırlatan uyaranlardan kendimizi ayırırız. Böylece aktif, egemen ve irade sahibi olarak dikkatimiz kendi üzerimize yoğunlaşır. Her şeyin kendimizde olup bittiği yanılgısına düşeriz. Evet, insanın kendini hatırlaması gerekir, bu yolun yarısıdır; kendisini hatırlamayan kendini inşa edemez. Hatırlamak ilk yarı, kendini inşa ise sonsuza giden ikinci yarıdır. Her ne biliyorsak, hangi yetiye sahipsek ve hangi edimde bulunursak bulunalım bunların araçlarını ve olanaklarını biz kazanmadık; bize verildi, deyim yerindeyse hibe edildi. Verene ister Doğa densin, ister Allah densin, ya da ne denirse densin bu, gerçeği değiştirmez. İnsan bunun bilincinde olunca; varoluş karşısında saygıyla boyun eğer; eşya ve nesneye karşı sevgiyle dolar, insanların her haline karşı bir anlayış geliştirir. “Parçalı bilinç mutsuz bilinçtir”, daha da ötesi, tedirgin, güvensiz, öfkeli ve doyumsuzdur. Gerek varlığımız, gerekse etkinliklerimiz tüm evrenin desteği olamadan ayakta kalamaz. Aslında evrende her şey her şeye destektir. Her şey bütünün hem bir parçası hem de tamamlayıcısıdır. İnsan dışında hiçbir varlık bu konuda hoyratlık yapamaz. İrade sahibi olmak bize bu “ayrıcalığı”da veriyor. Yaratıcı yetilerle donanımlı olmak, hayaller kurup peşinde koşmak, tasarılar oluşturup bunu gerçekleştirmek biz insanları şımartır. İşte Ego zehrinin benliğimize ilk sirayeti buradan başlar; kendi gözünde kendini ilahlaştırır. Yaptığımız ve iyi olduğunu düşündüğümüz her şey başkasını kınamanın ve yargılamanın dayanağı olur. “Gerçek şu ki; insan ilim ve malda zengin olduğunu görmesiyle azar…” (El-Alak/6) Kendimiz hakkında büyüklenmeci yanılsamanın ilki budur; Beden, akıl, yetiler ve olanakların bize hibe biçiminde verildiğini unutmak. Kendimizi herhangi bir şeyle özdeşleştirmek, bu daha çok sahiplenme duygusu biçiminde kendini gösterir, büyüklenmeci yanılgının ikinci ayağını oluşturur. Bir şeye ne kadar yoğun sahiplenme duygusu ile yapışırsak sahip olduklarımız tarafından o ölçüde ele geçirilmiş oluruz. Böylece eleştiriye kapalı, farklı durumlara tahammülsüz hale geliriz. Bu, Ego’nun kendini koruma altına almasıdır. Anlamak insanı özgürleştirir, feraha erdirir. Anlamak derken sağdan-soldan devşirme bilgilerle zihnimizi tıkış tıkış etmeyi değil, gerçeğe kavuşmayı kastediyorum. Gerçek olan deneyimdir, başa gelendir; bunun bilinç süzgecinden geçirilip varlığımızın parçası, ahlakımızın mayası, eylemlerimizin ruhu olması hakikatin suret kazanmasıdır. Suret kazanmış hakikat ise Değerdir. Beşerlikten (şer dolu) İnsan olmaya sonsuz yolculuk, değer taşlarıyla örülür. Yaşam değerlerle bezenmiş zevkli ve mutlu seyahatte olabilir; değersiz yüklerin altında düşü kalka nereye niçin yöneldiği belli olmayan bir gezinti de…Her şey ortada, her şey her şeye destek; insan insana muhtaç; iyi ki böyle!
YorumlarHulisi Akkanat
{ 09 Ekim 2012 11:07:14 }
Örtük belirsizlikten('O'), Açık-Seçik belirlemeye ('Bu') açımlanan değerlendirmeniz bana Kur'an'ın Şems suresi, 7.,8. 9.ve 10.ayetlerini anımsattı.Şöyle ki: 7.ayet "Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene'," 8.ayet "Sonra ona fücurunu ( sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilhâm edene ( andolsun)." 9.ayet,"O'nu arındırıp-temizleyen gerçekten felah(kurtuluş) bulmuştur."10.ayet,"O'nu (isyanla, günahla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır."
Diğer Sayfalar: 1. Kur'an da ve yazınızda da belirtildiği gibi sıradan insanın (farkındalıksız), yaşamın anlamına erişmek ve doygunluğa ulaşmak için çabalarken alışılagelen düşünme biçimlerini ve algılamayı kullanma eğiliminde olmasından dolayı şaşkınlık ya da "uyku" halinde olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, farkındalıksız insanın gerçeklik deneyimi sınırlıdır ve tehlikeli bir sınırlılıktır bu, çünkü sınırlılığın da farkında değildir. Sufiler, gnostikler, insanın gizli algısal kapasitesinin uyanmasının ('çerağı uyandırmak,harlandırmak') insanın mutluluğu için hayati olduğu kadar, varoluşunun bu aşamasındaki başlıca hedef; -insanın tekamül etme ödevi- olduğunu öne sürerler. Yerine getirmemiz gereken bir görevimiz var. Başka ne yaparsanız, ne kadar çok şey yaparsanız yapın, isterseniz zamanınızın hepsini doldurun, bu görevi yapmadıkça, tüm ömrünüz boşa geçmiş demektir.Sufilere göre yalnızca algısal gelişmenin getirdiği bilgi ile insanoğlu, insan hayatının manasını deneyimleyebilir, hem bireysel yaşamındaki belli başlı olay ve olguları ve de tüm insanlığın yazgısını anlamlandırabilir. "- Çok susayan Nasrettin Hoca yol kenarında ağzı tahta tıpayla tıkanmış bir çeşme görünce pek sevinir. Ağzını açıp tıpayı çeker. Su öyle yazyikle fışkırır ki, Hoca düşer. Gürler Hoca : "Seni bu yüzden tıkamışlar işte. Ve hâlâ akıllanmamışsın." Dostum bizim de hâlimiz Hoca'nın tasvirine benziyor...
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|