|
|
DENİZDEN DAMLALAR; "EMİNE HATUN"Kategori: Kültür/Sanat | 1 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 22 Eylül 2012 11:34:55 Her şey kendi halince kendini ifade eder. Aslında her ifade bütünün kendini bir biçim altında tekil bir şeymiş gibi ortaya koymasıdır. Biz "insanlar" her ne yaparsak yapalım bunu bir biçimde dile getirmekten uzak kalamayız. Bu dile getiriş sadece sözlü olmak zorunda değil; hal ile, dil ile, yazı ile, ... vd. olabilir.
Dile getirilen bir deneyim, içsel bir taşma, bir gözlem başka insanların içinde saklı olan bir yeteneğe, arayışa, özleme veya kendini açığa çıkarma isteğine dokunduğunda evrenselleşir; hakikate dair bir gizemi yaşanır hale getirir, coşkusunu ve yaratıcı akışkanlığını herkese ulaştırır. Sanat bizim varoluşumuzun özsel yanlarından birisidir, sanatsal ifade ise varlığımızın bütün yönlerini duyularımızın önüne getirme yolu olarak kendimizi kendimize sunma yolculuğudur. Sanatsal ifade biçimleri ne olursa olsun içimizde bir canlanma, kendimize yönelik bir düşünce uyandırıyorsa bizim için etkili olmuş demektir, ama bu o sanat eserinin sanat eseri olarak yetkinliğinin tek başına bir ölçüsü olamaz. Sevgili Deniz’in yeni öykü kitabı “Emine Hatun”u okuyunca, genel olarak öykü ve romanların sıkıntı veren ya da canlı kılan yanlarına dair düşünmekten insan kendini alamıyor. (Kendi adıma). Deniz’in romanı “Işıltılı Venüs’ü de okumuştum, birkaç yıl önceydi; hatırlıyorum. Kitabı bir kez elime aldım ve öylece bitti. Özellikle son senelerde roman ve öykü kitaplarını kolay okuyamıyorum. Bunun pek çok nedenleri var, ama en önemlisi laf kalabalığı, içerikle ilgili olmayan söylemler, yapay süslemeler, eser sahibinin kendini öne çıkarması gibi külfetlerin verdiği yorgunluk. “Emine Hatun” da yer alan her öykü için bir değerlendirme yapılabilir, ama yeri burası değil. İlk elden insanın dikkatini çeken özellikler var: Nesnellik: Ele alınan öyküsel konu içinde bu kadar yargısız, samimi, tarafsız; buna karşılık merhamet, sevecenlik ve içtenlik dolu bir anlatım çok hoş. İnsan kendini kasmıyor, bir yargıda bulunmak durumunda hissetmiyor. Anlatılan olumsuz kişilikler, hoyratlıklar, yoksulluklar ve acılar içinde bile insan öfkeye kapılamıyor; “işte hayat böylesine akıyor, bu kadar açık ve sade; acı tatlı yönleriyle içinden akıp gittiğimiz bir süreç, her haliyle bize sunulan bir armağan” dedirten bir ferahlık var. Dildeki canlılık; her sözcükte bir sahicilik, yaşam yoğunluğu var. Etkili olmak için herhangi bir abartı, yapay süslüme yok. Anlatım öylesine ekonomik ki, geri kalan kısmı tamamlamak istercesine insan kendini anlatımın içine katmak istiyor. Zaman zaman sanki şiir okuyormuş gibi bir his uyanıyor insanın içinde. Varoluşun kendisi, bununla birlikte bizim içimizde de aslında şiirseldir. Bu şiirselliği bozan bizleriz; hırslarımız, bencilliklerimiz, ayrıksı olma heveslerimiz. Bunu şunun için söylüyorum; kendimizi doğallığın akışına karşıt olarak konumlandırmazsak zaten şiirsel düşünür, şiirsel yaşar, şiirsel ifade de bulunuruz. Şiirsel derken duyarlılığı, armonik hali, her şeyin kendi yerinde bir hak olduğunu anlamayı ve buna saygılı olmayı kastediyorum. Günlük yaşamda da hepimizin başına geldiği olmuştur; bazen öylesine içimiz dolar ki, bu bizden taşar ve bizi bile şaşkına çeviren güçte ortaya dökülür. Onun için denir ki sanatçı aslında bir araçtır; tinsel hakikat kendini sanatçı üzerinden gerçekleştirir, sanatçı sadece canlandırıcı ve gözler önüne getirici bir geçittir. “Emine Hatun” u okuyunca bu belirlemenin ne anlama geldiği bir daha bilincimde yankılandı. Elbette bazı öyküler malzemesini dışarıdan alır; yazar bu malzemeyi yoğurur, kendi duygularının, iç dünyasının ateşiyle onu pişirir, hayal gücüyle biçimlendirip önümüze koyar. Burada elbette zihinsel süreçler daha ağırlıkla kenedini gösterir, ama bazı hallerimiz vardır ki bu sadece bizdedir ve bizden taşar. İşte bu hallerin ifadesi ve etkisi bir başka oluyor. Burada eseri ortaya koyanın kendisi nerdeyse yok gibidir, o sadece bir araçtır, dile getirilen hakikat dile getireni ele geçirmiş ve onun aracılığı ile canlanıp suret bulmuştur. “Emine Hatun”da tamda bu nitelikte bir öykü var: “O Yaz” Tekrar tekrar okunacak bir öykü; akışıyla, içeriğiyle, yoğunluğuyla, yaşanmışlığıyla son derece sahici, etkili ve duygusal olarak yoğun. İnsan neye sahip olursa olsun, donanımı hangi yoğunlukta olursa olsun sonuç olarak gelip birbirine dokunmak, yani bir biçimde ilişkide ve iletişimde bulunmak zorundadır. Aslında yaşamın odaklandığı nokta burasıdır. Hesapsız-kitapsız, beklentisiz, yargısız ortamlar yaratarak kendimizi ötekinde görmek, ötekinde var olmak ve ötekinin aynı deneyimi yaşayabileceği “mahal” olabilmek. Bunu sağlamanın yetisi bizde hazır olarak var, ama işlev kazanması bizim çabamıza bağlı. Çabamızın hedefi, araçları ve yöntemleri iletişimimizin niteliğini ve etki alanının belirler. İşte yine gelip kendimizi şu kavşakta buluyoruz: Hedefi neye göre belirleyeceğiz, hangi araçları seçeceğiz, yöntemi nasıl oluşturacağız; kısaca sorumluluk bizde. Ozanın dilinden ifade edildiği gibi: “dert bende derman sendedir” Aslında burada “Sendedir” olanda bendedir demektir. Sende olanı almaya hazır, istekli ve gayretli değilsem nasıl olacak. “Emine Hatun”u yazan bu yetkin emekten daha pek çok eser çıkabilir. Tutku, emek, sabır ve sağa sola dağılmayan yoğunlaştırılmış bir enerjiyle sarf edilen çaba her daim kendi sınırlarını aşarak yükselir. Beraberinde dokunduğu duyguları ve bilinçleri de yükseltir.
YorumlarHulisi Akkanat
{ 24 Eylül 2012 09:09:22 }
Sevgili Dostum 'Emine Hatun'a ait değerlendirmelerine katılmamak olanaklı değil. Her daim olduğu gibi gene çağrışımlara kapı oldun, sağolasın, gönlüne sağlık..
Diğer Sayfalar: 1. Victor Frankl(1959)'ın "İnsanın Anlam Arayışı" adlı eserini anımsattı: O, insanoğlunun hiç görülmemiş zorluklarla dolu anlarını 'içsel güç' ve 'manevi inanç' ile aşabileceğini kanıtlamıştır. Fiziksel ve ruhsal sıkıntı çekmesine rağmen, bu deneyimin zenginliği onun iç direncini arttırdı. Bu düşünce, onun 'içsel boşluk' dediği," ümitsizlik ve manevi çöküntünün" üstesinden gelmesine yardımcı oldu.Şöyle demektedir : "İnsanın varoluşunun gerçek amacını, "kendini geliştirme" denilen kavram içerisinde bulmak mümkün değildir. İnsanın varoluşu aslında, kendini geliştirmekten ziyade kendini aşmaktır. Kendini gerçekleştirme her zaman amaç olamaz; bunun nedeni çok basit: İnsan onun için ne kadar çaba gösterirse, ondan o kadar uzaklaşır. Kendini gerçekleştirme tek başına bir hedef haline gelirse ona ulaşılamaz ancak kendini aşmanın bir yönü olarak görülürse ona ulaşmak kolaydır." Frankl,bahsettiğimiz kitabını tamamlarken şöyle diyor : " İnsan, basit varoluştan ibaret değildir,bir sonraki o'nda varloluşunun neye dönüşeceği, ne olacağı kararları içindedir. İnsanın varoluşundaki temel özelliklerinden biri, bu gibi şartların üstüne çıkıp onları aşmaktır. Aynı şekilde, insan nihaî olarak kendini aşar. İnsanoğlu, kendini aşabilen bir varlıktır."(V.Frankl,İnsanın Anlam Arayışı). İnsanın bu yetisinin kapılarından en özgün ve özgürleşebildiği alan 'Sanat'tır. Bireyler her insan toplumunda benzersizleşirler. Ama hiyerarşi ilkesi üstüne kurulmuş aristokratik toplumlarda, her bireyin bireyleşmesi genelde görünmezleştirilmiştir; Herkes ne ise ona uyum sağlamakla yükümlüdür, doğal ve temel sayılan aidiyetlere göre davranmaya eğilimlidir.Bundan böyle benzersizleşme keyfi olanın belirişi, yoldan çıkışın işareti, bir kayboluşun sonucu gibi yorumlanacaktır. Yasanın dışında benzersizleşme ahlak dışı bir istencin, özünden sapmış bir ruhun,bir bozunumun kanıtı olarak gösterilir;kahramanın benzersizleşmesiyse onun üstünlüğünün,erdemlerinin, sıradışı bir ruhun, kişisel bir soyluluğun kanıtıdır. boyunduruklarından sıyrılmış ve sınıflandırılamayan birey, ister istemez soyutlanmış bir birey, bir monad, bir atom, insanlığından sıyrılmış bir birey mi olacaktır? Özelliklerinden arınmış birey ister istemez bir soyutlamanın boşluğunda yok olmakta mıdır? Çıplaklaşmış, kendini tanımlayan ayırt edici göstergelerinden sıyrılmış birey haliyle bir hayvan türünün üyesi olarak belirmeyecek midir? insanın insanlığı bir özelliksizleşmeden, bir kurtuluştan, bir çıplaklaşmadan nasıl doğabilir? Evrensel olan ve benzersiz olan nasıl çifleşip birbirinin içinde eriyebilir? Her insanoğlunun doğarken, "özerklik hakkı"ve bireysel bir "bağımsızlık hakkı" olarak alınabilecek "Özgürlük hakkı"nı beraberinde getirmektedir. Sorgulamamızı,insanların sözcüğün derin anlamıyla -'Özgün Birey'- oldukları "Dönüşüm" sürecine yöneltelim. Sevgilerimle...
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|