Sevgili Babam, Bu da sana sürpriz mektubum olsun. Evet, bu mektubumda bambaşka bir konu ve kişilerden söz edeceğim. İçinde pek beni bulamasan da, zaman zaman bana öfkelenip yaptığım hataları kabul etmekte güçlük çeksen de (hani ben senin için dünyanın en akıllı en yetenekli kızıydım ya!!!) yine de ben senin o sonsuz anılar denizinde benden de hızlı kulaçlarla kaybolacağına ve bundan da büyük keyif alacağına eminim.
Sana bu mektupları göndermeye başlamadan önce, “Benim Ankara’m” isimli bir yazı kaleme almıştım. O yazımda, birbirinden muhteşem insan portleri ile tıka basa dolu çocukluğumun güzel Ankara’sı vardı. Buraya kadar her şey iyi gibi görünüyor değil mi? Değil işte.
Ah meğer ben o yazımda ne hatalar yapmışım. Muheşem Öksüzcü’nün o çakı gibi denizci oğlunun, Mecdi Ağabey’in adını ‘Vecdi’ diye mi yazmamışım? Mecdi Ağabey in annesi sevgili Mevhibe Teyze’yi oyuncu İsmet Ay’ın ablası mı sanmamışım? Oyuncu Mine Çayıroğlu’nu benim sevgili Muazzez öğretmenimin torunluğununa mı yakıştırmamışım? (Sanırım bu yanılgım, soyadı kadar Mine Çayıroğlu’nun sevgili öğretmenime benzeyen sapsarı saçlarından da kaynaklanıyordu) Peki ya Muhteşem Amca’nın kızı Ulcay abladan tek kelime bile söz etmememe ne buyurulur? Evet haklısın, ne desen haklısın bu saatten sonra. Halbuki Ulcay Abla ne kadar sıradışı bir genç kızdı. Sanırım 20 li yaşlarda idi o sıralar. Kısa saçlı, balık etinde, gözlüklü ve bebek gibi bir yüze sahipti. Hep çok ciddi görünürdü bana. Az konuşur, az gülerdi. Şimdi düşünüyorum da, senin piyeslerini birlikte tartıştığınız sahneleri yeniden yaşıyorum. Bacak bacak üstüne atıp oturduğu koltuk bile gözlerimin önünde.
Ya konu Ankara olduğunda Bulvar Pasajı ile Ali Nazmi Pasajı’nı birbirine karıştırmam? Elbet papağanlı eczane Bulvar Pasajı nın girişinde idi. En az “Faize Sevim Moda Evi” nin de Ali Nazmi de değil, Bulvar Pasajı’nda olduğu kadar.
Aslında yazılan her yazı, yalnızca henüz elindeyken senin. Bir anlamda ölü doğmuş bir bebek gibi. Bu kadavrayı dilersen sonsuza kadar kendine saklıyabilir ya da paylaşma yoluna gidebilirsin. Eğer paylaştı isen, yazın bir yerlerde yayınlanıp da gün yüzüne çıktığında artık senin olmaktan da çıkıyor. Kamu malı oluyor bir anlamda. Tıpkı parklar, otobüs durakları gibi. İlk yorumla birlikte o ölü bebek de soluk almaya başlıyor. Böylece yaşam başlıyor. Her yeni yorum onu biraz daha güçlendiriyor ve sonuçta sen çocuğu ile gurur duyan bir anne babaya dönüşüyorsun. Bu her türlü yorum için geçerli. Her yorum sana ve yazına kesinlikle bir şeyler katıyor. Mutlaka hepsinin iyi olması da gerekmiyor. Olumuz yorumlar eksiklerini aramaya yöneltiyor seni. Sonuçta hiç bir zaman “Ben yazdım oldu” diyemiyorsun. Bakıyorsun senden çıkan yazı kontrolünden de çıkmış. O, canlı bir organizma artık.
Ben de bu mektubumda, bebeğime ilk hayat öpücüğünü verip de sağlıklı büyümesine katkıda bulunan yorumcularım, Sevgili Muazzez Öğretmenimin torunu Tülin Özlem Çayıroğlu na, Kızılay Gökdelendeki Set Kafeteryaya 20 yıl hayat veren babanın kızı Eser Özkaya ya, Cihan Sokak taki Yukaruç Apartmanı’nın torunu Mert Avni Çağatay Yukaruç’a, sevgili Nermin teyzenin kızı sevgili arkadaşım Dilek’e ve sevgili Ulcay - Mecdi Öksüzcü kardeşlere çok teşekkür ediyorum. “Benim Ankaram”’ı , yalnızca yaşama kazandırmakla kalmayıp, bir de kanat takıp uçuran dostlar; sağolunuz.
Biliyorum babacığım biraz asker mektubuna döndü sonu ama olsun. Ben bu borcu ödemese idim Ankara’m pek eksik kalacaktı. Efendim? Harikasın. Tamam söz, bundan sonra da senin “dünyanın en akıllı ve en yetenekli kızın” olmaya devam edeceğim.
Sevgili Yavrun Kuzgun