|
|
BATI İÇİNDE BİR AVUÇ DOĞU | Gidemezsek oralara, oralar bize gelir.Kategori: Yaşam | 1 Yorum | Yazan: Hatice Deniz | 11 Ağustos 2012 08:06:34 Köyün, biri büyük biri küçük olmak üzere iki yüksek tepesi var, haneler bu iki tepe dışında eteklerden başlayarak düzlüğe doğru diziledurur. Burası Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinin Koşuboğazı Muhtarlığı. Pek çok civar köydeki gibi, Doğu'dan gelen mevsimlik işçiler Koşuboğazı'nda da yerini almış bekler yazın bitmesini. Bekler, ama alın terini de tarlalarda, mahsulün üzerinde bırakır da bekler.
Yazın yolunuz bu köyün küçük tepesine düştüğünde Diyarbakır’ın merkezinden ve Ergani ilçesinden gelen işçiler, kaymakamlığın kendilerine verdiği, elleriyle kurdukları çadırda; 6 ay sürecek yaşam alanlarını çoktan kurmuşlardır. Halbuki geçen yıl büyük tepeden, dağın yamacına beyaz kuşlar gibi konmuş çadırlara bakarken ne de uzak görünürler gözünüze. Yanlarına gittiğinizde ancak anlarsınız, arada sadece iki yüz metrelik bir mesafe olduğunu. Kafanızda “Orada neler oluyor?” sorusuyla ve içinizde bir parça “Ya ne olacak!” cümlesinin korkusuyla tırmanılır Koşuboğazı’ndaki küçük tepe. Tekerlek izlerinden yapılmış merdiven niyeti gören patikadan çıkarken elinde kocaman bir su bidonuyla inen ufak tefek bir oğlan çocuğuyla burun buruna gelirsiniz. Hiçbir şey konuşmanıza gerek yok o an, çocuk objektiflere iki karelik bir poz verip koşup gider patikadan. Meğer annesi ve ablaları tarladan dönmüş. Karşılaması gerekirmiş. Gelenler selam vererek çadırlarına buyur ederler sizi, “Geçerken uğramışız” havasında olmanıza rağmen bir açıklama yapmanızı bekleyen suretler, soru soran gözlerde şaşkınlık, sessizlik, endişe… Her şey onlardadır o an, anlamsızlık hariç. Davetkârlıkları, birkaç kare poz vermeleri, çay demlemeleri ve Diyarbakır peyniri, zeytin, kuru incir ezmesi ve lavaş ekmeğinden oluşan öğlen yemeğine buyur etmeleri, anlamlıdır. Sıcaktan etkilenmesin diye bidonlardaki peynirleri çadır içindeki toprağa gömmeleri anlamlıdır. En az üstlerinden başlarından dökülen kıyafetleri gibi yorgunluk da yüzlerinden akıyordu. Dayıbaşı dedikleri bir herif ellerini ensesinde kavuşturmuş yatıyor gölgede. Diğerlerine göre oldukça iyi giyimli olan, tıraşı düzgün, ensesi kulağı yerinde adam, işçilerin çalışmalarını ve gidecekleri tarlayı belirleyen kişiymiş. Çalışma saatlerini, koşullarını sorduğumuz dayıbaşı “Ne koşulu, ne saati” diye çıkışıyor, “Römork mahsulle dolduğunda çalışma saati biter, kişi başı 30 lira yevmiye…” Ramazandan ötürü oruç tutan işçiler de var. Üstelik iki römork sabahtan doldurmuşlar, biraz dinlendikten sonra bir römork daha dolduracaklar. “Maşallah” diyesi geliyor insanın. Hem bu işçiliğe, hem de oruca dayanabilmeleri, işçileri o anda insanüstü görmenize sebep olur. Sessizliği yalnızca bu hanede tanır, başka bir çadıra geçtiğinizde konuşmaya, sohbete susamış insanlar görürsünüz. Birkaç dakikalığına rehberliğimizi yapan 8 yaşındaki Osman, sıkılıp görevini başka bir çocuk arkadaşına devreder. Başında yeşil, sarı ve kırmızı renkteki poşusuyla Zana sohbete dalar ve yarım saat sonra tarlaya işine gücüne yol alıverir, hiç dinlenememiş gibi. Vedanın yerini yeni bir tanışmışlığın muhabbeti alır kısa bir dolaşmadan sonra. Hanımlar önce biraz çekingen ama atıyorlar hemen üzerlerinden utangaçlıklarını. Önyargılardan bahsediliyor, Diyarbakır’dan, Bursa’da geçen günlerinden, yaşama biçimlerinden. Ancak hastaneye gittiklerinde görmüşler Mustafakemalpaşa İlçesini. Sıkça geri dönerken yapacakları alışverişten alacakları fistanlardan, yazmalardan bahsediyorlar. İşin ilginç yanı, terörün T’sinden bahis yok. Onlar da inadına susuyor sanki. “Terörü yok mu sayıyorlar ne?” diye düşünürsünüz. Gülümsemeleri, sıcaklıkları, saygıları gösteriyor ki; evet terörü yok sayıyorlar. Başlangıçta alışık olmayanları şaşırtan bir konu olan Kürtçe meselesine dikkat ettiğinizde göreceksiniz kendi aralarında asla Türkçe konuşulmadığını. Yanlarında birkaç gün vakit geçireler Kürtçeyi öğrenebileceğini düşünebilirler. Ama bir süre sonra kulak alışır ve çevrenizde kendi diliniz konuşuluyor ama anlamıyormuşsunuz gibi gelir. Yabancılık bir yerde sıyrılır gider üzerinizden. Aysel diye bir kadıncağız var, kendi aralarında çok basit bir mesele gibi anlattığı hikâyesini duyduğunuzda “kadıncağız” ibaresini kullanma ihtiyacı duyarsınız. “Kadın” kavramına dipten vurgu yapıyor onun anlattığı. “Beyim Fahrettin” diyor, “üzerime kuma getirdi…” İki çocuğu olan Aysel’in 25 yaşında olduğuna hayatta inanamazsınız, 35-40 gösteriyor. “Adı ne kumanın” diye sorulduğunda “Derya” diye yanıtlar. 9 aylık hamileymiş Derya, Diyarbakır’da kalıyormuş. Aysel kumasıyla henüz hiç beraber yaşamamış. “Nasıl karşılamış” diye merak ederseniz “Bayıldım, şok geçirdim” diye anlatıyor ve ekliyor “Kocam kendisine büyü yapıldığını iddia ediyor, aniden getirdi kumayı. Üstelik şu an bir aylık hamileyim.” Aysel ve Fahrettin amca çocukları ve berdel usulüyle evlenmişler. Ayrılığa dair hiçbir ihtimali yok kafasında, başına gelen bir kuma bile olsa. “İsterse iki tane olsun, çarem yok…” Gönül meselelerine gelince kaçan, kaçırılan çok kız olduğunu duyarsınız. Duyduklarınız yalnızca kaçan kaçırılan Kürt kızlarının olduğu… Yani Bursalı kızla evlenen Diyarbakırlı erkek bulamazsınız. Ama bunun aksi yönünde, Bursa’nın bu küçük köyüne evlenen kızlar, eğer korkularını üzerinden atarlarsa anlatabilirler yaşadıklarını. 15 yıldır bu köyde evli olan Leyla anlattı neler yaşadığını. “Yıldırım’la ilişkimiz yoktu, adı gibi yıldırımla geldi, evleneceğiz dedi, kaçırdı beni. 15 Yaşındaydım ve her şey 1 hafta gibi bir sürede gelişti. Babam benim kaçmadığımı, kaçırıldığımı düşünürmüş. Karakolda bu yönde ifade vermiş, en sonunda bana sorduğunda kaçmadığım halde “kaçtım” dedim. Tabii ki farklı hayal edersiniz ama bazen aileler “kader böyleymiş” deyip susar. Babam da “kısmeti buymuş, kaderi böyleymiş” deyip sustu. Ama sanmayın ki, susmak kabullenmektir. İçleri kan ağlamıştır, tanımadıkları, tanımadığım bir aileye gelin gittiğim için…” Leyla sadece tanımadığı bir aileye değil, tanımadığı bir şehre, tanımadığı bir topluma, tanımadığı alışkanlıklara da girdi böylece. Aynı ülkenin sınırları içinde Doğunun ve Batının iki ayrı şehrinde de olsa kırsal toplumun mensubu olmaktan dolayı, aileler bir yerde birbiriyle; alışkanlık, yaşam biçimi ve dünya görüşü açısından örtüşüyordu. Ama Leyla geldiği ilk zamanlarda evinden dışarı her adım attığında “Ben neredeyim, burası neresi, nasıl bir yer?” sorularını sorarmış. Sevmiş Yıldırım’ı… Bu ani evliliği de kabullenmiş, zamanla bu diyar ona yuva olmuş, yoksa ona gurbet olan bu elde nasıl kalsınmış. Zazalar ve Kürtlerin bu tür evliliklere bakışları farklıymış, o yüzden biraz da şanslı hissettiğini söylüyor. Bursa’daki mevsimlik Doğulu işçilerin yaşamlarını, gören ve bilenlerden derin bir iç çekerek dinliyor. Sohbet ilerledikçe, kızlar sizin ilk karşılaştığınız ürkek, çekingen kadınlar olmaktan çıkar ve değil objektiften kaçmak; ısrarla poz verirler olan kalan bir avuç utangaçlıklarıyla. Ama şaşılacak şey; erkekler daha meraklı! Daha çok soru soruyor, daha çok konuya ilgi gösteriyor, daha çok yorum yapılıyor ve daha çok boy gösteriyorlar konu kadınlara ait olsa bile! En çok şikâyet edilen; naylon çadırlara sızan ve insan eti azmanı sivrisinekler… Kimi, bunların bıkkınlığıyla cibinlik yapmış çadırlara. Nereden bakılsa 50 kişiden fazla işçilerin ve çocuklarının yaşadığı çadırlı alanda tek bir çeşmenin olması da su sıkıntısı yaratıyor. Ve bir davet: “Tarlaya çalışmaya gideceğiz, siz de gelin bizlerle…” İkiletmeden atlarsınız römorka, kızlar arasında kıkırdamalar… Çoğu 14-19 yaş aralığında olan kızlar; sözlü, evli ya da çocuklular. Ama hiçbiri yaşını göstermiyor. Ve sorsanız 8 yaşından beri tarlalarda fabrikalarda evlerde çalışmadalar. Neyi gördülerse, nereyi gezdilerse hep çalışmaktan... Belki de yaşanmışlık dersiniz o delikanlı çağdaki yüzlerindeki ihtiyarlığa… Traktör arkasında römorkta savrula savrula yolunu tutarsınız domates tarlasının ve kendileri ektikleri, kendileri suladıkları domatesleri silkeleye silkeleye toplarken onlar, izlerken yorulursunuz. Sonra çalışan onlar değilmiş gibi neşeyle gülümserler belini doğrulttukları zaman. Eğer çok acıkıp, susayarak bekliyorsanız tarlayı, komşunuzun size çakıyla yardığı kütür kütür karpuzu yerken insanlıktan çıkarsınız. Her sıcak yazın sofrada geleneksel bir alışkanlığı olan karpuz sizin için en büyük nimettir Ağustos sıcağında çalışılan tarlada. Dönüş yolunda ayakta durmaktan vazgeçip römorkta bağdaş kuran işçilerin şimdi gözlerinde iki bardak kaçak çayın hayali vardır. “Acıkmadınız mı?” diye sorduğunuzda “Yorgunluktan yemek yiyecek dermanı bulamıyoruz” cevabı yüzünüze tokat gibi çarpar ve anlarsınız bu işçilerin neden kilolu olmadıklarını. Akşam çöküyor… Payınıza düşen kaçak çayı yudumlayıp “Müsaadenizle” diye sohbetten sıyrılırken “İlla ki yemeğe kalın” ısrarı sizi önce bir düşündürür. Ama sivrisinekler ve karanlıkta yolu geri dönmek korkusu ağır basabilir. 9 yaşındaki Berivan’ın sabah koca bir leğen içinde yolduğu tavuğun piştiği ve paylaşılmaya hazır olduğu haberi gelir. Belki yemeğe kalır, belki vazgeçersiniz. Bir çobanın peşindeki koyun sürüsü arasına karışırken, misafirlerini geçirmeye gelen Kürt çocuklar “Tekrar gelin” diyen bir çağrıyı yineler, hem de sanki buna muhtaç biçimde, gözleri dolarak… “Hatta memlekete de gelin, bir de bizim köyümüzü görün” Ha şimdi başladı işte “Sizin, bizim” muhabbeti… “Gelmeniz gerek, görmeniz gerek!” Ama bazen böyle sosyolojik ve ekonomik gerekçeler alır bizi götürür. Ya da biz gitmezsek, gidemezsek oralara, bazen oralar bize gelir… Hem de bütün hikâyeleri, sıcaklığı ve kederiyle… Fotoğraf: Hatice Deniz / Şule Tuğrul
Yorumlaredipceyhan
{ 17 Ağustos 2012 12:53:02 }
Bu kısa hikayenin içinden onlarca hikaye çıkartmak mümkün aslında.
Diğer Sayfalar: 1. Diyarbakır'a gidip Derya'nın hikayesini yazmalı. Leyla'nın hikayesini bir de Yıldırım'dan dinlemeli. Dayıbaşını konuşturmalı. Leylasını Bursada bırakan annenin hikayesini de yazmalı. Bu çocuk gelinlerin büyümesini bekleyip birde o zaman dinlemeli. Su taşıyan çocuğa sorulmalı neler hissettiği. Yine de iyi bir gözlem olmuş. Batıdaki köylünün işini neden doğunun köylüsü yapıyor, onlar neden kendi topraklarını ekemiyor, okul ve eğitim durumu nedir bunları da sorgulamalı.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|