|
|
Bizim mavi şiirimizKategori: Yaşam | 2 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 01 Mayıs 2012 17:46:37 Bir bilimsel gerçek ile sarsıldığınız oldu mu? Bilim teknoloji üretiyorsa işe yarar, yoksa çok sıkıcıdır. Değil mi? Zorlar, yorar, uyku getirir... Sonunda bizi aptallıklarımız, tembelliklerimizle karşı karşıya bırakır. Bilime ilgi duymak, doğayı, evreni, yaşadığımız dünyayı anlamak için gerekli de yaşayabilmek için ne doğayı, ne evreni ne de yaşadığımız dünyayı anlamamız gerekmiyor. Toplumun içinde geçerli olan davranışları, inançları edinmek ön koşul, o da çoğumuza yeterli gelir zaten.
Bilim, ateistelerin kalesi, dindarların dikenli bahçesi, dinlerin rakibi, iktidarların yatırım alanı... Oysa bilim teknoloji üretmek için değil, doğaya, birbirimize hükmetmek için değil; evreni, doğayı, insanı anlamak için duyulan gereksinimle doğmuş, çağlar boyunca özenle, adanmışlıkla ağır ağır gelişmiş. Şimdi insanın bilme, anlama merakının meyvelerini aç gözlülükle, üstelik bahçeyi de pisleterek toplarken bilim ile neredeyse hiç bir ilişkimizin kalmamış olması ne acı! Çok ama çok acı, bilimsel gerçeklerin doğrudan yaşamımızı etkilemesi, biçimlendirmesine karşın düşünce, duyuş alanımızda hiç bir yerinin olmaması. İsterdim. Matematiği aşkla seven insanlar olsun hayatımda. İntegralle, türeve oturma odamdaki koltuk gibi aşina olayım. Fotbolcu adlarını bilir gibi bilsin mahallenin çocukları, örneğin matematikçileri de... Futbol kurallarını anlar gibi anlasınlar matematik formülleri de... Işığın ne olduğunu bilsinler örneğin. Görmek bilmek midir? Ah, görmek nedir peki? Maddenin en küçük parçasının dalga ve parçacık özellikleri ile bizleri nasıl bir araya getirdiğini, farklılaştırırken birleştirdiğini sezdirebilecek bir eğitim, hayatın içinde başka hiç bir aidiyete gerek duymadan sağlam durmamızı sağlayabilirdi. Olamaz mıydı? Herşey eğitimle olası... Öğrenmenin, bilmenin sevgiyle oyun alanına girmesi yeter. Yeter ama o zaman nasıl bir dünya olurdu ki! Çocuklara bilimsel doğruların oyunlarla, serüvenlerle anlatıldığı, sorgulamalarının, merak etmelerinin özendirildiği bir eğitim sistemi... Yanlış ya da doğru ‘soru’nun olmadığı, birilerinin doğrularının değil farklı bakış açılarının kutsandığı bir eğitim sistemi... Masalların eğlenmeleri, eğlenirken insan olmanın değerlerini sezmeleri için anlatıldığı; korkunun, hükmetmenin biçimlendirmenin değil, yaratıcılığın esas olduğu; çocukların kafalarını karıştırıp uyuşturmak için değil düş gücünü beslemek için imgelerle benzetmelerle derslerin anlatıldığı bir eğitim sistemi... Cıvıl cıvıl, ele avuca, hiç bir kalıba sığmayan çocuklar nasıl birer yetişkin olurlardı? Özgüvenli, sevgi dolu, düşünen, bilmeye, anlamaya çalışan yetişkinlerden toplumlarla bezeli bir dünya düşünüyorum. İnsanları savaşa, şiddet uygulamaya ikna edemiyorlar. Hazır düşünceleri benimsetemiyorlar. Tutarsız, çıkarcı, yalanlarla bezeli davranışları, sözleri rahatlıkla ayırdedebiliyorlar. Hayatları isteklerden, öne geçmeye çalışmaktan, tüketmekten oluşmuyor. İçtenlikle, farkındalıkla koklayan, gören, dokunan, tüm bunları özgüvenle, sevgiyle, değdikleri her şeyin gerçek değerini özümseyerek yapan insanlardan oluşan toplumlar düşlüyorum. Herkesin kendi bakışının kendi yorumunun olduğu, bunun doğal olduğu bir dünya. Bahçedeki her çiçeğin, daldaki her yaprağın benzer ve bambaşka oluşu gibi. Yok yok olacak şey değil. Bunu düşünmek bile yasak olmalı ki gerçekte yasak da! Konudan nasıl da uzaklaştım hemen... İnsanın özlemleri ile düşleri sınır tanımıyor işte. Geri dönüyorum hemen, bilimsel bir gerçekle insanın ayaklarının altından yerin nasıl kayabileceğine. Hani o yorumlanmamış, en saf haldeki bilgi ile, o ilk halindeki gerçeklikle hiç karşılaştınız mı? Toplum bilimlerine ait olmayan, doğa bilimlerine ait bir bilgi sarsıcı olabilir mi? Ayağımı ne yerden kesebilir, o sallantı ile nasıl başım dönebilir düşünemezdim bile. Evet, geçenlerde yaşadım bu durumu. İlk kez! Bilimsel bir gerçek, üstelik de çok ama çok iyi bilinen o gerçek ayaklarımı yerden kesti. Midem bulandı... Uykularım kaçtı. İlkokulda öğretilen en temel bilgidir. İnsanın beş duyusu var. Görmek, duymak, koklamak, tatmak, dokunmak... Dünyayı algılayışımızın olmazsa olmazları.. Biri ikisi üçü eksik olsa engelliyiz. Eksiğiz. Dünyadaki varlığımızı sürdürebilmek, toplumda bir yer edinebilmek için desteklenmemiz gerekir o zaman. Ötelenip örseleniriz üstelik bir de... Yine de bir biçimde toplumda, açık değilse de kapalı kapılar ardında yerimizi alır, dünyadaki varlığımızı sürdürebiliriz. Ya hiç biri olmazsa? ... Görmeyen, duymayan, tat, koku alamayan, dokunamayan bir insan... Algılar oluşturabilir mi? Bir gerçeklik edinebilir mi? Kendimim diyebilir mi? Varlığını nasıl sürdürebilir ki, kendinin farkında olmadan? Bir tür koma halidir bu. Peki ya... Duyu organı fazlamız olsa? Örneğin, elektromanyetik yelpazedeki yalnızca IŞIK dediğimiz dalga boyları aralığına değil, radyo dalgalarından mikrodalgalara, kızıl ötesinden mor ötesine, X ışınlarından gamma dalgalarına dek, her aralığa duyarlı organlarımız olsa, beynimiz bu aralıkları yorumlayacak, değerlendirecek bir biçimde gelişmiş olsa, o zaman nasıl bir dünyamız olurdu? Elektromanyetik yelpazede, duyu organımız ile algılayabildiğimiz IŞIK olarak tanımladığımız belli bir dalga boyu aralığı var. Gözümüz yalnızca ışığa ait dalga boylarını algılayan bir aygıt. Aygıtın yapısındaki üç tip hücre, üç ana renk olarak tanımladığımız (kırmızı, mavi, yeşil) dalga boylarına değişik duyarlılıklar gösteriyor. Bu algılar beyne gönderiliyor. Görmek de beynin bu dalga boylarına olan farklı duyarlılıkları yorumlaması sonucu gerçekleşiyor. Böylece biz, kırmızı, yeşil mavi, sarı, beyaz, siyah ve daha binlerce tondan oluşan renklerle bezeli bir dünya görüyoruz. İnsan beyninin ışığa ait duyarlı olduğu dalga boyu, onu üç ana renk üzerinden alglayıp yorumlaması tamamen ona özgün bir durum. Gözün yapısındaki üç tip hücrenin duyarlılıklarının kişiden kişiye biraz değiştiği biliniyor. Böylece, mavi herkes için maviyken, turkuaz bazıları için hala mavi bazıları içinse daha yeşil olarak görülüyor. Gerçekte görme organımız çok farklı dalga boylarına da duyarlı olabilirdi. Örneğin bal arılarının kırmızı-yeşil- mavi değil; yeşil-mavi-mor ötesi dalga boylarını algıladığı biliniyor. Beynimiz, algılanan ışığa ait dalga boylarını üç değil de öndört ayrı bölüme de ayırıp yorumlayabilirdi. Ya da kızıl ile mor ötesini, yani ışığı oluşturan tüm geniş yelpazeyi algılayabilirdi. Evrimleşme sürecinde bunun insanın varolma ya da sağ kalma şansına ne tür bir katkısı olurdu bilmiyoruz, belki de olmadığı için böyle bir algı aygıtı gelişmedi. Ya da gelişmediği için cilt kanseri bu denli yaygın şimdi. Ozon tabakasının incelmesi ile morötesi ışınların daha etkin bir biçimde dünyanın atmosferine girdiğini, deri hücrelerimize zarar verdiğini, hücre temel taşlarımızı bozarak kansere yol açtığını biliyoruz değil mi? Ama algılamadığımız (görmediğimiz) için morötesini unutabiliyor, yok sayabiliyoruz. Yalnızca hava durumu ile bize aktarılan bu bilginin bizim için hiç bir gerçekliği olmuyor. Uzaydan, duyu organları, algıladıklarını yorumlayan beyinleri çok başka gelişmiş canlılar gelse acaba nasıl bir dünya görürlerdi? Mavi gökyüzü, okyanuslar, yeşilin her tonunda ormanlar onların da önünde aynı titreşimlerle uzanacak, peki onlar nasıl algılayacaklar? Ama bu uzaylıların beyin yapıları, belki ışığın renkler olarak algıladığımız aralığını değil, başka bir aralığını, ya da elektromanyetik yelpazenin daha geniş bir aralığını daha ayrıntılı yorumlarla tanımlamış olacak. Belki de dünyanın, bizim için katı olan “yer”in içinden akarak başka algılar devşirecekler. Dünya üzerindeki insan denen canlıların beyinlerindeki elektrik akımlarını algılayabilecek, yorumlayarak düşüncelerimizi duygularımızı daha oluşurken okuyacaklar. Sanırım, uzaylı akıllı canlıların, iletişim ağımızı oluşturan tüm elektromanyetik akımları anlamaya, yorumlamaya çalışırken, onları üreten bizlerin belki de hiç bir zaman ayırdına varamayarak es geçmeleri de bir olasılık. Hatta, yarattığımız kirliliğin onları zehirlememesi için güneş sistemimize hiç uğramayabilirler de. Sonuçta bir çöp gezegen olarak görülebiliriz. Bir uzaylının, benim kızıl sarı güneşimi, kızıl sarı bir güneş olarak; hele küçük masmavi gezegenimi mavi bir gezegen olarak algılayıp yorumlayacak olması çok düşük bir olasılık. Hani “gör”meyecek diyemiyorum bile. Çünkü “görmek” olarak tanımlayabileceğimiz duyu tamamen insana özgü. Dünyamızın evrenin her yerindeki her akıllı canlı tarafından mavi bir gezegen olarak algılanmayacağını ayrımsamak beni yıktı. Demek, uzayın karanlığındaki mavi gezegen imgesi yalnızca biz insanlara özel bir şiir! Belki onların duyu organları ile evrene bakışları, bizim mavi dünyamızı algılayışları daha zengindir. Daha şiirsel! Onların şiirselliğine göre. Daha güzel. Onların güzel kavramına göre. Algılarımızla, yorumlarımızla değişecekse güzellik tanımımız, evrensel bir güzellik kavramı var mıdır? Gerçeği algılayış, eğer gerçeğin algılanan özelliğine göre değişiyorsa, gerçek nedir? Gerçeğin farklı özelliklerini algılayıp, farklı varoluşsal gereksinimlere göre yorumlayan akıllı canlılar birbirleri ile nasıl iletişim kurabilirler? Dünya üzerinde, gerçeğin aynı özelliklerini kaçınılmaz aynı biçimlerde algılayan insan türüne ait bireylerin bile birbirini anlamadığı düşünülürse... Varolan gerçekliğin, duyularla algılanıp yorumlanması için sonsuz sayıda yol olabilir. Gerçeğin tamamına ait olduğumuz halde, onu bütünlüğü ile asla kavrayamayacak olmak! İçimi bulandırıyor hala... Masamın başından kalkıyorum. Yürüyüyorum. Ayağımın altında, ittiğim sert zemin, benim bedenimin katılığını vurguluyor. Mavi gökyüzünde dağılan beyaz bulutlar, sizleri mor gökyüzünde gümüş akımlar olarak da yorumlayabilirim. Hepsi sonunda bir yoruma bakıyor. Sobayı kapatıyorum. Bu bedendeki hücreler, işlevlerini sürdürmek için biraz daha çok çalışacak, iç ısılarını aynı yerde tutmak için harekete geçecekler şimdi. Hadi bakalım iş başına! Gerçeğin bu boyutunu yaşamak için var olmuş beden, biraz zorlan. Küçük bir bilimsel verinin benim için gerçek bir bilgiye dönüşmesi için koca bir ömür geçti. Kendimi bulmaya çalışmıştım. Kendimi buldum sanmıştım. Tanımlamak istemiştim. Anlam aramıştım. Bulduğum olmuştu bulamadığım olmuştu. Kendimi hep bir şey sandım. Gerçeğin algıladığım boyutunu gerçeklik sandım. Yorumlarım üzerinden doğrular ürettim. Şu hayatta ne gördüysem, ne yaşadıysam bir anlamı var sandım. Bir anlam arayışına takılıp ufaldıkça ufaldım. İnsan kardeşlerim... Görüşlerimiz, zevklerimiz, dillerimiz ne olursa olsun.... İnançlarımız, kimliklerimiz ne olursa olsun... Hepimiz aynı ortak duyularla algılıyoruz, beynimiz aynı biçimde yorumluyor. Biz kaçınılmaz bir biçimde bize benziyoruz. Şu içinde varolduğumuz dünya, bizim dünya algılamamızdan başka bir şey değil. İnsanın gerçeği ‘gerçek’in kendine göre bir algılamasından başka bir şey değil. Ya da şöyle desem: İnsanın gerçeği, gerçeğin insandan bir yansıması... Görüntü gerçeğin kendisi değil! Gerçeğe ilişkin yorumumuz aslında onunla ilişkimizin bir yorumu. Birbirimizi niye yoruyoruz o zaman?
YorumlarA. Cagli
{ 16 Mayıs 2012 10:22:36 }
Dilerim bu yazi uzun sure kapakta kalir, yeni yazilara yerini biraktiginda editorun sectiklerine girer. Yazarin anlatimindaki ustaligin ve sozcuklerin buyusune kapilmamak mumkun degil.
mustafa goz
{ 12 Mayıs 2012 20:52:52 }
BİZİM MAVİ ŞİİRİMİZ'E...
Diğer Sayfalar: 1. İnsanın söylemleri ya sağdan soldan devşirilmiş haber ve bilgilerden (aslında ikisi aynı şey), ya da kendi içinden taşan duygu ve düşüncelerden oluşur. İkincisi daha sahici, etkili ve dönüştürücüdür. Bu bağlamda bireyin bizzat kendi deneyimlerinden doğan, içinde olup-bitenlerin bir ifadesi olan düşüncelere "doğru", "yanlış", gibi yargılarla yaklaşılmaz. Çünkü onun öz deneyimi, duyumsaması daha genel bir kavramla kendi Pathos'udur. Bu yazı tamda bu özellikler taşıyor. Ancak bireyin kendi içsel deneyimleri ve gözlemleri dile getirildiğinde tartışmaya açık sorunlar ortaya çıkabiliyor. Her ne kadar söylemler fiillerin, deneyim ve gözlemlerin ürünü olsa da, bazen söylemler eylemlerin doğuranı, belirleyeni, yönlendireni olduğu için bilincimizde bulanıklık, eylemlerimizde karmaşaya yol açabiliyor. Yazının özellikle son bölümleri oldukça yoğun, bir o kadar derinlikli sorgulama gerektiren önerme ve belirlemelerle bezeli. Ben bunlardan bir-ikisine kısaca değinmek istedim. Ayrıca bu tip yazılar üzerinden okuyucularında bir diyaloga girmelerini, düşünce paylaşımına yönelmelerini özlüyorum. "Gerçeğin tamamına ait olduğumuz halde, onu bütünlüğü ile asla kavrayamayacak olmak! İçimi bulandırıyor hala" Sevgili deniz bence senin içini bulandıran bu şey hayatın sonsuz güzelliğinin ta kendisi. Şöyle bir düşünelim; gerçek her ne kadar büyük olursa olsun belirli ve kesin sınırları var ve biz onu tamamen kavramış olsak ne olurdu? Gerçekten bu durumda hayatın bir anlamı, bir tadı, heyecanı, lezzeti olur muydu? Gerçek dediğimiz şey nesnelerin ve olguların toplamı veya sınırı değil, bizim hayallerimizin de içinde olduğu sonsuz bir arayış, bitmez bir yolculuk. Onun için yaşam anlaşılmaz, ama deneyimlenir ve duyumsanır. Duyumsamamızın ve deneyimlerimizin kullandığımız olanaklar ve nesnelerle sınırlı değil, bunların ötesinde tasarımlarımız, hayallerimiz ve sonsuz yaratım yeteneğimizdir. Bunun için kendi yaşamımızın anlamının sorumluluğu sadece bizdedir. "kendimi bulmaya çalışmıştım. Kendimi bulmuş sanmıştım. Tanımlamak istemiştim. Anlam aramıştım. Bulduğum olmuştu bulmadığım olmuştu." "Kendi" dediğimiz olgu "Hakikat" gibi, "Anlam" gibi hep bir adım ötededir, asla tam olarak ele geçirilemezler, deneyimlenirler, lezzetini kokusunu verirler ama hep bir adım öteye kaçarlar. Bu yaşamın sonsuzluğunun ve tutarsızlığının kaynağıdır. Çünkü onlar sadece bizlerin eseridirler ve her adımda bizi sonsuza açılan bir kapının eşiğine getirirler. "Kendimi bir şey sanmıştım" Evet böyledir, daha da ötesi, insan her şeydir. Ancak Kıyaslamalı bilinç mutsuz bilinçtir. Her insan biriciktir, eşi benzeri yoktur, olmayacakta. Bundan dolayı her insan eşsizdir. Bu eşsizliğini de gerçeği deneyimlemedeki sonsuz çeşitliliğinde sergiler. "Hepimiz aynı duyularla algılıyoruz, beynimiz aynı biçimde yorumluyor." Burası çok önemli bir nokta; biz ne duyularımızız ne de beynimiziz. Bunlar biyolojik olanaklardır; doğamız, açıkçası hayvan yanımız. İnsan bu değil. İnsanı duyusal algı ve bu algıları imgeler düzeyinde birliğe getiren beynin fizyolojik işlevine indirgersek kaçınılmaz olarak açmaza düşeriz. Anlamsızlık, umutsuzluk ve bunaltı geliverir. Genel olarak "algı"ya çokça vurgu yapılmış... Peki daha ötesi yok mu? İnsan algısında takılıp kalıyor mu, kalabilir mi? Algı nesnelerle duyu organlarımız arasında olup biten doğal bir süreç, ancak son değil. Bilincimiz ve kendimizi varetmemiz için hammadde... Aslında bu yazı daha uzun ele almayı gerektirecek kadar çok yönlü. Yorum yazının aslını aşmamalı, burada duruyorum... Yazı için teşekkürler, çünkü beni yerimden kıpırdattı.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|