Toprak uyanır ve ruhumuzu kucaklar. Havanın kokusuyla beraber vücudumuzun kimyası da değişir. 'İlkbahar'la beraber benzer terimler mevsimine uygun peş peşe sıralanır: bahar temizliği, bahar yorgunluğu, bahar kokusu, bahar yeli, bahar nezlesi, hayatın baharı...
“Dahası; süsen, venüs saçı, yılancık, yarpuzlar da vardı. Her biri öbüründen haberdardı ve toprağın diliyle dinliyorlar, rüzgârın sesiyle konuşuyorlardı.”
RAY
Kim ki şairdir, bahar ilk onun alnına vurur.Sonra şair, türküsünü söyler. Bir rüyaya girer gibi dizelerine ağaçlar ve çiçekler girer. Ve söylenen türküye bu uyanış pek yakışır.
Bu konuda yıllar önce okuduğum bir araştırma metini beni epey heyecanlandırmıştı (Yavuz Bayram’ın Klasik Türk Şiirinde Duyguların Dili: Çiçekler adlı çalışması.) Bu çalışma hem divan şiirinde en çok kullanılan çiçek adlarını hem de bu çiçeklerin halk arasında kullanıldığı dili (meali) anlatıyordu. Bu araştırmada net rakamlar verilmese de ortaya şöyle bir tablo çıkıyordu:
Divan şiirinde; lâle, sümbül, nergis, yasemin, menekşe en çok da gül açmıştır. Daha sonra gelen çiçekler zefarân, süsen, karanfil, leylak, nilüfer, zambak, reyhan ve şebboydur. Koskoca divan şiirinde bir de buhurumeryem, mercanköşk, sedefotu ve sığırdili ancak birer kez yüzünü göstermişlerdi.
Ben de merak ettim, aynı yıl içinde Türkiye şiirinin köşe taşları olan bir kaç şairi taradım. Hangi çiçek adlarını kullanmış, nasıl kullanmışlar diye. Bu meraktan yola çıkarak şairin baharına yaklaşma olanağı bulurum düşüncesi ağır basmıştı.
Önce, modern şiire köprü olan Yahya Kemal’le başlamıştım işe.
Tarama sonucunda defterime şu notu almışım:
“Yahya Efendi’nin üç ağacı vardır: çınar, servi ve defne. Her ne kadar dostlarına; muz -ki ot olduğu söylenir -, hurma ve nar ağaçlarından söz etse de bu ağaçların yaprakları konuk olduğu kimi ülkelerin rüzgârlarıyla hışırdamaktadır. Rindin florası gül, yasemin, zambak, leylak, lale ve karanfille sınırlıdır. Bu güzellerin tohumlarını divan bahçesinden temin etmiş olan muhterem kubbesine hiçbir baharat sokmamıştır.
Yahya Efendi’nin ‘yol düşüncesi’nde ot ile ağaç arası, tırmanıcı bir bitkisi daha vardır ki –bu asmadır- ve meyveleri kesinlikle yaşam tarzı gibi Frenk değildir.”
Evet, eğer gözümden kaçmadıysa Yahya Kemal’in şiir serüveninde aldığım notta belirttiğim dört ağacı ve altı çiçeği vardır. Ve çiçek adları Divan şiirinde en çok kullanılan çiçek adlarıdır.
***
Behçet Necatigil eğer üzümden söz ettiyse bu meyveyi ancak bir kilimin nakışından kopardığı içindir. Bulunduğu sokakta, penceresinin önünde çiçek olmayan tek ev Necatigil’in evidir. Çam, Akasya ve Dut ağacı dışında başka ağaçlardan söz etmemiştir. Elmalar bir manavın kasasında, çilek ve kiraz bir reçel kavanozundadır. Yani geleneksel mutfak kültüründen dışarıdaki floraya yer verememiştir. Kurutulmuş menekşeler bile onun kitaplarında bir ayraçtır ve belki bu yüzden her sözcük Behçet Bey’in dokunmasıyla ‘solgun bir gül’e dönüşmüştür.
***
Edip Cansever’e göre bütün çiçekler karanfildir. Cemal Süreya içinse bütün karanfiller kadındır. Sadece karanfiller mi? Elma, gül, leylak, nilüfer, menekşe ve gelincikler de kadındır. Ağaçlar birer Afrodit, çiçekler el kadardır. Biber yasa dışı bir önderdir ve bir balzamin kadar dişidir. Pirinç Çinlidir, zencefilse zenci. Çiçekler odayı Brezilya’ya çevirdiğinde (ki Brezilya burada ülkeden çok bir renk cümbüşüdür) ırklar ve ülkeler birbirine karışır, çiçeklerin kardeşliğini oluşturur.
Ben sadece Cemal Süreya da rastladım Bilmemkiçiçeği’ne.
Kokladım, şiir kokuyordu.
Umarım Arap Baharı’nın gövdesinde açan kan ve mermilere inat, bu bahar şairlerimizin dallarında daha temiz çiçekler açar da biz de doya doya koklarız.
Güzel Baharlar.
Salih Mercanoğlu