|
|
Simge kavramı ve simgesel çalışmaKategori: Felsefe | 3 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 27 Kasım 2007 11:37:26 İnsan, birçok nitelikle yüklü karmaşık bir varlıktır. Niteliklerinin her birine bağlı olarak ele alınabilir ve tanımlanabilir.
SİMGE KAVRAMI VE SİMGESEL ÇALIŞMA İnsan, birçok nitelikle yüklü karmaşık bir varlıktır. Niteliklerinin her birine bağlı olarak ele alınabilir ve tanımlanabilir. Birçok bilimsel disiplin, yöntem ve kuramına bağlı olarak insanı ele almış ve kendi durduğu yerden insanı incelemektedir. Bilimsel yazıma (literatür) baktığımızda bu türden denemelerin hepsinin sonuçta yönteme ve kuramın özeğine bağlı olarak belli bir görüşü yansıttığı görülmektedir. Bu nedenle insan bilimleri üzerine söylenecek hiçbir söz “insan” kavramını tüketemez. Olsa olsa bir katkı sağlar. Bunun anlaşılır bir nedeni vardır, şöyle ki: insan kendini (insanı) herhangi bir nesneyi incelediği gibi inceleyemez. Çünkü bilen ile bilinen aynı olunca, her bilme girişimi bir değişimle sonuçlanır. Bu nedenle insan kendini tam olarak ele geçiremez. Deney bilimlerinin insanla ilgili bilgisi, onun örgensel yapısıyla sınırlıdır. Çünkü, deney bilimleri ancak bedeni ve onun yapısını inceleyebilir. Bilim, nesnesi üzerine yöntemli bilgi elde etmeyle sınırlı olduğu için, insanın anlamını ortaya çıkaramaz. Başka deyişle, insan deney bilimlerinin konusu olduğunda, bir şeye, bir olguya indirgenmiş olur ki, bedensel doğasının bilinmesinden başka bir şey yapılamaz. Ruhbilim ise, davranış, ifade ve tepkileri gözleyerek insanın gerçekle ilgili uyum sorununa çözüm arar Deney bilimlerinin ‘yöntemi’, nesnesine bağlıdır ve kendi üzerine dönmez. Kendini düşünen düşünce ancak felsefenin konusudur. Bu nedenle insanın kendine anlam vermesinin yolu yalnızca felsefeden geçer. Ya da felsefi bir uğraşı gerektirir. İnsanı diğer tüm varolanlardan ayıran düşünebilme yetisi yoluyla kendi üzerine dönerek (refleksiyon) “ben bilinci”nde olmasıdır. Başka deyişle düşünmenin nesnesi düşünce olduğunda felsefe yapmak kaçınılmazdır. Düşünmek bir soyutlama, bir simgeleştirme işlevidir. İnsan simgeleştirme yeti ve becerisi ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. Bu ayrım nitel bir ayrımdır. İnsan bu niteliğinden dolayı başka bir varlığa indirgenemez bir biçimde özgül bir varoluştadır; bütün anlam ve ilişki dünyasını simgeler aracılığıyla kurar. Düşünmenin ve ifadenin olmazsa olmaz koşulu dildir ve dil bir simgeler dizgesidir. Ben bilincinin düşünce dolayımında ve eş anlamlı olarak simge dolayımında kurulması, “ben”i simgesel dizgenin özeğine(merkezine) yerleştirir. Böylece kuranla, kurulan simgeler aracılığıyla ayırımlı birlik içinde ve kendindedir. Düşünme edimi yakıcı, eritici ve dönüştürücü bir ateş gibi, düşündüğü her şeyi anlamlandırarak kendine katar. Bütün bu bilme sürecinde tözsel olarak düşünme, simgede yerleşir ve simge yoluyla tüm anlamlandırma işinde kendinde kalmayı sürdürür. Başka deyişle “ben”, kendini tüm edimlerinde bir bütün olarak bilir. “Ben bilinci”, düşünmenin tüm yapıp etmelere eşlik ediyor olmasıyla vardır. “Ben, Ben Olandır” (Tora) özdeyişi bu süreci özetler. “Ben” sözcüğü kavram olarak saltıktır eş deyişle birliğe getirici bir ilke olarak, kavramdır. Başlangıçta bir hiçliktir. Eylemler “ben”in içeriğini oluştururlar. Böylece “ben” kurulur ve gerçekliğini kazanır. Bu anlamda “ben”, dilde bir simge olarak işlev görür. Simgedir çünkü, gösterimi kendisidir ve kendisi kurulumunda sürekli değişim içindedir. Ben, her zaman geçmiş üzerinden şimdide kurulur. Bu nedenle insan, bir tarih varlığıdır. İnsanın olmadığı yerde tarih de yoktur. Başka deyişle doğanın tarihi yoktur. İnsan tarihin hem kurulu öznesi hem de ürünüdür. Tarih iki biçimde ortaya çıkar ve insana etkir. Birincisi somut tarih olarak bireyin tarihidir; ikinci olarak da insanlık tarihi. Tarihin içeriği kültürdür; insan kültür içinde ve kültürü yoğurarak tarihi oluşturur. Siyaset tarihi, ekonomi, bilim, sanat, inanç, düşünce tarihi vb. Tarih yazımı, aslında kültürden yapılan kuramsal soyutlamalardır. Tümü kültür içinde kapsanırlar. Tarih bilinci ise bir farkındalıktır; mikro zamanı (bireyin tarihi) makro zamanın (insanlık tarihi) içine yerleştirme farkındalığıdır. Bireyler tarih bilinci yoluyla kendilerini aşarak topluma ve tarihe bağlanabilirler. Tarih bilinci yorum ve anlam verme ile oluşur, eğitim ve toplumsal etkinlikle kazanılır. “Tarih bilinci olmayan toplumlar benliklerini yitirir ve diğer toplumlara yem olurlar.” (M. Kemal Atatürk) Tarih bilinci, hem ortak kültür, ortak anlayış, ortak dil oluşturmanın hem de uyumlu ve dengeli bir toplum oluşturmanın aracıdır. Bu nedenle toplumları ortak bir insanlık ülküsü altında birleştirecek olan, tarih bilincini oluşturmadaki hünerdir. Tarih bilinci tarih öznelerini ortaya çıkarır ve tarih özneleri tarih yapımını etkiler; toplumlar önderlerini bulur. Tarih bilinci, tarihin yasalılığının kavranması anlamını taşır. Tarihin özneleri koşulları değerlendirirken, yorum ve anlamlandırma yaparken tarihin yasalılığına başvurur. Yorum ve anlamlandırma, ortak edimlerimizin bizi hangi geleceğe taşıyacağını gösterir. Tarih yalnızca politik süreçleri ele almakla anlaşılmaz. Bu süreçlerin arkasındaki toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçlerin de ele alınması gerekir. Araştırma kuramı, yöntemi, değişkenlerin kurulması, araştırmacının kimliği, araştırma sürecinin dinamiklerini ortaya çıkarır. Tarih bilincini oluşturan çaba, geçmişle rastlantısal bir biçimde ilgilenmez. Şimdinin sorunlarından kalkarak geçmişle ilgilenir ve geleceğe biçim vermeyi amaçlar. Tarih bilinci, geçmişle yorumsal, şimdiyle anlam verme biçiminde, gelecekle ise ideolojik bir tasarım kurma biçiminde işlev görür. İnsan varlığı dolayımlı bir varlıktır.Tüm algıladıklarını düşünce dolayımından geçirerek anlamlandırır ve eylemleriyle gerçeğe dönüştürür. El-beyin eytişiminde karşılıklı olarak el ve beyin gelişmesi olduğu gibi, dil-düşünce eytişiminde de dil ile düşünce birbirini geliştirir. Düşünmenin dinamik özeği cogito (kendinin bilincinde olan düşünce; düşünen ben) dil malzemesini kullanarak düşünceleri dile döker. “Simgesel olmayan hiçbir şey cogito nesnesi olamaz”.( Lacan). İnsan bilincinin nesne, olay ve olgularla ilişkisinde elde ettiği algılar, imgeler olarak saklanır ve kullanılırlar. Başka deyişle imgeler, gerçeklik dünyası ile bilinç arasında ilişkiyi sağlar. Ancak imgelerle cogito doğrudan ilişkide değildir. İmgeler cogito’ya simgeler aracılığıyla bağlanır. Bu yansımalı bir ilişkidir. Yine cogito’nun psişe ile ilişkisi de simgeler aracılığıyla olanaklıdır. Cogito’nun simgesel ilişkisi bu kadarla sınırlı değildir. Özneler arası iletişim için dilin kullanımı da simgeseldir, rüyaların anlamlandırılması da simgeler aracılığıyla olanaklıdır. Ketlenen istek ve arzuların bilinç dışı belleği de simgesel doğada kurulur, bilincin kavramlarıyla cogito’nun ilişkisi de simgeler aracılığıyladır. Bu nedenlerden dolayıdır ki simgesel olmayan hiçbir şey cogito’nun nesnesi olamaz. Simge en geniş anlamıyla kendinden başka bir şeyi yansıtarak ya da temsil ederek görünür kılan “im” diye tanımlanmıştır. Bu imleme bir figür, nesne, beti, gösterge, sözcük biçiminde olabilir. Bu nedenle simge, toplumsal, kültürel, uzlaşımsal “im” diye de tanımlanmıştır. Türkçe’de simge diye dile getirilen bu sözcük literatüre antik Grekçe’den sembol diye geçmiştir. Osmanlıca’da remiz diye adlandırılmıştır. Grekçe’de “symbolein” diye kullanılmış ve buluşmak, birleşmek anlamını taşımaktadır. Giderek felsefe ve mitoloji literatürüne girmiş olan kısaltılmış olarak “symbol” diye adlandırılan bu sözcük birleştirici öğe diye kavramlaştırılmıştır. Daha sonraları deney bilimleri, psikoloji, sosyoloji, teoloji, mistisizm, dilbilim vb. gibi tüm kültürel, alanlarda vazgeçilmez bir kavram olarak kullanıla gelmektedir. Tüm insan olgularında ortak olarak kullanılan simge, her disipline göre ve bağlamına ve dizgesine bağlı olarak özgün anlam yüklemiyle kavramlaştırılmıştır. Bu nedenle simge dendiğinde hangi bağlamda kullanıldığı büyük önem taşımaktadır. Öncelikle dilbilim açısından simgeyi (symbol) gösterge (sign) ve ikon’dan ayırt etmek gerekir, en genelde simge hepsini kapsıyor olsa da. Gösterge (sign), belli bir nedensellik ya da doğal bir ilişki üzerine kuruludur. Sesli ya da yazılı bir biçim (gösteren) ile kavramsal bir içeriğin (gösterilen) birleşmesinden oluşan dilsel birim diye tanımlanmıştır. İkon Grekçe’de imge, beti anlamını taşır, “eikein” sözcüğünden türetilmiştir ve eikein, benzeme demektir. İkon, gösterenle gösterilenin ortak özelliklerini taşır. Buna karşın simge, nedensellik ilişkisi olmayan, doğal ilişki üzerine kurulmayan “im” olarak tanımlanır. “İnsanda simgeleşmemiş hiçbir yaşantılama olamaz –Lacan”. Psikolojide Lacan, anne ile bebek arasındaki ikili ilişkiye aynalaşma evresi demektedir. (Bu ilişki felsefede özdeşlik diye nitelenir). Çocuğun anne ile yaşadığı bu özdeşlikten ayrışıp kendi benini kurabilmesinin olanağı ise üçüncü bir ilişkiye, simgesel ilişki olarak baba (Oidipus)nın ilişkisine bağlıdır. Çocuk, simgesel baba ilişkisi ile topluma bağlanır. Baba (toplum)nın yasası, kültürün düzenidir. –Lacan. Görüldüğü gibi insan yaşamının daha ilk adımında simge başat bir rol oynamaktadır. Bu ayrışmada insan kendisini bir simgeyle “ben” göstereniyle ifade etmeye olanak tanıdığı oranda, kültürel kimliğinin gelişeceği bir hareket noktası sağlar. Simge, aşkınlığın içkin mesajını taşır.İmgenin dişil özelliğine karşın simge eril karakterdedir. İnsan kişiliğini oluştururken kendisini bedensel imgenin bütünlüğünde algılar. Bir anlamda bu bütünsel-beden-imgesi biyolojik bedenin içselleştirilmesi ve kendileştirmedir. Bütünsel-beden-imgesi bir holografik algı kalıbıdır, diğer bütün tikel algıları kendine bağlar ve ben bütünlüğünü korur. İmge, eyleme yöneliktir; imgelediğine yönelir. Buna karşın simge düşünmeye yöneliktir ve insan için en temel simge cogito kaynaklı “ben” simgesidir. Ben simgesi aktif ve yaratıcı olarak bütünsel-beden-imgesinin özüdür. Ben simgesi duyusal nitelikte olmadığı için, duyusal beden imgesine düşünceyle içkin olan, duyulara aşkın bir simgedir. Bir bakıma insan bilincinde kişiliğin kurulmasında beden imgesi, düşünsel ben simgesinin evi gibidir. Başka bir deyişle insan “ben” dediğinde, bu ifadeyi beden imgesine giydirerek duyularının önüne koyar. Eş deyişle simge imgede gizlenir. İnsan bilinçli ben kurulumunu düşünme yetisiyle bir simgeler dizgesi olan dil aracılığıyla kurarken, dil yoluyla oluşturulan tüm imgelem ve tasarımlarda dilin simgesel yapısının özeğinde ben simgesi bulunur. Başka deyişle, düşünüyorum (cogito) tüm düşünü, tasarım, imgelem ve edimlere eşlik ettiği sürece insan bilinçli bir varlıktır. Bu nedenle bilinç dışı bellek de dil yoluyla kurulur ve tüm ketlenmiş istek ve arzular bilinç dışı belleğe atılırlar. Bilinç belleğinin, imge, düşünü, algı ve tasarımlarını bilince bağlayan simgeler olduğu gibi, bilinç dışına bastırılmış duygu, istek ve arzuların bilince ilişkin bağı da simgeler aracılığıyla olanaklıdır. Jung’a göre simgeler psişenin kolektif imgeler deposu işlevini üstlenirler ve bilinçdışı enerjiyi aktarmada rol oynarlar. Simge, insanın kavrama ve imgelem gücünü uyarır. Bunun yanında yaşanmış duygu ve düşünceyle anlamlı deneyimleri yeniden canlandırmaya olanak verir. Simgenin işlevsel gücünü bilen ve Hermetik geleneğe bağlı ezoterik ekollerde çeşitli özgün simgelerle çalışmak önemsenmektedir. Bunun nedenini simgenin sağladığı olanaklarda aramak gerekir.
Simgeler zamandan ve mekandan bağımsız bir hakikati gösterirler. Başka deyişle zaman-mekanı aşkın bir ideyi, bir ilkeyi gösterebilmek yalnızca simge ile olanaklıdır. Simgenin farklı bir niteliği de, farklı zaman ve mekanda ortak doğası olan nesneleri gösterebilmesidir. Simgenin en temel üç özelliği vardır:
Simge, zamanda olanı, zamana aşkın olanla ilişkilendirmede rol oynar. Bunu simgesel bir anlatımla betimleyebiliriz; kilim dokuma simgeselliği ile: Bir yanda “çözgü” diğer yanda “atkı”, ortada mekik ve işlevi dokuma olan bu modelde; Çözgü yani düşey iplikler, Kairos’un zamanını eş deyişle bengi zamanı (ki; idealar, arkeler, ilkeler bu zamandadırlar) gösterirler. Atkı, yani yatay iplikler ise, Kronos’un zamanını eş deyişle tarihsel zamanı gösterir. Kronos zamanının bilgisi koşullara bağlı bilgidir.Mekik, düşünceyi simgeler.Dokunan kilim, kişinin tinsel ve toplumsal yaşamının aynasıdır. Her bireyin yaşamı biriciktir ve kendiliğin dünyasını özgürce ama özgün olarak kurmalıdır. Simgenin de simgesi var, o da “ayna” simgesidir. Ayna, hem simgenin simgesidir hem de kişinin kendisiyle yüzleşmesinin simgesidir. Aynalaşma, bir yansıma ya da kendi üzerine dönme olarak insan tininin simgesidir de. Bu nedenle ayna simgesi tüm ezoterik geleneklerde vardır. Aynayı diğer nesnelerden ayıran en temel özellik, aynanın yansıtıcı nitelikte olmasıdır. Tek bir nesneyi ikiliğe çıkartarak nesnenin imgesini nesnenin karşısına koyar. Bu yansımalı ilişkide ayrımlı birlik vardır. Yansıma olgusunda “yansı” nesnesine benzerse de özdeği aynı değildir. Ayna, bakanı kendisine bağlar. İnsan kendini aynanın içinden görür. Bu bakımdan psişe kendiliğin aynasıdır. Aynaya bakıldığında, aynı anda hem ayna hem yansı birlikte görülemez. Bunun gibi, psişeden yansıyan davranışları ayna gibi, görünmeyen kendilik birbirine bağlayarak ben bütünlüğünü sağlar. Aynalaşma, iki yönde yansımalı bir ilişkidir ve ilişkide olan her şeye yayılır. Doğa nesnelerinde de bu böyledir. Bir şey başka bir şeyle ilişkiye girdiğinde ortaya bir etkileşim çıkar. Etkileşim karşıtlığa vardığında aynalaşma, eş deyişle yansıma belirginleşir. Aynalaşma birebir ele alındığında durağan bir simetri gözlenir. Ancak özneler arasılık söz konusu olduğunda dinamik ayna simgesi geçerli olur. Çünkü, özneler arasılıkta, yalnızca etkileşim değil, karşılıklı değişim oluşur. Psikolojide ayna (imago), düşsel olanla simgesel olanı birbirinden ayıran sınırları çizen bir eşik olgudur (Lacan), imgeyle nesnesinin arasına simge girer ve özdeşliği farka getirir. Aynalaşma bakışımdır. Örneğin beynin iki yarım küresi Corpus Collosium yoluyla bakışımlıdır. Beyin kabuğu (Cortex) beynin aynasıdır. Dil, düşüncenin aynasıdır; tüm düşüncelerimiz dilde yansır. Gözkapağı arkası görüntüler için gözkapağı bir aynadır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Özet olarak söylenecek olursa simge; duyularla algılanamayanı, duyuların önüne getiren bir ayna gibi işlev görür. Simge bir göbek bağıdır; gösterenden gösterilene giden bir yoldur; gösterilen yansımalardır, simge bu yansımaları birliğe getirir. İslam tasavvufunda insan, tüm varolanlar içinde evrensel ya da tanrısal aklın en yetkin yansımasıdır ve bu bakımdan evrenin aynası veya toplam imgesi olarak düşünülür. Görünüşler(fenomen) evreninin arkasındaki birliği ancak aşkın bir bilinç kavrayabilir, çünkü, bu birlik duyular yoluyla kavranamaz. Varlık birliğini kavrayan bir bilinç fenomenlere yöneldiğinde onları ayrılıkları içindeki birlik ve bütünlükle kavrar. Varlık ayna, varolan fenomenler ise bu varlık aynasındaki görünüşler olarak kavranır. Dikkat aynaya verilirse görünüşler, dikkat görünüşlere verilirse ayna fark edilemez olur. Ancak, bir kez görünüşleri aşkın olarak ayna fark edilirse, ondan sonra görünüşleri algılayan bilinç aynı anda aynayı sezgi ile doğrudan kavrar. Varolanların böyle hem duyusal bilinç hem ilkesel us hem de bütünsel bir sezgiyle kavranmasına “varlık birliği”(vahdet-i vücut) denmiştir. Bu türden bir anlayış için, “deniz ve dalgaları” ile “mürekkep ve yazılar” simgeselliği de sıkça kullanılmaktadır. Denizin dalgaları kendindendir. Başka bir deyişle dalgaların denizden bağımsız varlıkları yoktur. Deniz dalgalarında görünür, dalgalar gelip geçicidir, ama deniz süreklidir. Aynı biçimde, bir yazıdaki harfler ve sözcükler bir birinden farklı görünüş ve anlam içerirler ama, onları var eden mürekkep hepsini varlık birliğine getirir. Bu simgesel anlatımlar, gerçekliğin iki yüzünün karşılıklı bağıntılılığı içinde ve de ayrımlı birliğiyle kavranmasına yönelik bir diyalektik(eytişim) usu gerektirir. Simgenin nesneleştirilmesi simgenin niteliğini bozar, onun çok anlamlılığını ortadan kaldırır ve dogmalaştırır. Çünkü simge; kavramlarla açıklanarak tüketilemeyenin mührü ve anahtarıdır. Farklılıklar arasındaki bağ (Corelation) aynı zamanda karşıtların birliği (Cointitentia Opositorum) olarak simgeyle gösterilir. Simge, anlamaya değil anlayışı geliştirmeye yönelik işlev görür; bilmekten çok keşfetmek ve buluş süreçlerine hizmet eder. Her bilinç simgeyle ilişkisinde bir anlam arayıcısıdır. Simgesel düşünme, gerçekliğe aşkın bir düşünme biçimidir ve varolan gerçekliğin ötesinde, ideal olanın aranışına olanak sağlar. İdeal olan kavramlarla sınırlandırılırken, simge bu sınırları aşmaya yönelik yeni olanaklar sunar. Kavram, olanı gösterirken, simge, olanaklı olanı işaret eder. Diğer bir açıdan bakıldığında, kavram bir olguyu açıklarken simge, kişisel deneyimleri ansıtan ve her bireyde farklı yansımaları işaret eden bir özellik gösterir. Kavramsal düşünme öğrenmeye ve belirlemeye yardım ederken, simgesel düşünme yorumlamaya olanak tanır. Yorum çokluğu(bir ilkeye bağlı olmak koşuluyla) evrensele açılmanın yoludur. Simge, duyusal olanın içerisinde olmasına karşın, insanı duyusallığın tutsaklığından kurtarır; verili gerçeği aşmak ve dönüştürmek yönünde işlev görür. Başka deyişle simge, özne-yapıcı niteliktedir; özneleşme sürecini besler. Simge bir ilkeden doğmalıdır; eğer böyle olmazsa duyularımıza sunulan betimsel öğe gereksiz bir süs olur ve sanılardan başka bir şeyi beslemez. Simge, görünmeyen bir ilkenin görünen figürü olarak tek biçimlidir. İlke, tekil bir bütünlük olmasına karşın ilke ile düşünme ve anlama çabası sonsuzdur. Değişik betimleme kiplerine giren simge ya da ilke değil onun anlamlandırılmasıdır. Simgeyi bir uçurtmaya benzetebiliriz, ipi sabit tutulduğunda uçurtma gökyüzünde özgürce dolaşabilir, yok eğer ip bırakılırsa uçurtma yere çakılacaktır. Arketipal simgeler bilinçle olduğu kadar bilinç dışıyla, rüyalarla ve mitlerle de ilgilidir. Mitlerin, rüyaların ve bilinç dışının çözümlenmesi büyük ölçüde arketiplerin saptanmasıyla olanaklıdır. Jung’a göre arkeler simgeseldir ve her arke bir niteliği işaret eden bir tür stenodur. Kendisinde herhangi bir özdeksel biçimi olmayan, kendi içinde boş ve biçimsiz olarak saf ve kristalizedir. Arkeler, bireyi aşan ama yine de bireyde içerilen evrensel nitelikteki biçimlerdir ve mitlerde simgesel anlatımla ortaya çıkarlar. Arkeler, kişisel yaşam ölçeğinden daha genel olana ilişki kurarlar. Başka deyişle kendine özgü kişisel yaşamı aşan ve içine alan evrensel bir yaşam biçimine bir bağlantı sağlar. Simge, inisiyasyon aracıdır; inisiyenin tinsel gelişimini olanaklı kılmak için, aktarılması gereken öz, ona, tohumunkine benzeyen örtülü ve potansiyel olarak iletilen etkidir. Simgelerle çalışarak evrenin, doğanın ve insanın gizemli iç dünyasına yolculuk yapmak geleneği neredeyse tüm başat kültürlerde ortak bir tutum olarak görülmektedir. Hermetik ezoterik gelenekte bu türden çalışmalara genel olarak simya ve uygulayıcılarına da simyacı denmiştir. Simyacılar metallerle düzenli deneyler yapmalarına karşın bugünkü anlamda bir kimyacı ya da metalürjist değildirler. Onlar bir yandan metallerle deney yaparak doğanın gizlerini araştırırken diğer yandan metallere simgesel değerler yükleyerek onların arındırılmasına paralel olarak kendilerini de arındırmak ve dönüştürmek istemektedirler. Metallerin arındırılması “ateş” aracılığıyla olmaktadır; cürufundan ayrılan metallerin tekrar bozunuma uğramayanları “asil metal” diye adlandırılmıştır. Bu nedenle de “altın” metallerin en asili olarak kabul edilmiştir. Ancak altın cevherini doğadan elde etmek ve zenginlik aracı kılmak simyacıların ilgisini çekmez. Onlar diğer metalleri özellikle de kurşunu altına dönüştürmek için büyük sabırla bitmek tükenmek bilmez deneyler yapmışlardır. Ayrıca simyacılar, potanın içinde eritilmiş metallerin içine “felsefe taşı”nın atılmasının bu dönüştürücü etkiyi sağladığını ileri sürmüşlerdir. Bu felsefe taşı Latince’de “Okült Lapidem” diye adlandırılmıştır. (Felsefe Taşı: Aşkın ‘transandans’ dönüşüm ilkesidir). Simya mesleğini simyacılar simgesel bir kodlamayla (codification) ifade ederler. Bu kodlama “V.İ.T.R.İ.O.L” diye bilinir ki açılımı şöyledir:
Anlamı ise; “İçine seyahat et (içine dön), toprağının içindeki felsefe-taşını bul ve rektifiye et (arıt)” demektir. Tüm bunlardan anlaşıldığı gibi simyacı, kendiliğin doğasını gözler (iç gözlemle) ve bir varlık öğretisi (ontoloji) oluşturur. Bu süreçte simyacı, metalleri simge olarak kullandığı gibi deney, gözlem ve çalışmalarını da belli bir ritüeli (disiplini) izleyerek yapar. Simyacı, mesleğini mabet yapımı için geliştirir. Mabet yapımında simyacılar taş ustalarıyla birlikte bir mimarın gözetimi altında çalışırlar. Ya da daha doğru deyişle, mimarlık bilgisi ışığında taş-ustalığını, simya bilgisiyle birleştiren bireyler ancak mabedin yapımına katılabilirler. Taş ustalığıyla mabedin dışı yapılırken, simya ustalığıyla da mabedin içi kaplanır ve süslenir. Taş ustalığıyla, hamtaş belli araç ve gereçleri kullanarak mimarlığın ustalık bilgisi olan geometriyle yontulur ve usa uygun bir şekilde biçimlendirilir. Sonra da tesfiye edilerek cilalanır. Bu süreç, küp ve cilalı yani birbirini yansıtan veya aynalaşan bir yapı taşı olduğunda, mabedin duvarına yerleştirilir. Bilindiği gibi küptaş geometrinin taşta gösterimi olarak bilimsel usu simgeler. Onun cilalanması yani aynalaştırılması da diğer uslarla yansımalı ilişkiyi gösterir.Taş ustası taşı geometriyle “tesfiye”(düzeltme) ederken, simyacı da metali ateşle “tasfiye”(arıtma) eder. Anlaşılacağı gibi “pota” insan gönlünü, “ateş” de bilim ve insan aşkını simgele,r ruhu tasfiye eder (arıtır). Özetle, mabet, geometri ustası mimarlık bilgisiyle, ölçülü, tesfiye edilmiş taşlarla yapılandırılır, sonra da mabedin içi pota içinde ateşle arındırılmış ve felsefe taşıyla dönüştürülmüş altınla kaplanır. Simya hakkında Artephius’un ünlü bir deyişi vardır: “Her kim simyacı filozofların yazdıklarını simgesel değil de, harfi anlamda alırsa, asla kurtulamayacağı bir labirentin bucaklarında kaybolur.” Simyacı mesleğini uygularken aynı deneyi değişik zaman ve mekanlarda bıkmadan tekrarlar. Bu ritüelik çalışmaya bir işarettir; bir ezoterik inisiye de ritüelik çalışmayı aynı özenle bıkmadan tekrarlar. Ritüel, inisiyeleri gündelik yaşamdan soyutlamak ve simgesel çalışmayla ve gerekli bilimsel ve felsefi bilgiyle daha yüksek bir konuma yükseltmek amacıyla kullanılır. Ritüel, dramatik olmalıdır; paradoksal gerilim, adayın kendisi de içinde olmak üzere tüm yaşamı sorgulamasına neden olur. En temel drama yaşam-ölüm dramasıdır. Ölüm karşısında yaşamın sorgulanması insanı varlık bilimsel (ontolojik) bir anlam arayışına iter. Bu nedenle; “Niye varım?”, “Yaşamsal amacım nedir?”, “İnsan olmanın anlamı nedir?” “İnsan olmak, hangi değerleri yaşama geçirmekle olanaklıdır?” gibi sorulara yanıt aranır. Sokrates’in de dediği gibi: “sorgulanmayan yaşam, yaşam değildir”. Ritüelle çalışmak adaya iç disiplin verme yönünde önemli bir işlev görür. Kargaşayı ortadan kaldırarak çalışmalara düzen verir. Ritüelin ayrıca mayalama etkisi vardır; belli değer ve erdemlerin ritüelik bir düzen içinde verilmesi onların içselleştirilmesine yardım eder. Ritüel adaylar arasında saygıya dayalı ölçülü bir biçimde kardeşlik bağlarının gelişmesine hizmet eder; ritüel, toleransın sınırlarını gösterir. Ritüel simgesel bir çalışmayı da içerir ve kullanılan simgeler ritüel yoluyla arketip (ilk örnek) leri yeniden üretir. Adayı evrensellerle tanıştırır; kolektif imgeler deposunu devindirerek, bilinç dışı enerjiyi bilince aktarmada rol oynar. Ritüel, bazen tarihsel örnek olayları gösterse de bu zorunlu değildir. Mitolojik içerikli tragedyalar ritüelik çalışmaya daha uygundur. Mabet, içinde misterlerin (gizemler) simgelerle korunduğu ve inisiyelerin ritüel yoluyla bu simgeleri canlandırıp arkasındaki misterlerin yüzünü açtığı bir mekandır. Misterler öğretilemez ancak ritüel yoluyla aktarılır ve uyandırılırlar. Bir bütün olarak ritüel, şuurda bir değişiklik yaratmak için tasarlanmıştır. Değişiklik ise, bilinç ve bilinçdışı arasında bir işbirliği ile olanaklıdır. Ritüel ise bunun aracıdır. ( Mysterion sözcüğü Grekçe’de ‘gözleri ve dudakları kapatmak’ anlamını taşıyan ‘myein’ fiilinden türemiştir. Gizem dinleri daima adayların inisiye ‘içeri alınma’ olarak girebildikleri gizli kültlerdir. İnisiye olan kişiye ‘mystes’, adayı öneren kişiye ‘mystagogos’ adı verilir. Kültün önderinin adı ise ‘hierophantes - kutsalı açıklayan’, ya da ‘dadouchos – meşale taşıyan’ olmuştur.) Ritüel, arketipal simgeler ve drama içerdiği için bir inisiyasyon aracı olarak işlev görür.. İnsan kendi varlığının derinliklerine arkelerle tanışarak gömülür ve varoluş dinamiklerini kavramakla yeniden yapılanma olanağını elde eder. Bir kez kendisini devindiren dinamiklere ulaşsa insan, daha çok seçim yapma olanağını ve gücünü kendinde bulur. Ritüel mabedin düzenidir. Ritüele katılmak, tarihsel zamandan çıkarak bengi zamana, değerlerin, erdemlerin, ilke ve idelerin zamanına katılmak demektir. Mabedin girişi bir Axis-Mundi olarak “eşik”tir, eşikten geçmek simgesel olarak kendini aşmak ve evrensel ülkü mabedine katılmak anlamına gelir. Mabedin kendisi ise dünyanın simgesel merkezidir; dünyanın aşkınlaştırıldığı ideal noktadır. Tüm dünya onun çevresinde yapılandırılır; idealin dünyalaştırılmasının simgesel referansı, değerler dizgesi olan mabettir. Mabedi herhangi bir yapıdan ayıran en temel özellik onun baştan sona simgesel bir donanımda olmasıdır. Diğer tüm yapılar yaşam gereksinimlerini karşılamak üzere, belli bir işlev görme amacıyla yapılırlar ve yapıların tüm özellikleri hizmet edecekleri amaca yönelik somut nesnelerden oluşur. Bu nesnelerin kendilerinden başka bir anlam taşımaları gerekmez. Oysa mabedin yapımında kullanılan hemen her nesne ya da öğe, kendi nesnel ve özdeksel yapısından başka bir değeri göstermekle birer simgedir. Bilge Süleyman, mabedi tanrıya değil, tanrının adına yaptırmıştır; adlar, bir nesneyi, bir kişiyi değil de bir değeri, bir erdemi ya da bir ilkeyi gösteriyorsa simgeseldirler. Süleyman mabedi tanrının adına yapılmakla, tanrının aynası olmuştur; değer ve erdemlerin dizgesel bütünlüğü tanrıyı, ya da daha doğru deyişle tanrısal ideali gösteren simgesel bir aynadır. Çünkü, nasıl ki insanlara ait değer, nitelik, karakter vb. gibi özellikler somutlanmak için belirli bir insanı gerektirirse, ideal değer ve niteliklerin de yüklemi ideal bir birlik noktasını gerektirir; işte simgesel mabedin tanrısı da böyle ideal bir noktadır. Ona erişilmez ancak yaklaşılır, o olunmaz ama onsuz da olunmaz. Çünkü “insanlık ideali”, insanın kendisini onun yoluyla geliştirdiği ve kendisini ona adadığı idealdir. Mabet, zamanın aşkınlaştırıldığı “ebedi şimdi”dir, orada insan kontamplasyona (derin düşünme; temaşa) dalar. Nitekim Latince’de mabet anlamına gelen “temple” sözcüğü ile “contamplation” sözcüğü aynı kökten türetilmiştir. Hint mabetleri plan üzerinde projeksiyon olarak birer “mandala”dır. Mandala, Yogi’nin içine kıvrılmak için yoğunlaşmaya götüren bir düşünce yumağı gibidir. Mandala bir düşünsel ritüeldir ve bir merkez etrafında oluşturulan diyagramlardan oluşur; meditasyon aracı olarak kullanılır. (Mandala, Tantrizm, Budizm ve özellikle Tibet Budizm’inde simge ve meditasyon nesnesi olarak kullanılan daire, kare, üçgen gibi geometrik biçimlerin çeşitli figür ve motiflerin bir merkez etrafında simetrik olarak yerleştirilen diyagramlara denir.) İnsanlar ideal ilke ve değerlere olan contamplatif ve meditatif yönelmeleri yoluyla olgunlaşır ve bu nedenle işlemcinin işleme katılması gerekir. Bundan dolayı ritüel seyirlik değildir, doğrudan katılımı gerektirir. Mandalayı gözler kapalı iken imgelemeyi özellikle Tibet rahipleri uygular. Aday, meditasyon nesnesi olarak mandalayı kullanarak çeşitli bilinç düzeylerini derece derece geçerek içe doğru yapılan bir yolculuğu amaçlar. Kullanılan diyagramlar olağan bilinç durumundan aşkın bilinç durumuna geçişte bilincin iç tutarlılığını ve düzenini korumaya yardım etmek içindir. Bir bakıma iç mekanın kozmik kurulumu bu geometrik biçimler yoluyla sağlanır.Tibet’te mandalaya “iç mekana ulaştıran yolların kapıları” da denir. Jung’a göre bir psiko kozmogram olan mandala çizmek, hasta üzerinde sağaltıcı bir etki yapmaktadır. Mabet mimari olarak her zaman evren modellidir. Ancak bu kadarla kalmaz. Mabedin evrensel arkelerle donatılmasında soyutlanmış durağanlık yoktur. Bu aşkın ve evrensel arkelerle ritüel aracılığıyla bağ kurularak insan onları canlandırır ve insan mabedin (evrenin) canı olur. Demek ki bir yapının mabet olması, onun içinde onu anlamlandıran insan topluluğuyla olanaklıdır. Mabet içindeki her simge soyut bir ilkeyi gösterirken, onunla çalışan insanlar arasında bir anlam bağına dönüşmekle ve davranışlarla gerçeklenmekle somutlanır. Bir başka deyişle değerlerin somutluk alanı doğa değil “toplum”dur. Örneğin, sevgi tinsel bir kudret olarak ancak insanlar arası ilişkide yani toplumda somutlanır., gerçekliğini kazanır; hak, özgürlük, adalet, şefkat, özveri, cesaret ve buna benzer değer ve erdemler de böyledir. Hıristiyanlıkta mabet için kullanılan “kilise” sözcüğü “İklasias”tan türetilmiştir ve inananlar topluluğu demektir ki Mesih’in bedeni olarak nitelenmiştir. İslam’da mabet, “cami”dir ve cem olma yani toplanma anlamındadır. Bu topluluğa da cemaat (toplananlar) denir. Eski dil ile söyleyecek olursak; evren bir meskendir. Bir yerin mesken olabilmesi için, o yerin meskun (yerleşilmiş) olması gerekir. Mesken sâkinleri (yerleşenler) aralarında sükûnu (barışı, huzuru) sağlamakla “sekine” (ideal huzur) gerçekleşmiş olur. Sekine’nin yaşama geçirilmesi zaman-mekan-imkan ile olanaklıdır. Sekine ebedi (bengi)dir, belirli zamanda, belirli mekanda ve belirli imkanların el verdiği ölçüde yaşama geçirilir. Tüm ilkeler böyledir. Bu nedenle zaman-mekan-imkan değiştiğinde, değerlerin yaşama geçirilmesi ve gerçeklik kazanması da değişime uğrar. Bu bir özdeyişte şöyle özetlenmiştir: “zaman-mekan-imkan, ayniyle insan”. Mabet, bir ana rahmidir ve insan bu rahimde tinsel olgunluğunu kazanır. Aşkınlıkla içkinliğin birliği olarak mabedin gerçek yerinin insan beyni olduğunu söylemek yanlış olmaz. İnsan düşüncesi duyusal dünyaya aşkındır ama beyinde içerilir ve aynı zamanda da duyusal dünya ile edimsel bağ oluşturur. Eski uygarlıklarda bir alanın yerleşime açılması, öncelikle dünyanın eksenini (Axis-Mundi) gösteren özel bir direğin dikilmesi ve onun etrafında, ona göre belirlenen yönlerdeki yapılanmalarla olmaktaydı. İnsanın yaşam kurması ve her gün onu yeniden üretmesi ancak merkezi önemde temel bir başvuru noktasını gerekli kılmaktadır. Merkezi önemdeki başvuru noktasının dışlaşması biçimi mabettir. (Mircea Eliade) Mabet merkezde yer alan mekândır, merkezdedir çünkü o, mekânın türdeşliğinin ve göreliliğinin kırılma noktasıdır. Türdeşlik ve görelilik “kaos”u anlatır. Yaşamın yaratımı düzen kurma (Ordo Ab Chao) ile olanaklıdır. (M. Eliade) Düzen kurma veya birliğe getirme bir merkezle başka deyişle bir başvuru noktası ile olanaklıdır; işte bu başvuru noktası “ilke”dir. İlkeli yaşam, düzenli yaşamdır. İlke çokluğu, ilkelerin de düzene(cosmos) kavuşturulmasını gerektirir. İlkelerin dizgesel ve hiyerarşik düzeni ise mabedin projesidir. Mabet, ilkelerin vücut bulduğu yerdir. Mabet, inisiyeler için simgeler anatomisinin projeksiyonudur. İlkeler kategorik olarak ele alınırsa, eş deyişle birbirinden yalıtılmış olarak ele alınırsa mabet bütünlüğünü yitirir ve caos olşur. Bu nedenle, ilkeler felsefi bir yöntemle birbirinden çıkarsanarak dizgesel bütünlüğüne kavuşturulmalıdır. Nasıl ki, doğada her şey birbiriyle bağıntı içindeyse, usun kavramları da ilkesel bağıntılılık içinde olmalıdır. Mabedin merkezi niteliği, neden-erek “Causa-Finalis” bağlamında ereğin başlangıçta “niyet” olmasıdır; merkezi anlamlı kılan ona yüklenen ereksel anlamdır. İnsanı tinsel varlık kılan onun özgür bir varlık olmasıdır. Bu nedenle özgürlük, insanlık mabedinin en temel ilkesidir ve tüm ilkeler çokluğu özgürlük ereğine göre dizgeleştirilir. Süleyman mabedinin en büyük sırrı belki de insan bedeninin gizli formunda inşa edilmiş olmasıdır. Süleyman mabedinin ilk tasarımı Musa’ya dağda tanrı tarafından bir rüyette gösterildiği Eski Ahitte yazılıdır ve adı “mişkan”dır (tabernakıl). Mişkan “mesken” anlamındadır ve tanrının meskeni olarak da insan bedeni ima edilir. Yine Eski Ahitte “tanrı insanı kendi suretinde (imgesinde) yarattı ve ona ruhundan üfledi” denmektedir. Yeni Ahitte Pavlus insan bedeninin tanrının mabedi olduğunu açıkça söylemektedir. Yahudi mistik inancına göre mabedin zemin planı kabalistik “Adam Kadmon’u” göstermektedir. Adam Kadmon, arketipal, evrensel insan modelidir. Süleyman mabedinin girişindeki iki sütun, Jaken ve Boaz, eril ve dişil ilkeyi simgelediği gibi David ve Süleyman’ı da simgeler. David’in sözcük anlamı “sevilen, sevgili”, Süleyman’ın sözcük anlamı ise “barış adamı”dır. Eski Ahitte ise Jaken: kurmak, Boaz; güç ya da kuvvet anlamındadır. Mabet figürüne göre ise, insanın üzerinde durduğu iki ayağını simgeler. Mabedin üç boyutundan söz edilir. Birincisi evrendir. İkincisi toplum, üçüncüsü de bireyin psikolojik boyutudur. Mabetsiz ritüel, ülkesiz haritaya benzer. Her tasarım yapılandırıldığında gerçekliğini kazanır. Evrik olarak mabette yapılandırılan simgesel tasarım ritüel yoluyla inisiyenin psişesine biçim vermede kullanılır; artık haritanın ülkesi bireyin psişik süreçleridir. Bir sonraki aşama ise her aydınlanmış bireyin katılımıyla gerçekleşecek olan toplumsal ülkü mabedinin yapılandırılmasıdır. Latince’de mabet anlamına gelen “temple” sözcüğü “tem” kesmek kökünden gelir ve Grekçe’deki “temenos” sözcüğünün türediği “temno” ile aynı köktendir. Temenos, belli bir tanrıya adanmış ve genel kullanımdan bu iş için ayrılmış bir bölgeyi betimler. Bu Grekçe sözcüğün önceki Sümer dilindeki –yığın halinde kümelenmiş toprak yükselti- anlamındaki “temen”e dayanır; “E-Temen-An-Ki (Cennetin ve yeryüzünün temel evi)” Lagas kralı Gueda zamanında bir mabede verilen ad “Temen-Abzu” dur ve “derinliğin temeli” anlamına gelir. “Temen” Sümer kozmolojisinde “derinliğin içine bakmak” olarak da kullanılmaktadır. Antik Mısır’da mabet için kullanılan ad “tanrının evi” anlamını taşır. Effu mabedi için, onun parçalarının söylenmesi yöntemiyle varolduğu söylenir. Hint mabetlerinin bilinen en yaygın ismi “Prasada”dır. Shiva ve Shakti’nin varlığından ve Shakti ile sonlanan varoluş yasaları ve biçimlerinden oluşmuştur. Prasada’nın evrendeki ilk titreşim olan “nadi” mantrasıyla varoluşa geldiği söylenir. Budizm’de mabet için kullanılan en yaygın sözcük “pagoda” dır. Sanskritçe “Dhatugharba” kökünden gelir. “Gharba” sözcüğü Hint mabetlerinde, mabedin ortasında derine inşa edilen ve mabedin en içteki kutsal yeri olan bölüme verilen addır ve rahim sözcüğüyle ilişkilidir. Mabet içinde, arınma, özel giysiler, belli ritüelik simgeler (yantra) ve gurup etkileşimi sağlanır. Mabet içi ritüelik deneyimle elde edilen Farkındalık, kitaplardan öğrenilemez. Varro, “Latince Dili” adlı eserinde üç tip mabet (temple)olduğunu söyler: Mabet bir ütopyadır, ülküseldir, bu nedenle mabedin yapımı bitimsizdir. Bu bitimsizlik, aynı yapının bir türlü bitirilememesi olarak anlaşılmamalıdır; tamamlanmış yapının zamanı geldiğinde sökülerek yeniden kurulması olarak anlaşılmalıdır. Mabet tinsel bir yapıdır. Tinsellik anlama ve anlamlandırma ile varolur. Bu nedenle tinsel bilimler “anlayıcı” olmalıdır. Tinsel şuurlanmanın biçimlendirdiği “psişik yapı” anlamayı sağlar. Bu nedenle anlama edimi yalnızca bilgilenmeyle olanaklı değildir. Kavramak anlığın işi iken anlamak, psişenin işidir. Tinsel(manevi) anlamada, ilginin tümünün içselleşmesi, yaşanması, duyulması ve yetilerin harekete geçmesi gerekmektedir. Tinsel anlama süreci, bilgi ve beceride ustalık kazanmaya yönelik olmalıdır. Her uygarlık bir anlamda mabettir. Çünkü her uygarlığın ilke ve değerleriyle bir tinsel bütünlüğü vardır. Her uygarlığın benimsediği ilke ve değerleri yaşama geçirmedeki ustalığı, o uygarlığın tinsel biçemini ortaya koyar. Tüm dünya görüşleri ilke ve değerleri bakımından belli bir doğruluk ve evrensellik savı ile ortaya çıkar, ancak, tarihte görüldüğü gibi hiçbir dünya görüşü tüm dünyaya egemen olamamıştır. Bu nedenle farklı dünya görüşlerinin aynı dünyada bir arada barış içinde yaşaması gerekmektedir. Aksi taktirde savaşlar kaçınılmazdır. Bir arada barış içinde yaşamanın ön koşulu, insan hak ve özgürlüklerinin tüm toplumlarca benimsenmesi ve savunulmasıdır. Bu anlamda “evrensel ülkü mabedi”, tek bir uygarlığın evrenselleştirilmesi değil, farklı uygarlıkların bir arada hakça yaşayabilmesinin evrensel ölçütü olarak anlaşılmalıdır. Bu ölçüt uygarlıklar arası uzlaşmanın toleransını belirler. Mabet yapımındaki “tolerans harcı” bu nedenle yaşamsal önem taşır. Tolerans, hoş görü değildir. Hoş görü egemen gücün egemenliği altındakilere karşı takındığı bir tutumdur, ya da güçlünün zayıfı bir ölçüde kabul etmesidir. Hoş görü duygusallığa dayanır ve güçlüden zayıfa doğru tek yönlüdür. Buna karşın “tolerans”, bir us ilkesidir ve taraflar arasında uzlaşma zeminini hazırlar, hakları düzenler, güçler arasında denge ve düzen kurmaya yönelik işlev görür. Tolerans, kavramın sınırlarının ölçüsünü veren bir us ilkesidir. Ölçü, nicelik ve niteliğin ayrımlı birliği olarak kavramdır. Us, kendi kendini tanıtlamalı, ölçü olarak kavramlaşmalı ve tüm nesne olay ve olgulara ölçüt olmalıdır. Nesne olay ve olguların bilinmesinde kullanılan ussal ölçüt ise, geometri bilimidir. Aritmetik, geometrik biçimlerin açılımı, anlatımıdır. Geometri ve aritmetiğin birliği ise matematiktir. Matematik, nesnel bilimlerin dilidir. İlk geometrik biçim, usun ilk kavramı üçgendir. Uzayda tek nokta tanımsızdır, iki nokta çizgiyi, yani ilişkiyi, üç noktanın ilişkilendirilmesi ise üçgeni verir ki ilk ussal belirlemedir, yani kavramdır. Bu nedenle usun gören(kavrayan) gözü üçgen içinden ışıldar. Her türlü nesnel gerçekliği gören göz, bu gözdür. 2004-10-09
Yorumlarümit yılmaz
{ 29 Mayıs 2012 20:28:22 }
sevgili Metin bobaroğlunun bu güzel yazısını 4,5 sene önce okumuş ve muhteşem bulmuştum ....hala muhteşem .ama ufak bir katkı yapayım ..yazıyı yeniden okuyunca bir şey fark ettim ...çok yetkin bir çalışma olmasına rağmen yazı zaman zaman konu merkezinin dışına taşan bir yapıya bürünmüş...bu aslında bir yöntem ,metin bey böyle tercih etmiş ..ama bu yöntem bazen işlenen konunun tüm kavramlarını açmaya çalışırken sizi bir anda konunun dışınada taşıyabilir....böylece konunun dışına taşınmış olan yapının etkisi ve vuruculuğu önemli ölçüde zayıflar..konunun tüm bağlantılarınıda göstereyim derken bir anda konu aşırı melodilerle yorulmuş bir Mahler,in senfonisine benzeyebilir..bu gerçekleşince yazıyı okuyan kişiler bu durumda bütünü okumak yerine kısım kısım anektotlarda kendilerini meşgul etmeye başlarlar ve söz etkisini yitirir ..saygılar
erhan sirekin
{ 09 Temmuz 2008 06:36:15 }
tebrik ederim Metin kardeşim.
Bu bilgileri böyle topluca elde edebilmek için en az iki kitabı okumak ve özet çıkarmak gerekirdi . Fakat siz o kadar güzel enletmış ve bilimsel yolla desteklemişiniz ki benim için bulunmaz bir kaynak oldu. yazınızdan çok faydalanacağım .Şimdiden teşekkürler ve böyle güzel yazıların devamını bekleriz. ibrahim yıldırım
{ 15 Ocak 2008 15:11:46 }
Bu muhtesşem içerige yorum yazabilen varsa
Diğer Sayfalar: 1. yazsında görelim .zannetmeryi ki kimse beğenmediği için degil.Bilgi ve irfanın olduğu yerde haddini bilen yorum yapamaz. SELAM VE MUHABBETLE
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|