|
|
Yürüyen kabir; KibirKategori: Felsefe | 2 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 10 Mart 2012 14:38:02 Cennetten kovulma miti biz insanların hiç eskimeyen ve eskimeyecek olan varoluş öyküsüdür. İçinden bal, şarap, su ve süt ırmaklarının aktığı, ölümsüz yaşamın olduğu; deyim yerindeyse yan gelip yattığı bir bahçeden kovulmasının sembolik anlatımıdır. Anlatılan ana rahmidir. Her insan bu karanlık dünyada her şeyden habersiz yaşayıp giderken günü geldiğinde oradan çıkacaktır - (kovulacaktır.)
İnsan için ilk travma, ilk yabancılaşma anadan doğmaktır. İkinci yabancılaşma çocuğun konuşmaya başlamasıdır. Bu genellikle 2-3 yaşından itibaren oluşup gelişen bir süreçtir. Çocuk artık nesneleri tanımaya başlar, kendisi ile dışındaki dünyanın ayırımına varır; özdeşlikten kopuş. Konuşmak, yani dili kullanmaya başlamak bilincin uyanması ile aynı anlama gelir ve insan bu andan itibaren kendisi ve kendisi olmayan sonsuz bir dünyanın içinde olduğunu fark etmeye başlar. Böylece dışındaki dünyanın nesneleri, olanakları, sınırları ve zorlamalarıyla yüz yüze gelir. Kendi arzularının ve isteklerinin farkında olan insan öncelikle onları doyuracak nesneleri elde etmenin yollarını bulmaya çalışmak zorunda kaldığını görür. Bunun için diğer insanlarla ilişkilere girmek, sorumluluk üstlenmek, kendine bir duruş belirlemek, hayatının akışına bir yol bulmak gibi bitmez tükenmez uğraşların içine düşer. Önceleri doğal olarak, bilinçsizce özdeşlikten çıkmak zorunda kalan insan, sorumluluk üstelenmek noktasından itibaren farklı bir aşamaya gelir. Adem cennetten kovulurken ona söylenmişti: “…yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. Toprak sana diken ve çalı verecek, Yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın Ve yine toprağa döneceksin” (Tora-Yaratılış;3/17-19) Bu öykü biz insanların canlı kaldığımız sürece yaşamımızın simgesel bir özeti. Önce doğal bir ayrıma uğradığını gören insan giderek kişilik inşasına başlar. Bu noktadan itibaren nitelik olarak başka bir farkındalığa gelir; Tinsellik. Kendi emeği, tasarımı, düşünceleri ve yetileriyle kendi kendini toplum içinde ve onun bir öğesi olarak varetmeye başlar. Ne derece etken, ne derece edilgen olduğunu üstlendiği sorumluluk ile yine kendisi belirler. Doğal haliyle biricik olan her insan, sorumluluk üstlenen bir varlık olduğu andan itibaren bilinci ve kişiliği ile de biricik bir varlık olmaya başlamış demektir. Farklı olduğunu fark eden insan bu farklılığı kanıtlamak gibi bir dürtüyle uyarılır. Bu uyarı hem içten arzuları tarafından hem de günlük ilişkilerinde edindiği deneyimler sonucu toplum tarafından. İnsan istese de aynılaşamaz; çünkü her birimizin kendine özgü deneyimleri, olanakları, ilgi alanları ve yetileri vardır. Kişilik donanımları, amaçları, uğraşları, inanç ve değerleri çok farkı bireyler kendilerini birbiriyle kıyaslayacak olanakların içinde bulurlar. Kendisini sahiplendikleri aracılığıyla ifade eden, saygınlık arayan, anlamlı bulan her insan kendini hep bir yarışın içinde bulacaktır. Önemini kendi özgüveninden, kendine ait olmaktan değil de sahiplenmelerine dayandırmak insanı hep tedirgin eder. Çünkü sahiplenmeler dışımızdadır, elimizden kayıp gidebilirler, ayrıca her an başkaları tarafından alt edilmek riski vardır. Kıyaslama daha üstün-daha düşük, daha iyi-daha kötü, daha güçlü-daha zayıf … gibi ikilemler yaratır. İkilemlerle işleyen bir anlayış taraf olmak zorunda kalır. Taraf olmak öteki taraflarla rekabeti ve üstünlük yarışını körükler. Bu durum insanın iç dünyasında gerilim doğuran, dengesini bozan, huzursuzluk yaratan birbirine karşıt kutupların oluşmasına yol açan yıkıcı bir süreçtir. İkircime düşen insan diğerlerini kendine “karşıt bir öteki” olarak görür. Böylece “Ötekinin” karşısında kendini kanıtlamak için içerden ve dışarıdan kışkırtılır, ama bunun için kendine bir dayanak bulmak zorundadır; para, şöhret, makam, bilgi, herhangi bir yetenek, ya da etkinlik… gibi. Sonuç olarak bir şeyin oluşmasına vesile olduğunu birilerine kanıtlamak gereği hisseder: Nasıl? Şu veya bu şekilde bir meziyet edinerek. *** Farklı (özel-ayrıksı) olma düşüncesiyle beraber insan ilk-doğal masumiyetini kaybeder. Giderek üstün olduğu ya da üstün olması gerektiği duygusu güçlenmeye başlar: Farklı olma gerçekliği, üstün olma özlemine veya üstünlük taslama oyununa dönüşür. İnsan kendisini kendisi için değil de başkaları için varetme yanılgısına kaptırdığı andan itibaren iki kutuplu tek duygunun gerilim hattına asılmış demektir; Kibir ve Yetersizlik Duygusu. Özü itibariyle bunlar aynı duygunun iki ucunu ifade ederler. Kibir, öteki ucu gizleme çabasıdır, başkalarını küçük görerek kendini yüceltme oyunudur. Kendince kendine ayrıksı, üstün bir nitelik atfeden insan aynı niteliğe sahip olan kişilerden kendisinden daha ileride olanlar karşısında eziklik ve kıskançlık duygusuna kapılır; geride olanlar karşısında ise Kibirli davranır. Üstenci tutumlar ve “ben özelim” düşüncesi, bir yüzü Kibir öteki yüzü Aşağılık Kompleksi olan duygunun yumuşatılmış halleridir. Bu durum Ego’nun doğal bir eğilimidir. Ego derken Freudyen anlamda değil, kişinin kendini ayrıksı ve özel birisi olarak varsayması ve buna inanması anlamında kullanıyorum. Ego kişiliğin evi, zihnin dış kabuğudur; var, fakat gerçekliği yok, çünkü sanal, kendi kendimize yapıştırdığımız bir etiket. Ama benliğimizin bir gölgesi, yaşam sürecimizin geride bıraktığı bir izi olarak da sürekli peşimizden gelerek bize eşlik eder. “Allah, ‘öyle ise, dedi. Oradan in. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık. Çünkü sen aşağılıklardansın. -İblis, ‘bana, tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’, dedi. -Allah ‘haydi sen mühlet verilenlerdensin’, dedi. -İblis: ‘öyle ise beni azdırmana karşılık and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın’ dedi.” (A’raf Suresi; 13-17) Bu bir sorun değil, ne zaman benliği unutup gölgeye dönersek, yolculuğa ve atılacak adımlara değil de geride bıraktığımız izlere dönüp takılırsak işte o zaman iç dünyamızda kargaşa başlar. Bu kargaşanın neler olduğu, nasıl oluştuğu ve nasıl anlaşılacağı ayrı bir konu, fakat her insan kendi kargaşasını izleyerek bu sanal varlığın nasıl oluştuğunu ve mahiyetini rahatlıkla görüp anlayabilir. Özel, başkalarınca onaylanan birisi olduğumuzda; bize övgü ve saygınlık getiren bir şey yaptığımızda içimizde şu duygu hemen kabarmaya başlar: “Ben özelim, ben farklıyım.” “Özel”, “saygın”, “onaylanıp beğenilen” birisi olma insana cazip gelir. Söz konusu cazibeye kapılan insan giderek gölgeyle ve izlerle daha çok oyalanır, o alana yatırım yapmaya başlar. Elbette buna eşlik eden ikinci elden gölgeler de oyuna katılır; gösteriş, kıskançlık, öfke, hırs, tedirginlik, doyumsuzluk, huzursuzluk ve bir türlü tatmine erişememe… Kibir bir insani haldir, şöhret ise onun ikizi. Yani her kibir hali kendini şöhret tutkusu içinde bulur, öteki uçtan söylersek şöhret kibiri besleyen çok verimli bir topraktır, tıpkı şehvet-şiddet döngüsü gibi. *** “İnsan insanın aynasıdır”, ya da “İnsanı bilirler bir insan ile” özdeyişleri kendimizi arayıp-bulup-bilme serüvenimizde kaynağa işaret eder. Kaynak biziz; “kaynar katran kazanlarına” düşmek veya “köprünün” öbür tarafına sağ-salim ulaşmak için… “Gezinip dururlar halleri ile Konuşup dururlar dilleri ile Baktım cehenneme odunu yok Gidenler kendi götürür elleri ile.” (İ. Emre) Mitolojik söylemler kavramsal anlatımlardan farklıdır. Kavramlarda sağlam bir mantıksal örgü, düşünsel kanıtlar, zorunlu bağlantılar vardır. Doğası gereği bağlayıcı, kendini kabul ettirmeye ve onaylatmaya yatkındır. Sezgileri ve hayal gücünü köreltir. Elbette yaşamda kavramsallığın yeri vardır, ondan vazgeçilemez; ancak işlevi ve doğası kendine özgüdür. Kavramak ve belirleme yapmak için kavramsallık gereklidir. Mitolojik söylemler insanı keşfe yöneltir, bizi kabul etmek ya da etmemek, yanlışlamak ya da doğrulamak ikilemine sokmaz. İnsan bilincini kışkırtır, onu kendi deneyimleri ile kendini ve hayatı anlamaya, anlamlandırmaya yöneltir; simgesel anlatımı ve mitolojik kurgusuyla insanın sezgi gücünü ve hayal dünyasını zenginleştirir. Bireyi kendi deneyimleri ile içe yönelterek kendi dünyasında gezintiye çıkarır. Doğası gereği daha esnek, güler yüzlü, samimi ve heyecan vericidir; ikna etmek, kuru bilgiler dikte etmek yerine yaşamın özüne çağırır. İçine yönelen her insan orada kendi yaşamından bir parça bulur; değerlendirmesi ve anlamlandırması kendi deneyiminin ve gözleminin ürünü olarak bizzat ona ait olur. *** Yukarıda ele aldığımız konuları içeren pek çok mitsel söylem buna işarettir. Tanrıların dilinden insanın kibirlenmesi anlatılırken bunun nasıl cezalandırıldığı da gösterilir. Ünlü Babil Kulesi mitinde anlatıldığına göre; insanlar bir araya gelip göklere erişecek bir kule yapmaya karar verirler. Bunu gören RAB endişeye kapılır. İnsanların hiçbir engel tanımayacağı endişesine kapılarak kuleyi yıkarlar ve insanları dünyanın her tarafına dağıtırlar. Yunan mitolojisindeki bir anlatıma göre kendine özgü biçimleri olan (Ephialtes ve Otos gibi) insanlar göğe tırmanmaya ve tanrılara karşı koymaya yeltenmişlerdir. Bunu gören tanrılar insana ceza keserler ve onları ortadan ayırarak ikiye bölerler. Böylece insanlar kuvvetten düşürülüp hadleri bildirilir. İnsanın kendini bilmesi erişebileceği en tatmin edici yaşam deneyimi ve kendiyle dolu olmanın doruğudur. “Kendini bil”, bireyselliği hatırlatması anlamında insanlık tarihinde dile getirilmiş en derin kelamlardan birisidir. Çünkü bu dirimsel bir süreçtir ve kişiyi sürekli olarak uyanık kalmasına ve kendi kendine karşı olan sorumluluğunu hatırlamasına olan bir çağrıdır. İnsan kendisini kendi deneyimleri üzerinden izleyebilir. Kendi deneyimlerimiz demek öteki insanlarla ilişki sürecimizi izleyip değerlendirmek demektir. Bilinç varlığı olarak birer özneyiz ve özneliğimizi ancak bizim gibi öteki bilinç varlıkları ile yansımalı ilişki yoluyla deneyimleyebiliriz. İradi tutumlarımız; yani anlayışımız, tepkilerimiz, taleplerimiz, beklentilerimiz … bize ait. Duruşumuzu ilişkilerimize yansıtırız, ancak yansıtıcı ayna (öteki özneler) bizden bağımsızdırlar. Onların da tıpkı bizim gibi kendilerine özgü “iradi tutumları” vardır. İşte bu noktada farklı anlayış ve duruşların birbirini nasıl karşıladığı, nasıl kabullendiği, nereye yönlendirmek istediği ilişki sürecini belirler. Bu süreç aynı zamanda bizi bize gösteren bir ayna işlevi de görür. Kendimize dönük hesaplaşamaya girdiğimizde engellerle karşılaşırız. Öncelikle olguları bütün açıklığı ile görecek yeterlikte olmayabiliriz. Bu sorun çok önemli değil. Samimi insan bunu rahatlıkla aşar; daha yetkin kişilere başvurarak, araştırarak ve sorgulamayı sürdürerek. Bir olumsuzluğun aşılması gerektiğine karar verip bunu aşamamak hepimizin başına gelebilecek doğal ve masumane bir haldir. Asıl engel içimizden kabaran; bize rağmen bizden işleyen, üstelik rahatsızlık verdiğini duyumsadığımız halde bırakmayı göze alamadığımız güç; EGO. Bunun somut görünüşlerinden birisi olarak da; Kibir. Bu sanal, psikolojik yaşam enerjileri sosyal birer olgudur ve günlük yaşam ilişkileri içinde oluşturulurlar. Deneyimlerimiz ve bilincimiz yoluyla oluştukları için, yine bizim çabamız yoluyla terbiye edilebilirler. Terbiyeye bağlı olan şeyler kendilerini kolay teslim etmezler, direnç gösterirler. İnsanın kibirlenip, ego’ya düşmesinin belirli koşulları vardır. Bu koşullar bizi dışarıdan kuşatmış olabilir, içten ele geçirmiş olabilir, ancak biz istemedikçe bizi ele geçirmeleri de mümkün olamaz. Bu durum insanın kendinden kendine olan umududur. Öncelikle yapıp-etmelerimizde başkalarının bize tepki vermesinin, bizi eleştirmesinin yolu tıkanmışsa; geriye dönüp hesap verecek bir güçten yoksun kalmışsak bu bir risktir. Kişinin kendi kendisini ilahlaştırmasının, kendi sanal ışıltılı dünyasında boğulmasının bataklığı hazır demektir. Bu durum şöhreti çok, parası çok, iktidar yetkisi çok; kısaca elinde bulundurduğu güç dolayısıyla herkesi sindiren ve hüküm alanı geniş olanlarda görülür. Gücü dolayısıyla etrafına kalın bir savunma duvarı örmek aslında bu duvarlar arasında kendine bir hapishane inşa etmek demektir. Sokrates savunmasında kendisini yargılayanlara “beni kendinizden mahrum bırakmayın sayın yargıçlar, ben bir at sineğiyim, sizi sağınızdan-solunuzdan ısırıp rahatsız ederim, sizi size hatırlatırım”, derken bu hakikate parmak basıyordu. Ama dikkat; her birimiz biraz böyleyiz, yani “at sinekleri tarafından ısırılmayı” pek istemeyiz. İkinci olarak; sonsuz bir bütünün (Varlığın) koruması ve desteği altında olduğumuzu unutursak, bize bahşedilen nimetleri görmezden gelirsek… Kibir, günlük ilişki alanında görünüş biçimiyle şımarıklık, kendini özel, eşsiz ve üstün görme gülünçlüğü yapış, yapış halde üzerimizden akar; belki kendimize ışıltılı ve çekici gelebilir, ancak aslında kötü kokulu ve kirletici bir çamurdur. *** Modern yaşamın olanakları arttıkça, insanın kendine olan güveni artıyor gibi. Kendiyle barışıklık, iç doygunluk ve huzur bu güvenin işaretleri olmalı. Oysaki günlük yaşamda ne çok hoyratlık var, yalnızlık dumanı ne kadar yoğun, kendini “kişilik ülkesinin” kralı olarak yüceltme oyunu ne de avutucu… Ama olsun her dert kendi derman arayışını birlikte getirir. İnsan bencilleştikçe, hoyratlaştıkça, “nefsini ilah edindikçe” bunların birer aldatmaca, bilincini uyuşturma oyunu olduğunu da görür. Bunları gördükçe kültürümüzde sıradan bir sözmüş gibi dillendiren hakikatlere biraz daha yakınlaşıyor insan; “Bunda da bir hayır vardır.” Bu ve benzeri konular üzerinde ilgimi yöneltirken karşılaştığım şu kelamlar beni oldukça heyecanlandırmıştı: “Her nefs kazandıklarına bir rehindir.” (Müddesir/38) Arlıca, “Gerçek şu ki; insan azgınlık eder, kendisinin muhtaç olmadığını zannettiği için” (a’lak/6-7) Varoluşun bize sunduğu nimete şükran duymak, insan emeğine ve düşünsel ürünlerine vefa göstermek, hak olana bağlı kalmak bizim özsel yanımız. Bunlardan sapmak ya da uzaklaşmak aynı anlama gelmek üzere kendi özümüzden uzaklaşmaktır; neye yaklaşıp neyden uzaklaştığımızın işareti içimizden bize bildirilir. Çok basit; huzurlu musun? Kendinle barışık mısın? Gerçekliği olduğu gibi karşılamaya hazır mısın? (Tabi bu soruları öncelikle kendime soruyorum.)
Yorumlarkoray deniz
{ 13 Ağustos 2012 08:26:16 }
Cennetten kovulmaya mit diyorsanız, inanmadığınız bir ilahi kitaptan neden alıntı yapıp yorumluyorsunuz. Cenneti rahim olarak nitelemek hangi ölçüte göre.... Sizin aklınıza göre mi. :) Bir insanın aklına mı güvenmeliyiz, benzer bir ayeti dahi ortaya konamayan Kur'an a mı... Bence siz bu dinler üstülüğü fazla ciddiye almışsınız. Kur'an ı küçücük aklınızla eğip bükme hakkını kendinizde bulmak için önce 15 asırdır istenen BENZER AYETİ sunun. Sonra kibirden bahsedin ki inandırıcı olsun.
Hulisi AKKANAT
{ 17 Nisan 2012 10:56:26 }
Sevgili Mustafa "Kibir ile Kabir" ikili birliğini gönlümüze nakşettin, sağolasın. Kur'an'ıın Lokmân suresi, 18.ayeti bu soruna şöyle açıklık getirmiş : "Ve lâ tusa’ir haddeke lin nâsi ve lâ temşi fîl ardı merahâ(merahan) innellâhe lâ yuhıbbu kulle muhtâlin fehûr(fehûrin). "Hem insanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez." 19. ayet ise :"Vaksid fî meşyike vagdud min savtik(savtike), inne enkerel asvâti le savtul hamîr(hamîri)". " Hayat yürüyüşünde doğal,dengeli ol, sesini alçalt ( yükseltme ). Şu bir gerçek ki ( unutma ki ), seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Ego ( benlik ) ne kadar mutlak Ego'ya yani tümel şuur'a yaklaşırsa, o derecede kendi özgürlüğünü ve özgünlüğünü gerçekleştirir. Fakat bu aşk, dindirilmeyen bir hasret, bitmeyen ve bitmeyecek olan arayış ve söndürülemeyen bir yangındır: zira yalnız böylesi bir özlemle varlığımız şekillenebilir.. sevgilerimle..
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|