|
|
Bir zamanlar Ankara bir zamanlar ODTÜKategori: Yaşam | 2 Yorum | 09 Mart 2012 09:15:58 1980'li yılların ODTÜ'sünden öykü tadında üç anı. O günleri biliyor musunuz? Darbe sonrası... Neler yaşadı genç insanlar, neler umut ettiler?. Cep telefonu yok, internet yok, sanal duvarlarda geyik yok... Polis var, jandarma var. Yasak üstüne yasak var. Ama bir de dostluk var, paylaşmak, sevmek var. Birlikte top oynamak, dibine dek içip dibine dek siyaset konuşmak var. Çünkü en çok ama en çok umut var! Gelecek güzel olacaktı! Bu anılar o dönemin içinden, ODTÜ'nün yüreğinden, Okan Dinç'in kaleminden.
VURSUNLAR BİR TANE DAHA Susku, ranzada üst komşum, ben alt katta o üst katta yatıyor. Pırlanta gibi biri, ODTÜ’ye değer katanlardan biri. Siyasetten uzak, babası Türkiyenin en önemli siyasilerinden biri. Çok genç yaşta tanıştı böbrek ağrısı ile. Böbreklerinde ki kum acı veriyor. Onunla beraber acısını paylaşsam da Susku zıpla, zıplarsan kumlar dökülür demekten kendimi alamıyorum. Zıplıyor Susku sabaha kadar. Bu kadar temiz biri o. Yine Vedat ve Şadi ile briç oynamaktan döndüğüm bir gece Odaya girdiğimde Susku'yu ayaklarını tavana dikmiş buluyorum. Acıdan kıvranıyor. Susku'nun yüzündeki acı yarattığı komik pozisyonun önüne geçiyor. Hadi, diyorum gidiyoruz. Yanıt veremiyor ağrıdan konuşmakta zorlanıyor. Koşarak 6 katı iniyorum. Danışmadaki görevliden rica ediyorum revirdeki cankurtaranı çağırıyor. Cankurtarana dediğime bakmayın içinde hiçbir techizat yok. Bir solukta yine odaya çıkıp Susku’yu indiriyorum ranzadan. Üzerine bir şeyler alıp çoraplarını ve ayakkabılarını giydiriyorum. Koluna giriyorum, aşağıya iniyoruz. Daha cankurtaran gelmemiş. Konuşturmaya çalışıyorum ağrısını unutsun diye. Üst üste 3 tane yüksek dozajda Baraljin aldığını öğreniyorum. Kusuyor yeşil yeşil... Endişeleniyorum. Söylenerek giriyor kapıdan cankurtaran şöförü. Nerede hasta! Görmüyor mu yoksa uykusu bölündü, işini yapacak diye bizi mi suçluyor... Daha Cankurtarana bindiğimiz anda götürürüm ama sizi beklemem orada, diyor. Yolda uyuyup bir ağaca çıkmazsak dönersin, diyorum içimden. Sıhhıye’deki Numune hastahanesine geldiğimiz saat sabaha karşı üçe geliyor. Acilden içeriye giriyoruz. Susku ayakta zor duruyor. İlk defa böylesi boş bir acil servis görüyorum. Nereye geldik diye düşünürken Susku'yu sıraya oturtup hemşire ve doktor aramaya koyuluyorum. Neden sonra bulduğum bir hasta bakıcıdan nöbetçi doktorun odasını öğreniyorum. Susku kolumda, kapıyı çalıyorum, ses yok. Yine çalıyorum, yine yok. Yavaşça aralıyorum kapıyı. Uzunca bir oda, doktor karşıda masasında uyuyor, muayene masası kapının hemen yanında. Susku'yu muayene masasına oturtuyorum. Aldığı ilaçların ve de uykusuz geçen gecelerin ardından dik durmakta zorlanıyor. Dayan biraz, diyorum. Doktoru uyandırmaya çalışıyorum. Doktor bey doktor bey kalkar mısınız!... Dürtüyorum. Doktordan çıkan hı ne var sesini duyduğumda Susku'nun yıkıldığını görüyorum. Koşuyorum Susku'yu doğrultuyorum. Dönüp baktığımda doktor beyimiz uyumuş. Gidip doktoru uyandırdığımda bizimkisi yatıyor, bizimkisini kaldırdığımda doktor uyuyor. Dayanamıyorum, Susku’nun yanına oturup onun dik durmasını sağlayıp avazım çıktığı kadar bağırıyorum doktora.... Zıplayarak uyanıyor, biraz şaşkın biraz kızgın bakıyor bize. Ne var? Anlatmaya çalışıyorum. Böbreklerinde kum var, ağrısı dinsin diye yüksek dozda üst üste baralgine almış yeşil yeşil kusuyor. Doktor boş boş bakıp konuşuyor. Söyle hemşireye bir baralgine iğne vursunlar. Acı acı gülümsüyorum. Doktor gülümsediğimi dahi göremeden yeniden uykuya dalıyor. Giriyorum arkadaşımın koluna hadi gidiyoruz diyorum. Nereye nasıl? Cankurtaranın gittiğinden emin. Gerekirse sırtımda taşırım seni diyorum acil servisin kapısından çıkarken. Şöför insafa gelmiş, gidememiş bizi bekliyor arabanın içinde uyurken. Okula ve yurda geri dönüyoruz, arkadaşımın başı omzumda. Kimse konuşmuyor! 35 MM ODTÜ de ilk aylarımdı. 1980 sonrası gelenler bilir.Yasakların çok olduğu dönemdi. Staddan DEVRİM yazısı silinememiş olsa da, stadın yanındaki ağaçlık alandan bölümlere geçmek yasaktı. Mühendislikte okuyup yurtlarda kalanlar stadın etrafında tur atmak zorundaydılar. Sık sık sokağa çıkma yasakları vardı o günlerde ülkede. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1980 sonrası ilk oy kullanımında, gazetelerin birinde yarın oy kullanacağız sokağa çıkma yasağına uyalım diye manşet atılmıştı. Nasıl yani sokağa çıkmadan oy kullanmak...! ODTÜ’de bu yasaklardan bolca nasiplenmişti. Ağaç altında oturmak yasak! Ağaçlık alandan geçmek yasak! İki ağaç arasında durup dilek tutmak serbest! 3 kişinin yan yana yürümesi bile yasak! Ankara'nın ayazı insanın iliklerine kadar işler. Ankara'nın ayazına da alışmıştım ama bana yasaklar zor geliyordu. O hafta Tunalı Hilmi'den 35 mm küçük bir fotoğraf makinası almıştım. 36 Pozluk filmi de içine takmıştım. Çocukluktan beri fotoğraf çekmeye ilgim vardı. İlk makinam hani şu çekip hemen fotoğrafı veren paloroid marka makina idi. Her ne kadar filmini temin edip hevesimi alamasam da sonra Zenith marka bir makina edindim.Marka Kril alfabesi ile yazılı olsa da Zenith yazdığı anlaşılıyordu. Taşıması zor olduğu içinde bir tane basit bir makina almıştım kendime. Film ve banyo pahalı olduğu için öyle şimdi olduğu gibi her gördüğümüzü çekemiyorduk. O pazar günü yine sokağa çıkma yasağı vardı. Yurda hapis olmuştuk. Oda arkadaşım Susku, "Oğlum makina aldın bari fotoğraf çekinelim." dedi. Oda içinde çekilen 1-2 kare kimseye yetmedi elbette. . Yurt binasının yan tarafında, hemen kantinin üstüne kadar inen yangın merdiveni vardı. Sık sık orada merdivenlere oturur Tolga'nın bize özel dinletilerini dinlerdik. Tolga, sazı ile sözü ile kulağımızın pasını alırdı. Dışarısı çok soğuk olmasına rağmen yangın merdiveninde ve kantinin üzerinde birkaç poz çektik. Hepimiz odaya dönmüştük ki anons duyuldu... Yangın merdiveninde fotoğraf çekilen arkadaşlar fotoğraf makinası ile birlikte lütfen danışmaya. Biribrimizin yüzüne bakıp yerimizden kalktık. Gayri ihtiyari paltolarımızı aldık üzerimize. Ayaklarımızda terlikle indik danışmaya Danışmanın önünde bir onbaşı ve arkasında iki asker. Onbaşı sert bir ses tonuyla sordu. Siz miydiniz fotoğraf çekenler? Bizimle beraber karakola geleceksiniz. Ayakkabı giymemize dahi izin vermediler. Yurtlar bölgesinin üstünde 100. Yıl sitesine geçiş kısmında bir Jandarma Karakolu vardı. Oraya götürdüler üçümüzü... O kapıdan da okula giriş çıkış yasaktı. Karakolun önüne geldiğimizde beklememizi söyledi onbaşı, fotoğraf makinasını alıp karakol binasından içeriye girdi. Ayazda bekleyişimiz uzadıkça üşümeye başladık. Kapıda duran asker içeriye almıyor. Bilgi de verilmiyor. Baktım olacak gibi değil. Akıllarınca işkence ediyorlar bize. Yere oturdum. İki dakikaya kalmadı onbaşı çıktı geldi yanıma Ayağa kalk!!! Geleli neredeyse 2 saat oldu bizi neden bu soğukta bekletiyor sunuz? Ayağa kalk!! Sen soruma yanıt verene kadar kalkmıyorum. İnatlaştığımı gören nöbetçi subayı içeriden seslendi: Gelsinler! Üçümüz girdik odaya fotoğraf makinası nöbetçi subayının elinde. Yeni mezun bir teğmen... Başladı sorguya.... Siz ne çektiniz orada? Fotoğraf. Neyin, nerenin fotoğrafları? Birbirimizin. Siz benim karakolun fotoğraflarını çekiyordunuz. Kısa süren şaşkınlığımın içinde “neee” diyebildim yalnızca. Askerlerimin nöbet saatlerini belirlemek için fotoğraflarını çektiniz. Teğmen elindeki makina son derece basit bir makina, gözümün dahi göremiyeceği kadar uzak mesafede ki insanları bununla nasıl çekerim!?! Sizlerden herşey beklenir. Kimlerden? Sizlerden. Allah allah biz kimiz ki? Teğmen, makina da bu bölgenin tek fotoğrafı yok. Nereden bileyim olmadığını. Tab ettir görürsün. Burada o imkan yok. Çıkarayım filmi sana vereyim. Yok film yanar. İfadelerimizi al, yerimiz belli yurdumuz belli. Fotoğraf makinası da sende kalsın. Tab ettirince bize verirsin. Olmaz siz kaçarsınız sonra. Nereye kaçacağız! Biz kimiz, bizim bilmediğimiz bizim hakkımızda birşey mi biliyor bu adam! Eeee bizi böyle filmi tab ettirene kadar tutacak mısın? Yanınıza asker vereyim gidin tab ettirin gelin. Olur, n’apalım! Onbaşı ve iki askerle yeniden bindik kamyonete. Elbette askerler üşümesin, onlar ön kabinde. Biz üç suçlu kamyonetin arkasında. Ayaz vuruyor bir taraftan. Ayaklarımızda naylon terlikler. Bulduğumuz pis bir battaniyeyi üçümüz ayaklarımıza örttük. Sokağa çıkma yasağının uygulandığı Ankara sokaklarında açık fotoğrafçı arıyoruz. Yasağı delip dükkanına gitmiş bir cesur yürek! Hem de askerler ile! Emek, Bahçeli, Tandoğan, Maltepe derken Kızılay'a geldik. Ana caddelerde bile tek araç bizimkisi. Hava neredeyse kararacak. Güven parka çok yakın bir yerde bir fotoğrafçının ışığının yandığını fark ettik. Uzunca bir süre zilini, camını, kapısını çaldık ama içeriden ses yok. Vazgeçip gittiğimizi sanarak balkona çıkmasa görmeyecektik. Yalvardık tab etsin diye ama... Şaşkın gözlerle bizi süzerek söylendi. Manyak mısınız ya! Sokağa çıkma yasağı var, yanınızda askerle açık yer arıyorsunuz. Açamam başım belaya girer sonra. İşler yoğun diye dükkanda yattım ben. Sonra da hemen arkasını dönüp içeriye girdi. "Dönelim artık, adam haklı açık yer bulamayız, diyince Onbaşı aha jeton sonunda düştü diye içimden geçirdim. Bu arada hava iyice karamıştı. Karakola döndüğümüzde onbaşı kendi kendine söyleniyordu... Bunlar yüzünden karavanayı da kaçırdık şimdi soğuk soğuk yiyeceğiz. Teğmen karşısında ayakta dikilen bizlere aldırmadan bir yarım saat daha evirdi çevirdi fotoğraf makinasını Sonra odadan çıktı. Bir saat sonra geldi. İyi peki sizin ifadelerinizi alsınlar. Yarın filimi tab ettirip negatifleri bana getirin. Kaçmaya da kalkmayın. Ertesi gün filmleri tab ettirip negatiflerini de karakola götürüp bırakmıştım. Elindeki gelişmiş dürbün ile zar zor gördüğü bizlerin güzel başlayan bir günde 35 mm fotoğraf makinası ile çektiği birkaç hatıra fotoğrafı 10 saatten fazla süren bir işkenceye dönmüştü. O günden sonra o makinayı bir daha hiç elime almadım. Bir ay sonra yurtta başka bir arkadaşa sattım. En tuhafı en kötüsü ise hayat kurtarmak için yaptırılan yangın merdivenleri ertesi gün kilitlendi! Yangın merdivenine açılan kapıların üzerine de "ANAHTAR DANIŞMADADIR" notu asıldı. YAKALIM GİTSİN Baharın ilk günleri idi. Güneş Ankara'da kendini göstermeye başlamıştı.ODTÜ yurtlar bölgesi sakinleri güneşli pazar gününün tadını çıkarıyorlardı. Susku, Konfüçyus ve ben ikinci yurdun önünde çimenlerde uzandık. Gözlerim az ileride basket oynayanlarda, kulaklarım bizimkilerin sohbetinde. Aklım basket oynayanlarda ama bahar çarpmış bedenimi. Müdavimler sahada, Süha, Bülent, Levent.Serdar saha kenarından taktik verip laf atmadan duramıyor. Mavi okul otobüsü geldi şehirden içinde 3 kişi ile... Kim gelir ki bu saatte şehirden diye düşünürken... Boynuna çarpraz astığı çantası ile Nihal indi. Aklı şehirde kalmış gibi. Antalya'lı o, bu güneşe inat kalın giyinmişti. Suskunun sesi ile irkildim Hadi şehire gidip içki alalım. Ne içeceğiz? sordu Konfüçyus. Votka mı rakı mı? Susku: Votka alalım kokmaz bari. Konfüçyus: Kim gidip alacak peki? Yanında portakal suyuda alsın. Tembel bunlar tembel! Bana baktılar... Tembel tenekeler hadi gidip aldım getirdim, burada nerede içeceksiniz? Hadi kalkın beraber gidelim şehirde içeriz. Tunus caddesinde kuruyemişçiden alırız votka ve portakal suyunu, gider Kuğulu Park’ta içeriz. Hem sizi kuğularla tanıştırırım. Diye sözlerimi tamamlayıp gülümsedim. Konfüçyus: O kadar sık gidiyorsun ki kesin tanımışlardır seni. Susku birden kalktı ayağa: Hadi o zaman yetişelim otobüse. Ali ile Ufuk'u da mı çağırsaydık? Teklif ettim. Susku: Otobüsü kaçırırız, hadi çabuk olun. Anlaşıldı ben bunları bu işten vazgeçiremiyeceğim. Mavi otobüsle ile biri Tunus caddesinden, diğeri Sıhhiye köprüsünden düzenli seferler vardı o dönemde. Son 23:40 servisi ise Güvenpark'tan kalkardı. Fikir kimden çıktı hatırlamıyorum ama Meclisin önündeki ağaçlık yeşil alanda içmeye karar verdik. Bir büyük votka, 1,5 litrelik portakal suyu ile soluğu Meclisin önündeki yeşil alanda aldık. Bahar mı çarpacak yoksa votka mı derken.... Hızlı bir giriş yaptılar hem sohbete hem votkaya. Sohbetleri baldan tatlı... Siyaset sohbetin kaymağı... Şişenin dibi nasılda hızlı geldi! İstemesem de açtık ikinci şişeyi. Bizimkilerin kanı iyice sulandı belli ki... Artık farklı akıyor sohbet...Kelimeleri başladı peltekleşmeye. Yakalım abi! Demezler mi?! Derler demesine de... Der demez şişeyi çimenlere dökmeye çalışmasalar! Zor aldım ellerinden. Bu meclis işe yaramazmış. Yakacaklarmış kökünden Hadi biraz yürüyelim. Kuğulu parkta elinizi yüzünüzü yıkarız. Onlar şişeye saldırıyor, yakacaklar... Benim çabam ise ikisini de ayakta tutabilmek. Ankara bürokrat şehri, Pazar oldu mu sessizlik çöker üstüne. Yolda tek tük insanlar ve arabalar. Susku sarılmaya kalkmasaydı kuğulara birer kahve de içirecektim. Tunus caddesine doğru yürüyoruz ama Susku sağa doğru yönelirken Konfüçyus sola çekeliyor beni. Balans ayarı gerektiren araba gibiyim. Tunus caddesi sağlı sollu arabalar park etmiş. Ankara'nın tüm arabaları bu caddede sanki. Büyükelçiliklerde çalışanların çoğu burada otururdu. Tutturdu benimkiler . Burada bir arabayı yaksak hepsi yanar ver şişeyi bize! Bir birini dayıyorum bahçe duvarına bir diğerini. Şişeyi bir apartmanın bahçesine boşaltmakta buldum çareyi. Şişeden umudu kesince sulamasalardı güzelim Amerikan arabasını.... Hem de o kadar söyledim bunlar sulanınca büyümez diye! O gün hem Meclisi kurtardım yanmaktan hem de yabancıların arabalarını. O günlerde yaktığımız dostluk ateşi ise hala yanıyor içimizde... Okan Dinç
YorumlarTuncay Çetin
{ 20 Ocak 2013 19:39:59 }
Kalemine sağlık arkadaşım. Ne iyi etmişsin de yazmışsın bunları o zaman. Bak sayende bir esintisi geldi ürpertti içimi, taa o güzelim kampüsümüzün çamlarının arasından. Sevgiyle kal. Tuncay.
Esen Akyel
{ 09 Mart 2012 10:25:10 }
Yüreğimi dağladın Okan Hocam.
Diğer Sayfalar: 1. Ellerine sağlık.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|