Hayatın bir kaç gerçeği olduğunu düşünmekteyim. Hepsini aynı anda yaşamak mecburiyetinde olduğumuz da bir başka gerçek. Geçtiğimiz iki gün içinde üç ana konuyu bir arada yaşamanın verdiği üzüntü ve sevincin etkisinden henüz kurtulamadığımı itiraf edebilirim. Çok sevdiğim bir okul arkadaşımın senelerdir beklediği bir özlemi vardı.
Üniversiteye birlikte başlamış, daha sonra Teknik Üniversiteyi bırakıp Tıp tahsiline yönelmişti. Ankara'da saygın bir beyin cerrahı olmuş, yaptığı başarılı amelityatlarla hak ettiği üne kavuşmuştu.
Çok sevilen bir akademisyen olan Lâle hanımla evlendi, güzel bir çatı katı olan Bahçelievler semtindeki mütevazi evleri onların mutluluk yuvasıydı. Her iki evladı da erkek olan bu arkadaşım, çocukları çok severdi, bilhassa küçük çocuklara karşı aşırı ilgisi vardı. Benim torunum olduğunda hastahaneye gelip ziyaret etmiş, bebeği severken gayri ihtiyari elini çocuğun bıngıldağına götürüp kafasına hafif temas ederek, kafa yapısının iyi olduğunu söylemişti. Geçtiğimiz sene büyük oğlu evlendi. Senelerdir beklediği ve özlemini çektiği dede olma hayali cumartesi günü gerçekleşti ve gelini Çiğdem bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Zeynep isimli bu yavru Taşkın ailesine bir mutluluk kaynağı oldu.
Aynı gün bir başka haberle sarsıldım, kapanan okulumuzun 1961 senesi mezunlarından olan Ahmet Sırrı Erol’u kaybetmiştik. Bu da hayatın bir başka gerçeği idi. Okulda sınıf arkadaşları kendisini Sırrı olarak tanır, Ahmet ismini kullanmazlardı. Talas Amerikan Ortaokulu`nu 1961 yılında bitiren ve Tarsus Amerikan Koleji`nden 1965 yılında mezun olan Ahmet Sırrı, arkadaşları arasında sevilen bir insandı. Cenaze namazına son yolculuğunda onun yanında olmak için çok sayıda arkadaşı Ankara’nın dışından koşarak gelmişlerdi. Bu da hayatın bir başka gerçeği idi. ‘’İnsan ömrü pamuk ipliğine bağlıdır’’ derler, doğru olduğuna inanırım. Bugün varsın, yarın bir bakmışsın yoksun.
Aynı gün bir başka konuya şahit oldum. Dünürümün oğlu çok sevecen cici bir hanım olan Gülşah’la hayatını birleştirmek için nikah masasına oturdu. Bir sevgi odağının bir akitle neticelenmesi, bir başka anlatımla çekirdek bir ailenin kuruluşunun neslin bekaasına yönelik ilk adım olduğuna inanırım. Doğumdan sonraki ilk ciddi merhalenin evlilik olduğu bir gerçektir.
Hayatın başlangıcı olan doğumdan sonra yaşamın sonu olan ebediyete göç etme arasında kalan bölüm hayatın gerçek yüzüdür. Bunun dışında oluşanlar hakkında bilinmeyen bir çok denklem olduğundan, bence esas hayat burada yaşanan bölümde olsa gerek. Hani derler ya ‘’ Bir günde üç mevsim yaşadım ‘’ geçtiğimiz hafta aynen onun gibi bir günüm geçti.
Bir çoğumuz mezarlığa kaybettiklerimizi anmak için gideriz ve dua ederiz. Kimi zaman dua ederken ezberimizde kalan bazı ayetleri okur duayı tamamlarız. Fakat yaptığımız duada ellerimizi açarak mırıldandığımız sözleri arapça olarak söylediğimiz için, cümlelerde neyi ifade ettiğimizi büyük bir çoğunluğumuzun bildiğine inanmamaktayım. Sanki Tanrı yanlız arapça bilmekte, başka bir lisanla dua edersek, belki bir tercüme hatası olabileceğini düşünerek mi böyle davranmaktayız, bunu bilmemekteyim.
Mezarlık ziyaretinde burada bulunan ilginç mezar taşları gözümüze ilişir. Bir başka edebiyat yatar bu müstesna yerde. Bir çok mezar taşında mefta için güzel sözler yazılır, kimi yerde bir şiir süsler bu mezar taşını. Bazı mezar taşlarında ayet yazılır, bazıları ise geride bıraktığı yakınlarının ne kadar üzüldüklerinden bahseder. Kartal Mezarlığında bir mezar taşı vardır hatırladığım, beyaz mermer taşın üzerinde bir şiir yazılıdır. Bu şiirin yazılmasını, mezarın içinde yatan değerli Neyzen, ölmeden evvel vasiyet eder.
28 Ocak 1953 tarihinde aramızdan ayrılan Neyzen Tevfik’in mezarında şu dörtlük yazılıdır:
Sen Surete Bakmakla Hüküm Verme Sakın
Gel Sireti Gör Hakkı Temaşa Ediyor
Hep Neyzeni Sarhoş Görüyorsan Ne Çıkar
Meyhanede Bak Kabeyi İnşaa Ediyor
Diye bir sözüm geldi söyledim, kaybettiklerimizi anarken.