Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey... demiş ozan, güzel söylemiş. Ama sevmek ne demek? Niye severiz? Kendimizi bilmeden sevebilir miyiz bir başkasını? Yoksa yamanır mıyız parçası olmak istediğimiz bir hayale...
Hrant Dink’i çok sevdik biz. Niye sevdik?
Onun yazılarını okudum bugün.
“Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.” demiş 19 ocak 2007 tarihli son yazısında.
“Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” demiş öldürüldüğü gün. Aldığı yüzlerce tehdite karşın, devletin aymazlığına karşın - yoksa bilinçli kayıtsızlığı mı desek- hala umutlu dirençli...
Katiller dışarda. Kızıgnız. Utanıyoruz. Devletin görevini yapmaması bir yana, suçluları koruması kollaması bizi dehşete düşürüyor. Hrant bizim kardeşimiz, memleketimizin has çocuğu... Ona yapılan bu haksızlık bizi vatanımızda yabancılaştırıyor. Öz saygımızı, öz güvenimizi yitirmemize yol açıyor. Bütün bu duygusal karmaşanın, bu akıl tutulmasının ortasında hala Hrant Dink’i seviyorum diyorsak, sevginin ne olduğunu çok iyi bilmemiz gerekir.
Hrant Dink’i biz niye çok sevdik? Niye hep çok seveceğiz? Türk olmadığı için mi? Ermeni olduğu için mi?
İtilmiş kakılmış ezilmiş azınlığın sesi olduğu için mi?
Yoksa dar kafalı ırkçı Türkler denli dar kafalı ırkçı Ermenilerle Kürtlere de açık açık, hakaret etmeden, tam bir yansızlıkla doğruları söyleyebildiği için mi?
Cesur olduğu, vatanını çok sevdiği için mi biz onu böyle seviyoruz?
Hrant, Türkiye’yi o denli o denli sevdi ki, azınlık değil çoğunluğa dahil olan çok kişi –ki ben de onlardan biriyim- ilk fırsatta yurt dışına yerleşirken, o ısrarla “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi….” diyebildiği için mi?
Sevgiye neden çok da.... Gerçekten sevebilmenin yolu, seviyorum diye paralanmaktan, yeri göğü inletmekten değil sevdiğini anlamaktan geçiyor.
Aklı, yüreği bu denli duru, yalansız dolansız bir insanı, üstelik böyle güzel bir Türkçe ile yazan bir yurttaşımızı anlamaksa hiç zor değil.
Hrant’ı anlamak onun yazılarını okuyarak olanaklı. Çok akıllı çok iyi yürekli çok bilgili olmaya gerek yok. Öküz olmamak, ayı olmamak, köpek ya da kaz olmamak yeterli.
Hrant’ın yazılarını okumak demek, su gibi yudum yudum içmek demek. Pırıl pırıl, tok, arı... Öyle iyi geliyor ki insana... Hrant’ın duyguları kirli, düşüncesi zor, karmaşık değil. Niyeti güzel. Yüreği yurt, insanlık sevgisi dolu. Öyle iyi geliyor ki insana... Ruhumuza işlemiş o keder sevinçle elele veriyor, umuda kapı açıyor.
Var mıyız Hrant’ı anlamaya?
***
Aşağıdaki yazı www.hrantdink.org’dan alınmıştır.
Nora Nare Hoy Nare
Agos Gazetesi, 29 Aralık 2006
İşte yine yeni yıl heyecanının getirip dayattığı "Zaman", "Hız" ve "Değişim" denkleminin baskısı altındayım. Hemen her yılbaşı olduğu gibi karmaşık duygular içindeyim.
"Değişim"i "Zaman"a bölüyor "Hız"la çarpıyor, sonunda da "Elde var sıfır, elde var sıfır" diye hayıflanıyorum. Niye ki "Değişim"in "Hız"ına hiç ama hiç yetişemiyorum.
Şunun şurasında daha 35 yıl önce tanışmamış mıydım o dönemin en ilerlemiş teknolojik aleti olan siyah beyaz televizyonla.
Şimdi ise iletişim ve bilişim marketlerini dolduran bin bir çeşit yeni teknolojik ürün var adını, işlevini ve nasıl çalıştığını bilmediğim.
Öylesi bir çağda yaşıyorum ki o çağın getirdiği nimetleri ve değişimleri yakalamaktan acizim. Kullandığım aletlerin bir-iki fonksiyonunu anca becerebiliyorum, varolan diğer sayısız fonksiyonundan ise bihaberim.
Değişimi görebiliyorum... Değişimi fark edebiliyorum ama hepsi o kadar... Ona ulaşmak ne mümkün! Ha ki bir yerinden yakalıyorum, o zaten değişiyor.
"Değişim" hangi "Zaman"da bu kadar "Hız"la aktı yarabbim!
Çok şükür ama, imdadıma yetişen birbuçuk yaşındaki torunum "Nora"m var. Kendisine aldığımız onca öğretici, onca eğitici hatta onca cicili bicili çocuk kandıran oyuncaklara inat, o kendi yarattığı teknolojik oyuncaklarıyla yakalıyor benden kaçan hızı.
Nora'yı gözlediğimde "Zaman", "Hız" ve "Değişim" denilen denklemin cevabının sıfır olmadığını görebiliyorum.
Denklemi ben çözemiyorum ama birbuçuk yaşındaki Nora çözüyor. Nerede varsa teknolojik bir düğme, Nora'nın parmağı onda! Kâh buzdolabında, kâh fırında... Kâh telefon tuşunda kâh televizyon kumandasında. Teknoloji ve onun değişim hızı belki benim kuşağıma hatırı sayılır bir nanik yaptı, bizim kendisine ulaşmamıza zaman olarak fırsat tanımadı, diğer bir deyişle elimizden kaçtı ama görüyorum ki Nora'dan kurtuluşu yok.
Üstelik torun "Nora" yalnız da değil, yakında ikinci torun "Nare" de geliyor. Gerçi ben "Nare" diye erken ötüyorum çünkü babası başka isimde ısrarlı. "Karuna" diye bir isim uydurmuş... "Karun"un (Bahar) ardına bir "a" ekleyip feminen yapmış, kendince yeni bir kız ismi üretmiş. "İlle de Karuna olacak" diyor.
"Sen Nare'yi nereden uydurdun?" derseniz...
Nareg'den... Kadim Ermeni isminden.
Nareg'in "g"sini kaldırın olsun size feminen bir isim.
Zaten ilk mucidi de ben değilim... Ermenistan'da çokca kullanılan bir isim.
Ama pes etmiş değilim... "Babiklik" (dedelik) hakkım var ve "Nare" koydurmak için her türlü entrikaya başvurup, elimden gelen tüm hinoğluhin baskıları uygulayacağım.
Üstelik şimdiden kendime beste de hazırlamış durumdayım. Nora'yı ve Nare'yi birlikte severken, "Nora Nare hoy Nare" diye halay da tutacağım.
"Zaman", "Değişim" ve "Hız" denklemini torunum ve kendi üzerimden sorgulamam boşa değil elbet. Ona baktığımda ancak, çok daha net anlıyorum "Değişim"in ve "Zaman"ın "Hız"ını. Sadece teknolojinin değil onun hızına da yetişemiyorum artık. Çok çabuk büyüyor, çok da çabuk öğreniyor.
Bütün ayrıcalıklar ona. O artık bütün ilgimizin üstünde yoğunlaştığı tek merkez.
Öncesinde oğluma misafirliğe giderdik şimdi, "Nora'ya gidiyoruz". Ya da hanım müjdeyi verip eve erken gelmemi istediğinde oğlum ya da gelinim değil sanki gelen, "Noralar geliyor". Öylesine ayrıcalıklı ki bugüne değin bir tek eşim bana "Çutak" (Keman) diye takma ismimle seslenirdi, şimdi o da başladı.
Eşimle aramızdaki özel ilişkimize balıklama girdi.
E vallahi de hoşgeldi.
Gerçi tam "Çutak" diyemiyor "Tutak" diyor ama... Bana doğru koşup bir "Tutak Babig" deyişi var ki değmeyin keyfime gitsin. O an işte intikamımı almış hissediyorum bana nanik yapan "Zaman"ın ve "Değişimin" "Hız"ından.
Hanenizden torunlar eksik olmasın dostlar.
Hadi bu yılın başında onların "Genatsı"na (Varlığına) içelim. İçelim ve çabalayalım ki onlar mutlu olsunlar, acı çekmesinler. Ne demişti Ermeni ozan Tumanyan
"Abrek yereğek payts mez bes çabrek" "Yaşayın çocuklar, ama bizim gibi yaşamayın."
Hrant Dink