Yok bu soruya yanıt aramayacağım bu yazıda. Ama bir kitap, anlattığı yaşamların içine çekebiliyorsa okuyucuyu, o okuyucu ne denli yabancı olsa da o dünyaların içinde tanıdığı insanlara yakınlık duyabiliyor, yaşadıkları ezikliklerin sancısını kendi yüreğinde duyumsayabiliyorsa o kitap çok büyük bir işi başarmıştır. Köprü olmayı!
Dert çekme boşuna, hep gül de yaşa;
Zulüm yolunda hakkı bul da yaşa;
Sonu yokluk madem bu dünyamızın
Yok bil kendini, özgür ol da yaşa.
Ömer Hayyam
2011’in son haftalarında keyifli kitaplar okudum. Bunlardan ikisi Mıgırdıç Margosyan’ın kitapları. ‘Söyle Margo Nerelisen?’ ve ‘Biletimiz İstanbul’a Kesildi’. Doğrusu ya, ‘Söyle Margos Nerelisen?’ elime kitaplığımı düzeltip tozlarını alırken geçti. Toz almak pek zevkli bir iş değil. Kitaplık tozu almak zevkli olabilir ama. Kitapların arkasını, rastgele karıştırıp içini okumaya kalkarsanız toz alma işi bir türlü bitmez, iyice zevkli hale gelir.
1969-1974 yıllarında Diyarbakır’da yaşadık. O yıllarda, bacaksız ama bilmiş beş yaşlarımda konuşmalara doyamadığım, beni bisikleti ile sokaklarda gezdiren,ailesinin bakkalında çalışan bir abim vardı. Çocukluk yaşlarında, insanların etnik kökenleri, inançları önemli olur mu! Hele evin içinde bunun konuşması yapılmıyor, insanların kökenleri sorgulanmıyorsa… Diyarbakır’dan ayrıldık. Çocukluk anılarım silindi. Aradan yıllar, hem de ardı ardına olaylar, insanlar, düşler, ilişkiler yüklü ağır yıllar geçti. 2000’lere geldik. Bir gün eski resimler arasında abimi bisikleti ile görünce silinmiş sandığım anılar çıkıp geldiler dan dan dan diye. Meğer insanın anıları silinmezmiş, saklanırmış. Anneme anlattım anımsadıklarımı, gülümsedi. Ne iyi insanlardı dedi, Ermeniler’miş.
Mıgırdıç Margosyan, 1938 Diyarbakır doğumlu. ‘Söyle Margos Nerelisen?’ adlı kitabı kendi yaşamından damıtılmış öyküler içeriyor. Bazılarını Türkçe yazmış bazıları Ermenice’den çevrilmiş. Sevecen, muzip bir dili var Margosyan’ın. Yoksul, çileli, ayrımcılığa da uğrayan dünyaları anlatıyor. Uydurmadan, abartmadan anlattığını, ilk elden kendi gözü ile kendi yüreği ile yaşayarak bildiği sevdiği dünyaları anlattığını duyumsadım. Sevgi dolu, hiç kimseye kin, düşmanlık beslemeyen yüreklerle beslendiği belli. Anlattığı insanlar, çocukluğunun Ermenileri, Kürtleri, Zazaları, Keldanileri kendi şiveleri ile konuşuyor. Okumayı zorlaştırmıyor bu, o dünyaların gerçekliğine, kendine özgülüğüne soluk olup ekleniyor.
Bir küçük eleştiri yapmam gerek yine de. Margosyan’ın dili biraz kalabalık. Aynı anlama gelen sözcükleri, betimlemeleri yanyana dizerek sıkıcı olma tehlikesini bir güzel yaratıyor. Çok iyi bilinen insanları, olayları, yaşamları anlatsa bu özelliği mutlaka okuyucuyu kaçırır üstelik yapıtlarının sanat değerini düşürürdü. Fakat Margosyan’ın anlattığı yaşamlar, o yılları, o dünyaları asla bilemeyecek olan bizler için o denli yeni ve dili öyle sevecen ki… Boşveriyor, ağzımızda bal tadı küpüne dalıveriyoruz.
Bir kitap niçin yazılır? Yok bu soruya yanıt aramayacağım bu yazıda. Ama bir kitap, anlattığı yaşamların içine çekebiliyorsa okuyucuyu, o okuyucu ne denli yabancı olsa da o dünyaların içinde tanıdığı insanlara yakınlık duyabiliyor, yaşadıkları ezikliklerin sancısını kendi yüreğinde duyumsayabiliyorsa o kitap çok büyük bir işi başarmıştır. Köprü olmayı! İnsanlar, kültürler, yürekler arasında gönül bağı kurabilmişse bir insan çok ama çok büyük bir işi başarmıştır. Bu dünyada sevgiyi, karşılıklı anlayışı, dostluğu çoğaltmaktan daha önemli ne olabilir!
İçinde kin, öfke, düşmanlık beslemeyen, yalnızca sevgi, hüzün, çile ile dokulu yaşamların tadını veren bu öyküleri okumalısınız. Biliyorum bu yazım Fransa’da çıkarılan soykırımı inkara ceza yasası ile aynı zamana denk geldi. Doğrusu ya beni ne Fransa ne Türkiye ne Ermeni Diasporası ve peşine düştükleri siyasi çıkarlar ilgilendiriyor.
Bu yazıyı Mıgırdıç Margosyan’a, anlattığı yaşamlara duyduğum muhabbet, sonsuz ve güzel hayata duyduğum hayranlıkla yazdım. Margosyan iyi ki var. İyi ki varlar halklarımız: Ermeniler, Kürtler, Türkler… Memleketimin, Türkiyem’in güzel insanları… Bizler hep birlikte, farklılıklarımızla zenginiz, güzeliz.
Keşke bu zenginliğimizi koruyabilsek, sonsuza dek yaşayabilseydik.
***
‘Söyle Margos Nerelisen?’ adlı kitaptan tadımlık:
“Bizim oralarda, bizim yörelerde, Diyarbakır’da, Dicle kıyılarında, ulu Tanrı’mızın güneşi, özellikle yaz aylarında güneş olmaktan çıkar, ateş topuna dönüşür, başımızdan aşağı acımasızca yağar, avlumuzun zavallı yaşlı siyah taşlarına çöreklenirdi. Toprak evimizin bu yaşlı taşları da gün boyu durmadan başlarını gök yüzüne çevirir, gelen geçen bulutlardan bir damla yağmur, iki damla gözyaşı dilenir, yaşam kavgasında “su, su, suu” diye inlerdi.
Anam Hıno, avlumuzun taşlarının taş kesilerek sonsuza dek susmadıklarını, aksine ‘suuuu, suuu” diye yalvarıp yakardıklarını hisseder, o andaki işini yarım bırakır, avludaki kuyudan birkaç kova su çeker ve ‘şaaarr’ diye dilenci taşların başından aşağı boca ederdi.”
Kitabın ilk öyküsü “Pışt Bemurad, Pışt” dan alınmıştır.
***
“O gece, babamla Bozan Dayı, sedirin başında, yanyana bağdaş kurup sohbet ettiler. Evde hazırlanmış şarabı aynı tastan içerek dama oynadılar. Anamla Bozan’ın karısı karşılıklı oturup yün ördüler. Nenem, dedem, Bozan’ın anası Hıçe nene, sobanın karşısında ihtiyar kemiklerini ısıtarak uyukladılar.
Bizler, Bozan’ın çocuklarıyla beraber odanın ortasında kardeş kardeş, bacı kardeş oturduk, bize ikram edilen cevizleri kırdık, içini çıkardık, Eğil’den gelmiş ince pestillere sararak yedik.
Dışarda kar dizboyu iken, lapa lapa kar yağarken, “kımbo” ve idare lambasının ışığı altında pestilin içine ceviz içi koyarak hiç yediniz mi? Tadını bilir misiniz?”
‘Bozan’lara Gittik’ adlı öyküden alınmıştır.
Mıgırdıç Margosyan :) şu ismin tatlılığı bile bu itabı okumak için bahane olabilir.