|
Atatürk Kurumu'na şaka gibi atama... Kategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: A.Ulak | 21 Aralık 2011 16:09:28 Atatürk Kurumu'nun başına ilginç atama... Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine Prof. Mümtaz'er Türköne'yi atadı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Danışma Kurulu ve Yönetim Kurulu üyeliklerine atamalar yaptı. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamada, Gül’ün, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Danışma Kurulu üyeliklerine Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Prof. Dr. Ayşe Ayata ve Prof. Dr. Necati Polat’ı, Yönetim Kurulu Üyeliklerine ise Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ve Prof. Dr. İskender Pala’yı seçtiği bildirildi. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine getirilen Türköne'den Atatürk ve Atatürkçülükle ilgili ilginç yazılar: ''Atatürkçülük bağnazlığı gizlemek için bir maske''Türköne 10 Kasım'da Zaman gazetesindeki köşesinde yazdığı yazıda Atatürkçülere ağır eleştirilerde bulundu. 10 Kasım: Atatürk'ü anarken Atatürkçülüğün bir tür; cehaleti, kifayetsizliği, ilme ve fikre uzaklığı ve bağnazlığı gizlemek için icat edilmiş bir maske olduğunu uzun yıllar boyu tecrübe ederek öğrendim.
En hızlı Atatürkçü öğretmenlerimiz en şekilci, en anlayışsız ve en despot hocalarımızdı. Aklımda, öğrettikleri tek bir şey bile yok. En hızlı Atatürkçü akademisyenler evrensel bilim bir kenara, bu ülkeye bile toplu iğne ucu kadar katkıda bulunamamış, sadece unvanlarıyla geçinen adamlardı. En yiğitleri, benim talebeliğimde sadece Türkçeyi bozmakla uğraşır, uydurdukları yeni Öztürkçe kelimelerle bilim adamlığı taslarlardı.
Geride bir dogma bırakmadığını söyleyen, sadece aklın ve bilimin rehber alınmasını vasiyet eden büyük bir devlet adamının sözlerini eğip bükerek ilkel bir ideoloji icat etmek ve ne olduğu bir türlü anlaşılamayan bu ideoloji ile devletin bütün imkânlarını kullanarak körpe beyinleri yıkamak mutlaka bir art niyete dayanmalı. Atatürkçülük, silahla desteklenen bir oligarşinin yönetme hakkını meşrulaştırmak adına seferber edilen bir ideolojiydi. Ne Atatürk'le, ne Atatürk'ün bizlere çizdiği ufukla ve bıraktığı mirasla yakından uzaktan alâkası yoktu.
Birileri Atatürk'ün çatık kaşlı, asık suratlı büstlerinin arkasına saklanarak halka karşı kendi yönetme ayrıcalıklarını sürdürmeye çalıştılar. Birbirinden farklı yığınla Atatürkçülük vardır. Hepsinin ortak paydası demokrasi hazımsızlığıdır.
Bu sığ ve ilkel ideoloji, bütünüyle geçekliğin çarpıtılmasına dayandığı için ülkemizin ilmen ve fikren gelişmesine engel oldu. Bu zorba azınlığın iktidarını sürdürebilmesi için herkesin Atatürkçü olması gerekiyordu. Atatürkçü olması için de çocukça yalanlara, çarpıtmalara herkesin inanması gerekiyordu. Gerçeklik duygusu ters yüz edilmiş bir toplumdan hangi başarıyı, hangi performansı bekleyebilirsiniz? Allah'tan Atatürkçülük metazori, dar ve sıradan beyinler tarafından üretildiği için akıl ve izan sahiplerinin idrak duvarını geçemedi. Bu yüzden arkasında kanunlar ve yönetmelikler olan devlet törenleri ile sınırlı kaldı. Bugün söylediği sözü ciddiye alabileceğiniz, bir önceki cümlesi ile bir sonraki arasında mantık bağı kurabileceğiniz tanıdığınız Atatürkçü bir bilim adamı var mı? Ya bizleri ihtiyacımız olan gerçeklerle buluşturan Cemil Koçak, Mustafa Armağan, Şükrü Hanioğlu gibi tarihçilere bir bakın.
'Yeni anayasada ideoloji olmasın' talebi, 'Anayasada Atatürkçülük yer almasın' anlamına geliyor. Dolayısıyla Türkiye'nin gündeminde Atatürkçülük tartışması var. Tabulara, kültlere, fetişlere aldırmayan eleştirel akıl için verimli bir sınav konusu. Sonuçta siyasî rekabet Atatürk maskesi arkasına gizlenmeden yapılacak. Kimse, demokrasi mücadelesinde temsil boşluğunu, ilkel kabile toplumları gibi Atatürk'ün ruhaniyetinden medet umarak tamamlamaya kalkışmayacak. Nagehan Alçı'nın yeniden açtığı 'Atatürk diktatör müydü?' tartışması ile Hilal Kaplan'ın 'Türkiye'nin ölmeyen babası' kitabını, bu eleştirel akla bir katkı olarak değerlendirmek lâzım. Son günlerde 20'li, 30'lu yılların gazetelerini tarıyorum. Özellikle 30'lu yıllarda Atatürk siyaset sahnesinde hiç görünmüyor. Küçük bir azınlık, sağlığında da Atatürk'ü muhaliflere karşı bir zırh olarak kullanıyor. Atatürk kültü ise yokluğu için oluşturuluyor. Atatürk'ün öldüğü 1938'de, 1919'da Samsun'a ayak basması ilk defa mayıs ayında, muhtelif tarihlerde kutlanan 'idman şenlikleri' ile birlikte bayram olarak kutlanıyor. Atatürk'ün bir külte dönüştürülmesi ve etrafında bir mistik hale oluşturulması uzun Millî Şef iktidarından sonra oluyor. Demokrat Parti, II. Adam'a karşı arkasını sağlamlaştırmak için bu bayrağı daha da ileri götürüyor.
Atatürk başarılı bir siyasetçi ve devlet adamı, muzaffer bir komutandır. Kendisine şükran ve minnet borçluyuz. Borcumuzu ifa etmenin en gerekli yollarından biri, onun adı etrafında sonradan üretilmiş Atatürkçülük adı verilen ideoloji ile kendisinin yakından uzaktan bir alâkası olmadığını göstermek ve hatırlatmaktır.
Bugün 10 Kasım. Atatürk'ün aramızdan ayrılışının 73. yıldönümü. Türkiye bugün daha güçlü ve itibarlı, daha müreffeh bir ülke. Demek ki emaneti sağlam ellerde.
Nur içinde yatsın.
'Tarihi yeniden yazmak'Zaman Yazarı Mümtaz'er Türköne, Türkiye Cumhuriyeti tarihini sorguladığı yazısında Cumhuriyet'in kurucu kadrosunu iktidarı ele geçirmiş küçük bir azınlık olarak nitelendiriyor. Hüseyin Çelik'i Türkiye daha çok bir siyaset adamı olarak tanıdı. Uzun yıllar bakanlık yaptı ve maarifi yönetti. Halbuki Çelik, politikadan önce tarihçidir.
Edebiyat tarihinin siyasî tarihle, kültür tarihiyle, düşünce tarihiyle, hatta toplumsal tarihle iç içe geçtiği güçlü bir ekol vardır Türkiye'de. Tanpınar'ın, Köprülü'nün, Mehmet Kaplan'ın, Kaya Bilgegil'in tarihçiliği edebiyatın sınırlarını aşar, tarihi bütün yönleriyle kucaklar. Meselâ 19. asır siyasî tarihi için en analitik ve kapsamlı ve hâlâ aşılamamış kaynak Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi isimli kalın kitabıdır. Tarihimizin ilk demokrasi arayışlarını ve denemelerini Kaya Bilgegil'in Yeni Osmanlılar hakkında yazdığı iki ciltlik kitaba müracaat etmeden kâmilen öğrenmek mümkün değildir. Hüseyin Çelik'in birincil kaynaklara dayanarak yazdığı ve İletişim Yayınları arasında yayımlanan doktora tezi Ali Suavi, bu tarih ekolünün parlak örneklerinden biridir. Kısaca Hüseyin Çelik birinci sınıf bir tarihçidir.
Bu yüzden AK Parti sözcüsü olarak Hüseyin Çelik'in 'tarihî günahlardan arınma' çağrısını, her şeyden önce 'tarih bilinci'ne sahip bir politikacının daveti olarak değerlendirmek gerekir. Bu çağrıyı yapan politikacı, tarihçi olarak girişilecek kapsamlı bir arınmanın getireceği sonuçların bilincindedir. Sonuç nedir? Sonuç; tarihin yeniden yazılmasıdır.
Dersim tartışması, bir türlü kapanmayan derin bir yaranın üzerini açtı. Bahçeli'nin 'rol kapma' telaşı kokan beyanı, sahte tarihin son örneklerinden biri. Bahçeli gibi Dersim için 'katliam değil, isyandı' dediğiniz zaman bir şey söylemiş mi oluyorsunuz? Demek ki katliamın sebebinin isyan olduğunu kabul ediyoruz. En hafif ifadeyle, 'İsyan karşısında devletin çoluk-çocuk ayırmadan katliam yapma hakkı var mıdır?'
Doğrusu, tarih yazımını iktidar mücadelesinin tezahürü olarak görmek. Yazanlar hep galipler oluyor. Bir Afrika atasözü: 'Av hikâyelerini aslanlar değil avcılar anlatır'. Mağlupların, mazlumların, mağdurların tarih yazma şansı olmaz.
Cumhuriyet tarihini sorgulamakla, iktidarı ele geçiren küçük azınlığın iktidar rekabetinde yaptıklarını sorgulamayı ayırmak doğru bir başlangıç olabilir. İzmir suikastı davası ile tasfiye edilen, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yürüttüğü ekibin reform perspektifinin farklı olduğunu kim öne sürebilir? 'Paşaların kavgası', sadece bir iktidar mücadelesinden ibarettir. Tam karşı kutupta, Kurtuluş Savaşı yürütülürken karşı çıkan ve İstanbul hükümetinin yanında saf tutanlar, Cumhuriyet'in ilanıyla önce 150'likler olarak sürgüne gönderiliyor; sonra bir kısmı affedilerek dar çekirdek kadroya dahil ediliyor. Dersim katliamındaki İçişleri Bakanı, geniş ailesiyle onlardan biridir.
Hüseyin Çelik'in yakın tarihten verdiği örneklerin hepsi çarpıcı. İktidarı elinde tutan dar bir kadro, çoğunluğu karşısına alarak yönetirken kendisini haklı çıkartacak bir tarihi, her şeyi tersine çevirerek yazmaya girişiyor. Sağa sola bu tarihin işaretlerini koyuyor, sütunlarını dikiyor. Bize düşen görev bu çerden-çöpten sütunları yıkmak, işaretleri kaldırmak. Bu ülkede 27 Mayısçıların, 12 Eylülcülerin, 28 Şubatçıların sadece cisimlerinin değil, tarih kitaplarındaki isimlerinin de mahkûm edilmesi lâzım.
Neden? Çünkü tarihi artık küçük bir azınlık değil halk yapıyor. Hüseyin Çelik işte bu halkın temsilcisi. Yapılan haksızlıkları düzeltmekle görevli. Böyle olunca, küçük bir azınlığın koskoca halka yaptığı zulümler mahkûm ediliyor. 27 Mayıs'ı yapanları yargılayıp idama mahkûm etme imkânımız yok. Hiç olmazsa tarihi düzeltiyoruz. Bizi, iktidarı gasp eden küçük azınlıklar yönetti. Azınlıklar geniş çoğunluğu yönetebilmek için baskı yöntemleri kullanırlar ve suç işlerler. Serbest ve adil seçimlerle iş başına gelmiş demokratik bir hükümet iş başında olsa idi, Dersim katliamı gerçekleşebilir miydi? Halka karşı işlenen insanlık suçlarına cesaret eden çıkabilir miydi? Demek ki küçük bir azınlığın iktidar hırsının mahkûmu olmuşuz.
Arınacağız. Hak yerini bulacak, zalimler tarihin vicdanında mahkûm edilecek. Artık tarihi, halk olarak doğrudan biz yazıyoruz.
| Puan: Henüz oy verilmedi / 0 Oy |
Yazdır
Yorumlar
Henüz Yorum Yazılmamış
Yorum Yazın
|
|
|