Çocukluğumun geçtiği Ankara’da Kurtuluş semtinde çok arkadaşım vardı. Bu mahalle 1940'lı senelerde yeni kurulan yerleşim yeri olduğu için o senelerin bir çok sanatçısı da bu mahallede otururdu. Saniye Can, Behiye Aksoy gibi ses sanatçıları burada yaşarlardı. Saniye Can, Taşkent sokakta bizim evin yanındaki evde otururdu.
Kardeşinin çocuklarını yetiştirme görevini üstlenmiş, bu nedenle hiç evlenmemişti. Hiç bir yerde bu yaptığı davranış konusunda tek bir kelime bile etmediği bilinir.
Bir alt sokakta Behiye Aksoy otururdu. Nafia Vekaletinde memurluk yaptığı sıralarda, Ankara Radyosunun açtığı stajiyer ses sanatçı imtihanını kazanarak Ankara radyosuna girmişti. Uğurlu sokakta, köşedeki Bakkalın üst katında otururdu. Bakkal Hamdi beyin sevdiği bir sanatçıydı. Bakkala erzak almak için gittiğimde kimi zaman karşılaşırdım. Sarı saçları, edalı yürüyüşü ile mahallemizin önemli bir siması idi. Babamın sözlerinden aklımda kaldığı kadarı ile bir erkek çocuğu vardı Ahmet isminde, fakat bir kaç çocuk daha okuttuğunu söylerdi rahmetli babam.
Taşkent sokağın başında Kartal Tibet ve kardeşi Yıldız Tibet ile anne ve babası birlikte otururlardı. Anne ve babası okulda öğretmenlik yapmaktaydılar. Daha sonraları Ankara’da küçük sahnede tiyatroya atılan Kartal, bir süre sonra Ankara’dan İstanbul’a göç etmişti. Bir üst sokakta Üstün Poyrazoğlu otururdu. Üstün benimle aynı ilkokula devam etti. Bir mandolin hocamız vardı Hikmet Şimşek, Üstün’ün yeteneğini görerek ona bir bağlama alınması için anne ve babasına baskı yapmıştı. Daha sonraları Hikmet Şimşek mandolinden başka enstrumanlara geçerek ilgi alanını değiştirmişti.
Caminin karşısında aslen Denizli’li olan tiyatro sanatçısı Tekin Akmansoy otururdu. Çocukları annemin talebesi olduğundan annemle muhabbetleri çok iyi idi. Babamda Denizli’li olduğundan zaman zaman onunla da sohbet ederlerdi. Tekin bey çok şakacı, şen ve nüktedan bir insan olduğundan Tekin Akmansoy‘u mahallede sevmeyen yoktu. Tiyatroda arkadaşları arasında kurdukları bir dayanışma ile yetenekli çocuklara burs vererek okuturlardı. Bu konudan kimsenin haberi olmazdı.
1956 senesinde bir kış günü Eskişehirde 6 şiddetinde bir deprem olmuştu. Eskişehir her ne kadar adı Eskiyi anımsatsa da yeni oluşan bir şehir olduğundan tek katlı binalara izin verilen bir şehirdi. Bu deprem binalara çok hasar verse de ölüm hemen hemen hiç olmamıştı. Bir kişinin hayatını kaybettiği bu deprem için mahallemizde bir hummalı koşuşturma olmuştu. Mahallede yaşayan bütün halk Eskişehir’e yardım yapmak için birbiri ile yarıştı. Bu yardımları kimse övünç meselesi yapmamıştı.
Geçtiğimiz günler içinde Van‘da meydana gelen 7.2 şiddetindeki depremde mağdur olan vatandaşlarımıza yapılan yardımlar için televizyon kanalları ortak organizasyon yaparak önemli bir miktar paranın toplanmasına vesile oldular. 17 Ağustos 1999 senesinde Maramara depreminden sonra toplanan 38 milyar liranın akibeti hakkında topluma bilgi verilmemesine rağmen, toplanan meblağın Türk ulusunun hassasiyet göstergesi olduğuna inanmaktayım. Televizyonda kendilerini, isimlerini ortaya koyarak kaç lira verdiğini söyleyerek yardımı alenen dile getirmekteydiler. Bu türde bir davranış doğru olabilir, birbirlerini teşvik ederek insanların miktarın artmasına sebep olması doğaldır. Aslında bu konuyu daha sakin bir şekilde değerlendirmekte yarar olduğunu düşünmekteyim.
Aynı günlerde bir başka Televizyon kanalında Japon halkının Türkiye’de olan deprem için Japonya’da Tokyo Büyükelçiliğimize gelerek münferiden yaptıkları nakti yardımı seyrettim. Bir zarf içine koydukları yardımı, kendilerini ortaya koymadan, yüzlerini saklıyarak zarfı bırakıp oradan süratle uzaklaşmalarını seyrettim. Bu davranışları ile bizlere bir ders verdiklerini algılamaktayım, bir yardımın ne alan için bir utanç vesilesi, ne veren için bir övünme vesilesi olmaması gerek mesajını vermekteydiler diye bir sözüm geldi söyledim hem nalına hem mıhına.