|
|
Adil Okay'ın yaşamıKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 25 Eylül 2011 11:17:00 Adil Okay'ın hareket halindeki hayatının önemli bir dilimini aktardığım Adil Okay İle Geçerken isimli çalışmam, daha önce yayınladığım Yılmaz Güney, Abidin Dino, Remzi Raşa (resimlerini sadece Remzi diye imzalar), Fahri Petek üzerine kitaplarımla akraba, kardeş, yoldaştır. Bu açıdan son derece önemlidir ve sanki uzun yıllar önce başlamış ve günümüzde süren bir yolculuğun yeni kilometre taşlarına işaret etmektedir.
İki kez öldürülmek istenen, her suikasttan sonra kalan izleri hâlâ vücudunda taşıyan, başından bin bir serüven geçen, defalarca ölümle iki adımlık mesafede köşe kapmaca oynayan Adil Okay’ın hayatı, öyle sıradan bir hayat değildir : 1980 Yılında Adana cezaevinden firar ettikten ve hemen ertesinde bir yıldan fazla kaldığı Lübnan’da Filistin halkıyla direnişe katıldıktan ve bu savaştan sağ çıktıktan sonra, geldiği Fransa’da yirmi yıl yaşadı... Paris, maris hikaye, Akdeniz’in çağrılarına dayanamadı ve saati gelince ülkesine döndü. Güneşi, denizi, yakınlarını ve yoldaşlarını buldu. Kimini bazen bir rastlantı sonucu, sokakta yürürken, kimini bir toplantı sırasında, kimini bir şiir okuma gününde veya gecesinde, kimini bir gösteri ve yürüyüşte… Evet Adil’in yaşamı birçok açıdan önemli : Örneğin bir olay sonrasında gözaltındayken polisin işkencesinde ağır yaralanan ve öldürülmek üzere işkenceciler tarafından bir binaya götürülüp asansör boşluğundan aşağıya atılan ve öldü diyerek bırakılan bir genç Adil. Başka bir gün Adana’da faşistler çarşı içinde öldürmek için ona birkaç yandan ateş ediyorlar, o da karşılık veriyor, yaralılar oluyor ... Bu olayların tümü var ve buna benzer bin bir serüven daha var. Firar var. Suriye’ye « çıkışı » da epey serüvenlidir. Oraya gidiş ve dönüşler başlıbaşına bir kocaman olaydır. Suriye’deki yaşamını ve hemen sonrasında Filistin halkının kavgasında dayanışmacı ve savaşcı olarak Beyrut ve Lübnan maceralarını da eklemeli bunlara ... Bu çalışmayla aynı zamanda siyasetbilmi alanındaki bir boşluğu doldurduğumu da umuyorum : Çünkü bu kitapta önemli olan bu hikaye sayesinde, 12 Eylül 1980’in neredeyse günü gününe yıldönümünde, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin pek irdelenmeyen birkaç yönüne değinilmesi ve siyasi olaylar ve siyasi örgütlenmeler açısından, belki « çokkk uzakta » olduğu için, belki başka nedenlerle pek ilgilenilmeyen, siyasetbilimcilerin, gözlemcilerin ve uzmanların gözünden kaçan Antakya-Hatay, Adana, Mersin, Gaziantep taraflarından bakılması. Bu yörelerdeki siyasi örgütlenmelerin nasıl kotarıldığı, siyasi eylemlerin düzenlenmesindeki yol ve yöntemler birçok açıdan gözlemlenebiliyor çünkü. Heyecanlı, özveri sahibi, meraklı ve kendilerinden çok diğerlerini düşünen, onlar için gözlerini budaktan esirgemeyen, yetenekli bir grup delikanlının, kadınların ve erkeklerin ve hatta çocukların öyküsü olarak ta okunabilir bu kitap. Çok az sayıda ve inanmış gencin, kadın ve erkeğin, kendi köşelerinde etkili olabileceklerini göstermesi bakımından da ilginç bir hayat hikayesiyle karşı karşıyayız. Kadınların bu mücadele içinde figüran filan olarak değil baş rol oyuncusu biçiminde rol ve görev almaları mutlaka daha ayrıntılı bir biçimde incelenmeyi de hak ediyor. Evet bunun şakası yok Adil’in grubu içinde basbayağı isimleri duyulan kadınlar da var çünkü. Evet bütün vatanı kurtarmak için canlarını dişlerine takan ve hatta silahlı mücadeleye girişen bu az sayıdaki inanmış gencin kaç silahı vardı diye sormadan edemiyorsunuz. Bunun yanıtı kitapta. Bu yanıt ve başka göstergelerle anlatılanların ince elenip sık dokunmasından şu da çıkıyor ortaya : Gençler, devrimci ve inanmış gençler aynı zamanda çok saftılar. Saf kelimesinin en asil ve en aslî anlamında. Saflık gençliğin hem atılım kaynağı hem de şirinliğinin özü olmalı diye düşünüyorum. Bu konularda biraz daha bilgi vermek, kitabı okumaya teşvik etmek umuduyla ve bilhassa kitabın yazılış yöntemini aktarmak arzusuyla kitabın « Sunu » bölümünü burada aynen alıyorum : Adil Okay'la ortak bir kitap hazırlamaya ne zaman karar verdim? Adil’le tanışmamızdan, kendisinin, ailesinin, kardeşlerinin ve bilhassa babasının yaşamını öğrendikten, ağabeyi Arif Okay’la dostluğumuzdan bir süre sonra bu düşüncenin doğduğunu ve zaman içinde, güneşi göre göre, rüzgârda ve karda tomurcuklandığını ve yeşerdiğini biliyorum. Sonra peş peşe, zamanın ve coğrafyanın araya girmesi sonucu kesintilere uğramasına rağmen, uzun, çok uzun söyleşiler yaptık. Bunların tümünü kasetlere kaydettik. Bu arada zaman zaman Adil’de kimi şüpheler belirdi ve örneğin şöyle şeyler diyebildi : « Hem sonra hocam okuyucuyu sıkmaz mı bu konular? Ne bileyim bir çalışma yapıyorsun, emek harcıyorsun, ben de çok meşhur bir adam değilim. Okuyucu ne yapsın benim çocukluğumu, gençliğimi, hayatımı? Bunlar pek önemli şeyler değil ki.” Ben de o zaman şu yanıtı verdim : Önemli. Bunların hepsi önemli. Çocukluk hele çok önemli. Çocukluk ve çocukken yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımız. Bunların önemini zaman içinde ve bu kitapta göstermeye de çalışacağız. Soru cevap şeklinde. Vaktimiz var, hiç merak etme. Onun için buradayız zaten. Nihayet bu konuda şunu da eklemek istiyorum bugün : Adil Okay’ın çocukluğu herhangi bir çocukluk değil. Gençliği herhangi bir gençlik değil. Sonrası da çok farklı. Görecek, göreceksiniz... Evet, siz de göreceksiniz, öyle “Hayat Rahat Ve Durgun Akan Bir Nehirdir” havası yok bu çocuklukta, bu gençlikte ve sonrasında. Ve siz de bizzat kendi kararınızı vereceksiniz. Ve görecek göreceksiniz ki yanılmıyorum. Yanılmadım. Söyleşilerimizle doldurduğumuz kasetleri sevecen, yardımcı olmayı bir tür gönüllülük olarak yüreklerinde taşıyan insanlar, kadınlar ve erkekler “çözdüler”. Yani sözümüzü beyaz kâğıdın üstüne serdiler : Satır satır. Sayfa sayfa. Onların hepsine bin bir teşekkür. O sayfa sayfa dizilen satırları aldık, yeniden ve yeniden okuduk. Ben okudum. Adil okudu. Sonra yeniden ben okudum, o yeniden okudu ve bu çalışmaya son biçimini böyle nakış işlercesine, mermere veya taşa biçim verircesine ortaya çıkardık. Sonra Adil’in abisi Arif Okay yazılanların tümünü okudu. Kimi düzeltmeler yaptı. Kimi ekler de. Ona da teşekkür borçluyum. Teşekkür borçluyuz. Evet, teşekkür borçluyum çünkü bu çalışmayı tek başıma gerçekleştirmedim. Adil elbette en başta sözüyle “asıl oğlan” rolünü hakkıyla yaptı. Yılmaz Güney görseydi hemen en kral filminde Adil’e en kral rolü verirdi. Ama Yılmaz Güney kendisine ayrılan zaman cetvelini en güzel renkler ve en coşkulu seslerle doldurdu ve Adil’i bekleyemeden gitti maalesef. Evet, bu çalışmayı Adil ve ben birlikte, bir tür imece yöntemiyle, dört el ve sekiz (Niye sekiz diye sormayın lütfen) gözle gerçekleştirdik. Ama yanımızda her zaman dayanışma içinde yoldaşlarımız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız ve dostlarımız bulundular. Sağ olsunlar. Var olsunlar. Güneş sözünde durdukça çalışmamız sürdü. Güneşe bakarak. İyi mi oldu? Bizce evet. Veya en azından biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. En iyisi olması için mümkün olanı yaptık. Ama asıl kararı siz vereceksiniz. Sizce nasıl? Bu soruyu sormak sırası şimdi bizde. Başından itibaren kitaba başlık olarak “geçerken”i seçtim. Ama doğrusunu isterseniz kesin kararımı yeni verdim. Ve “geçerken” birincilikle ipi göğüsledi. Neyi geçerken? Niye geçerken? Çünkü bir defa “geçerken” sözcüğü başlık olarak fena değil. Sonra burada Adil’in hayat hikâyesini konuşmak ve anlatmak istiyorum. Hayat akıp geçiyor. Zaman gelip gidiyor. Ve dahası biz geçiyoruz, çünkü bizim de zaman cetvelimiz doluyor, dolmak üzere, ama bizden sonra gelecekler var. Gelenlere geçip giderken bir şeyler bırakmak anlamında bu kitaba da bu başlık çok iyi uyar dedim. Umarım okuyunca sizler de bana hak vereceksiniz. Gidenler atlarını mahmuzlayarak ve arkalarında destanlar bırakarak gittiler ve kalanlar yoldaşlarının destanlarını onların anılarına saygı göstererek ve onları kalıcılaştırmak umuduyla yazmayı görev edindiler. Bu çalışma da sonuç itibariyle bu yolda bir katkı sunabilirse ne mutlu bize…
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|