|
|
Kıskançlık çanları çalıncaKategori: Felsefe | 2 Yorum | Yazan: Elif Sezen | 11 Eylül 2011 07:47:33 Dahi müzisyen ve besteci Wolfgang Amadeus Mozart (1756 - 1791) ölüm döşeğindeyken 'Requiem' adlı bestesini tamamlamak üzereydi. O an tek isteği bu büyük doğumu gercekleştirebilmekti. Zaten ona göre başarı, dünyaya kendini yeniden ve yeniden doğurmak değil miydi? Mozart'ın başarısı kimilerini hayran bırakmış kimilerine ise yoğun kıskançlık krizleri yaşatmıştır.
Kısa bir dönemi temsilen besteleriyle ve orkestra şefliğiyle ön plana çıkmış olan İtalyan müzisyen Antonio Salieri, sözünü ettiğim dönemin kıskanç insan modeline iyi bir örnektir. 1825'te Salieri'nin de ölümünden hemen sonra Alexander Puşkin, Salieri'nin Mozart'in dehasına ve başarısına olan kıskançlık ve düşmanlığını temsilen "Ufak trajedi: Mozart ve Salieri" adlı dramayı kaleme almıştır. Bunun ardından ise Nikolav Kimsky-Korsakov, bu oyunu aynı isim altında 1898'de operaya uyarlamıştır. Salieri'nin Mozart'ı zehirleyerek öldürdüğü savı dilden dile, ülkeden ülkeye dolaşmış olmasına rağmen, yine de bu konuda kesin bir kanıt bulunamamış olduğu söylenir. Ama Salieri'nin, Mozart'ın hayatını ve kariyerini türlü manevralarla dolaylı anlamda zehirlemiş kadar olduğunu pek çoğu bilir. Mozart bir başaran olarak yeteneğini ve dehasını olabildiğince kullanmış, işlemiş, ifade etmiştir. Sanki onun üzerinden akan bu yoğun yaratıcılık enerjisini öylece kendi psişik bedeni yoluyla dünyaya, insanlığa cömertçe akıtmıştır. Salieri ise, çoğu bestesi ve çabasına rağmen, başarısıyla değil, Mozart'a olan kıskançlığıyla ün salmıştır. Ölmeden önce söylediği son sözler, Mozart'a yaptıklarından dolayı çok acı çektiğine ilişkindir. Bu ilginç ilişki 'Amadeus' adlı yarı belgesel yarı kurgu nitelikli filmde de betimlenmiştir. Buradan yola çıkarak biraz eşelemek istiyorum bu konuyu. Bu denemede 'başaran' terimini erdemle iyiye doğru adım atan başaran olarak ele alacağım; ve 'kıskanan' terimini konunun anlamsal düzleminin öte ucundaki, kıskançlığı bir alışkanlık hali olarak yaşayan, kendinden başkalarını da zehirleme eğilimi olan bir karakter modeli olarak ele alacağım. Güç ve başarma isteği olgularının zihinlerimizi ve manevi kalblerimizi kimi zaman berraklaştırdığı, kimi zaman ise bulanıklaştırdığı tuhaf bir gerçekliktir. Niyetlerimizin (neyi başarmak istediğimize ilişkin niyetlerimizin) ve biyo-enerjimizin evrenin enerji ve yasalarına paralel/uyumlu olup olmaması, bizim 'başarı' olgusuna olan yaklaşımımızı ve bir şeyi başarmaya ilişkin eşik noktamızı nasıl ayarlayacağımızı belirleyebilir sanırım. Başarı bazen bir yenilgi olarak gösterir kendini, bazen de bir farkındalık olarak. Nitekim 'yenilgi' olduğunu zannettiğimiz bir deneyim, bizim kişisel evrimselleşme sürecimizi derinleştirip yeniden yapılandıracak bir dünyaya açılan kapı işlevi görebilir. Bir yenilgi, öze daha uygun bir başarının başlangıcı olabilir. Söz gelimi, metaforik anlamda 'yükselmek' kelimesi herbirimizin terminolojisine uygun ve denk düşer. Severiz bu kelimeyi. Oysa bir dağı tırmanırken yukarı doğru atılan adımların yanısıra zaman zaman aşağı doğru atılan adımlar da yükseliş sürecinin bir parçası değil midir? Aşağı doğru yükselmek olur mu? Bir süreçtir büyümek ve ilerlemek. Kendimizle yüzleşmemiz, kendimizi çıplak hallerimizle tanımamızı gerektirir. Zorluğu ve de güzelliği buradan gelir. Dağı tırmanırken düşebiliriz. Çünkü düşmeyi sever başaran...bir düşer bir kalkar...yine düşer...yine kalkar ayağa...Düşmek önemlidir evet. Heidegger'ın da dediği gibi "Düşmek yüksekliğe düşmektir...düşmek yenilmek değildir...yükselenler düşebilenlerdir...çünkü soru sormanın açtığı uçurumda gerçekleşir düşmek..." Soru sormayı sever başaran. Hata yaptığında da özür dilemeden rahat edemez. Sadece başkalarına karşı değil, kendisine karşı da dürüst olma gibi bir ilkesi vardır. Kapısını hassaslaşmış, zor durumda olan biri çaldığında, bu kişi düşmanı bile olsa ona yardım elini uzatır. Çünkü çok derinden hisseder ve bilir ki, kendisinden daha muhtaç ve desteksiz olana o haldeyken saldırmak, ya da onu göz göre göre daha da desteksiz bırakmak büyük bir sembolik cinayettir. Yardım ettiği kişiye bakınca kendisini görür başaran, nereden geldiğini asla unutmaz! Oysa kıskanan, kıskandığı yardıma muhtaç kişinin yokoluşunu büyük bir zevkle izler. Başedemediği yetersizlik duygularının sonucu olarak kıskandığı kişinin dedikodusunu yapar, ona iftira edebilir ve daha akıl almayacak pek çok yola başvurabilir onun yükselişini ve ilerleyişini durdurmak için. Kıskanan kendi bahçesinde debelenir durur. Başaran ise sonrasızlığın bahçesinde uzun ve bereketli bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta başaran zaman zaman kendi kabuğuna çekilebilir; dünyanın gürültüsü yükseldiğinde zihninin bulanmaması için dinlenme halleridir bu inzivalar. Nitekim içe kapanışın kabuğunu bile doğru seçer başaran. Kıskançlığın aslında Tanrısal olana özlemi de ifade etmesi tuhaf bir soru işaretidir. Enerji bütünleşme özlemi doğrultusunda yanlış bir yöne sapmıştır kaza eseri! Aslında insanoğlu 'mükemmel' bir insan modeli aramaktayken, bu modeli kendisinden ulaşılamayacak derecede uzakta bir noktada görmeyi tercih etmiş, böylelikle onunla özdeş ve ortak olacağı yerde, ondan yabancılaşmış ve bu dışsallaştırma sonucunda onu saldırı nesnesi olarak gördüğü bile olmuştur. Gönül birliği doğrultusunda ilerleyemediği ve yaşayamadığı için, farklı kriterler bağlamında yaratır ulaşmak istediği modeli. Yıkıcılık ön plandadır; böylelikle kıskanır. Oysa başaranın kıskanılacak bir tarafı yoktur. Çünkü o artık kendisi(ego-odaklı) değildir, sahiplendiği birşey de yoktur. (Başardığının pek farkında bile değildir!) Çünkü kendisinden de öte başkaları için atar adımını, evrendeki iyiye katkıda bulunmaya yönelik başarır. Mütevazidir. Azim ve hırs arasındaki ayrımın farkındadır. Bir başka başaranı gördüğünde derin bir mutluluk hissederbaşaran; gözlerinde eşsiz bir parıltı belirir. Çünkü bilir ki, herbirimiz büyük 1(bir)'i oluşturan ufak 1(bir)'lerizdir. Birimizin attığı adım bir diğerimizi de etkileyecektir; birimizin başarısı bir diğerimizin de başarısıdır. Marianne Williamson 'Sevgiye Dönüş' adlı kitabında şöyle der: "Kişisel güç, hayatı ciddiye alan bir kimseden yayılır. Evreni ciddiye aldığımız ölçüde evren bizi ciddiye alır...Kariyerlerimizin, mesleğimizin amacının sevgi olduğu gerçeğini tanımak ve kabul etmek mucizelerin akışına yol verir...Başarı, geceleyin, beceri ve yeteneklerinizin başkalarına hizmet yolunda kullanılmış olduğunu bilerek uykuya dalmak demektir." Neden mi yazmak istedim bu konuda? Çünkü kıskançlığın kökleşmiş, inatçı bir alışkanlığa dönüştüğünü görüyorum. Toplumlar olarak eğitim düzeyi düşük kesimlerin birtakım zaaflara eğilimleri olduğunu düşünürüz haksız yere. Genellemeler yaparız ve ne yazık ki kökleşmiş yargılara dönüşür düşüncelerimiz. Oysa üniversitelerde onca akademik eğitime rağmen düşünce hırsızlığına başvuran akademisyenlerimiz bile bu bağlamda ilginç örneklere konu olabilirler. (Kıskançlık nasıl olmuştur da bir entellektüeli esir almıştır?) Öğrencileri de bir süre sonra böyle hissetmeye/davranmaya başlar üstüne üstlük...Çünkü çarpıtılmış bir enerji formudur kıskançlık, bulaşıcıdır. Anne-babadan çocuğa kolaylıkla geçebilir bu işlevsiz duygu sarmalı; psikolojik altyapı düzleminde 'genetik' hale gelebilir. Normalleşmeye başlar bir süre sonra, toplumun psikolojik bedenine işlenir...bireyler böylelikle 'nasılsa herkes böyle' diyerek bahaneyle devam ederler bu negatif döngüde yaşamaya. En yakın arkadaşlıklar sona erebilir, akrabalıklar kolaylıkla düsmanlığa dönüşebilir. Tabiki iyi ve kötüyü içinde taşır, ve bu süreçte bazı olumsuz unsurları aşmak için çabalar insan. Ama kontrolden çıkmış işlevsiz öfke ve kıskançlık gibi duygular, ne yazık ki insanı (kendine karşı dürüst olup yüzleşemediği zamanlarda) bir yere götürmez. Robert A Heinlein şöyle der: "Kendine güvenen ve yeten bir insan hiçbir konuda kıskanç olmaz. Kıskançlık hiç degişmeyen nevrotik-hastalıklı bir güvensizlik semptomudur". Biz yine de bu duyguyu patolojik/hastalıklı görmekten çok, varoluşsal bir sorun olarak ele alalım. Çünkü degişim her an mümkündür. Bu arada başaran da her an yön değiştirebilir. Kıskançlık çanları çalınca kendi egolarımızın gözbebeklerinin içine dosdoğru ve tereddütsüz bakabilmeliyiz ki, böylelikle maskesi düşsün egomuzun. Bir 'an' meselesidir verilen karar. Düşünce duyguya dönüşmeden önceki anda gerçekleşir. Çan sesleri sisin içinde yankılanır; kâh karanlık odalarımızda kâh ışıklı odalarımızda yankılanır... ...bir kalabalık görüntüsü... Herkes koşuyor sanki...herkes bir yana koşuyor...bir savaş meydanı misali...evet, sanki delicesine savaşıyorlar bu insanlar...pastadan pay almak için...sahip olmak istiyorlar...bir şeyin efendisi olmak...üstün olmak...herşeyden ve herkesten üstün... Biz iyisi mi iyisi, başaranın pastanın peşinde olmadığı ama nasıl olduysa pastanın çoğuna sahip olduğu gerçeği ve ironisinin farkındalığıyla noktalayalım bu makaleyi. Kaynaklar: Marianne Williamson, 'Sevgiye Dönüş'', Akaşa yayınları, 2008, sayfa 177
Yorumlarelif sezen
{ 22 Eylül 2011 00:42:21 }
belki alışkanlık sözcüğü fazla somut ve ağır kaçtı bu metne. Aslında vurgulamak istediğim 'halden hale varırken' kimilerimizin bazı hallere tutunup evreni bulanık görmeleri, kendilerini geliştirmek yerine bir hale çakılıp kalma eğilimleri (bir hale çakılıp kalmak kelimenin tam anlamıyla mümkün olmasada!) Bu da bir çeşit alışkanlığı temsil ediyor gibi geldi bana.
Bu yazıyı yazmamdaki temel nedenlerden biri Üniversitelerde belirli bir entellektüel tiplemesinin hızla oluşmaya/artmaya başlaması; bu karakter modeli 'erdemli, dürüst, araştırmacı, gelişmeye açık' olacağı yerde 'bencil, kıskanç, hırs içinde bir yarışma halinde' ve de tuhaf bir kendini beğenmişliğe yönelik karizmatiklik hallerinde. Bu aslında etik bir sorun. Akademik gelişimden önce kişisel gelişimin önemi kavranabilinirse harika bir evrimselleşme süreci olur bu. Sevgili Mustafa Alagöz, düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkürler; farklı açılardan bakma olanağı sağlıyor yorumlarınız. Ben de sizin yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum ve devamını bekliyorum mustafa alagoz
{ 17 Eylül 2011 06:23:45 }
Bir günlük yaşantımızda bile halden hale girip çıkarız; sıkıntılı, neşeli, öfkeli, hüzünlü, kıskanç, kibirli.... Kendimizi bu hallerle belirli duruma getiririz. Eğer bu haller kalıcı ise karaktere dönüşürler.
Diğer Sayfalar: 1. İnsan tüm hallere girebilen, aynı zamanda bunlardan çıkabilen de bir öznedir. "Her insanda insanlığın bütün halleri bulunur."diye önemli bir söylem vardır. Şu ünlü "Nuh`un Gemisi Mitolojisi"nde bunu anlatır aslında. Hani Nuh Peygamber gemiye bütün hayvanlardan dişi ve erkek olarak birer çift almıştı. Burada gemi bizim bedenimiz, hayvanlar ise içimizde barındırdığımız potansiyel huylarımız...Bu, her insanın halden hale girebileceğinin, dahası bu hallerden birisinde çakılıp kalabileceğinin olanağıdır. Örneğin kıskançlık: Bir gün bir dostum şöyle demişti: "Eğer bencilliği bilir-anlarsan onun biçimlerini de tanırsın. Bencillik kendini şöyle de gösterebilir, böyle de." Aslında insanı değil onu o yapan halleri tanımaktır önemli olan. Sevgili Elif yine özümüze dair bir olguya değinmiş ve insanı duyusallığın ötesine taşıyan fikirler dile getirmiş. Başarının kendisini anlamakla başarılı insanın neler hissedip nasıl davranacağını belirlemek aynı şeyler değil. İnsanda orantısız gelişme denilen bir süreç hep varolagelmiştir; bu durum özellikle "Başarılı" tiplerde daha çok görülür. Çünkü bir yönde son derece yetkin olan birisi başka alanlarda son derece şımarık, kaba, bencil, anlayışsız ve "kıskanç" olabiliyor. Örneğin Picasso; yaşadığı bütün kadınları neredeyse delirtmiştir: Freud, kendi görüşlerine karşı çıktığı için A. Adler`i psikoloji derneğinden attırmıştır. Bu konuda daha pek çok örnek verilebilir. Bunları söylerken şuna dikkat çekmek istiyorum; asıl olan hal dediğimiz insansal durumları anlamının yoluyla ancak insanı anlayabiliriz. Sevgili Elif`in bu yazısını da zevkle okudum. Bu yazdıklarım ise sadece bir fikir alış-verişi, deyim yerinde ise yazı yoluyla bir sohbet olarak görülmesini isterim. Yazıda şöyle bir belirleme var: "Kıskançlığın kökleşmiş, inatçı bir alışkanlığa dönüştüğünü görüyorum." Ben de bunun üzerinde bir daha düşünülmesi umuduyla şu soruyu ortaya sürmek istedim: Kıskançlık bir alışkanlık mıdır? Söylemlerin doğruluk-yanlışlığından çok; niteliği, içtenliği ve yazanın tutkusu daha önemli ve doyurucu... Sevgili Elif'in sorgulama çabası, ele aldığı konular ve arayışlarındaki enerjiklik yazılarına da yansıyor. Böylesi yazılar insanı kendi etrafına ördüğü duvarların ötesine taşıdığı gibi öte yandan da kendi içinde kendine en yakın bir dünyanın da var olduğunu hatırlatıyor. Tebrikler Sevgili Elif; yazılarını zevkle okuyorum ve onlardan yararlanıyorum, benim de ilgimi çeken korular üzerine tekrar düşünmemi sağlıyor.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|