İlkin çamların üzerine iniyor akşam. Çamların puslu koyu yeşilini daha puslu daha karanlık yapıyor önce, sonra usulca denizin mavisini sarıyor. Dört kadın arkadaki küçük koya doğru yürüyorlar. Onlar Mehtapçılar... Dolunayın böylesine hevesle beklendiğini onlarda gördüm. Kocaman ışıl ışıl yusyuvarlak bir ayın denizle göğün arasına ansızın hınzırca sokuluverişini bir kez görmüş, hastası olmuşlar.
İlk duyduğumda şaşırttı bu coşkulu bekleyiş beni. Ne vardı ki bu denli önemsenecek... Akşam yemeğini bile dolunayı izleme saatine göre ayarlıyorlardı. Kafayı buna bu denli takacak ne vardı... Evet, kafayı takmak sözcüklerini geçirdim içimden. Söylemedim onlara, birlikte gittim o akşam. Biraz, doğa olaylarını izlemeyi ben de sevdiğimden, biraz nezaketimden ve biraz da tatilde olup, yapacak başka bir şeyim olmadığından onlarla birlikte gittim.
İskelenin ucuna oturmuş, ayaklarını suya sarkıtmış birkaç kişi var sahilde. Onlar da mehtaba gelmiş olmalılar. Kumsalın bitip çimenlerin başladığı yerdeki tahta sıraya da biz oturuyoruz. Gökyüzünün neredeyse gözle izlenebilir bir yavaşlıkla laciverte dönüşüne tanık olarak bekliyoruz. Güleç yüzlü bu kadınları ve günün herhangi bir anında zorlanmadan başlayıveren muhabbetlerini seviyorum. Sohbet bekleyişi zenginleştiriyor. O ilk ışıltı, o büyülü an beklenen... Dolunay göğün yükseklerinde de güzel, hep güzel ama incecik altın renginin kendini ilk gösterişi yok mu... İşte tutkuyla beklenen o. İlk göz kırpış... Yoksa birşeyler noksan kalıyor, yetmiyor nedense dolunayı gökyüzünün yükseklerinde görmek.
Ansızın denizin üzerinde, göğün üzerinde bir noktada ... Farklı bir renk katılıyor, altın rengi bir fırça darbesi vuruluyor sanki tuvaldeki resme, lacivertin üstünde minicik bir renk karmaşası ortaya çıkıyor... Sınırları belirsiz bir sarılık... Ben buradayım diyor ay önce. Sonra incecik görünüveriyor. Ve hızla yükseliyor. Kocaman, yusyuvarlak, sapsarı.
Sanki denize gömülü iri, ışıl ışıl bir cisim, saklı bir kuvvetle deniz üstüne çekiliyor.
Ve yanımdaki kadınlar bu gizemli çekilişi izlemekteki sıradışılığı fark etmişler.
Dolunayın hangi güne rastladığının sıkı takipçileri onlar.
İçlerinden biri bana dönüyor, “Çok güzel değil mi?” diyor sesinde belli belirsiz bir tutkuyla.
Her gece gelip kendini duyurmadan gökyüzünde bir yere usulca oturuveren o bildik ay, bu bir günde öyle bir görkemle kuruluyormuş ki meğer göğe... Ve görkeminde bile öyle bir alçakgönüllülük varmış ki...
Dolunay yükselirken sahildeki teknelerin arasında gittikçe güçlenen ışıktan bir koridor oluşuyor. Sonra yakamozlar... Oynaşan, kıpırdayan, atlayan zıplayan... Ay ışığının denize girme, denizde eğlenme vakti şimdi... Tadını çıkarma vakti.
Gece öyle güzel ki kimse eve gitmek istemiyor...
Bense, mehtabın muhteşemliğine ve bu kadınlardaki yaşamın güzelliğini görebilme, hissedebilme yeteneğine aynı anda hayran oluyorum.
Hayatı varoluşumuza teşekkür ederek yaşayabilir miyiz?
Plaj yolu boyunca sıralanmış sokak lambalarının soluk ışığında konuşarak eve dönüyoruz. Bir sessizlik anında Nazım Hikmet’ın şiiri geliyor aklıma.
yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Hayatı, varoluşlarına teşekkür ederek yaşayanlar, böyle anların tadına varabiliyorlar..Keşke hepimiz bunu yapabilsek..Yine çok keyifli bir yazı olmuş Saba'cım.Selamlar ve sevgiler sana...