|
|
Bir zamanlar Melbourne'daKategori: Kültür/Sanat | 3 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 08 Ağustos 2011 18:40:58 Şakır şakır yağmurda çıktım yola. Son anda günün yorgunluğu, hüznü uyku olmuş çökmüştü. İnsan bilet alınca, söz verince, haftalarca bekleyince yorgunluğa yenilmeyi sindiremiyor. Yollar ıslak, parlak, radyoda caz çalıyor. Olabildiğince yavaş gidiyorum. Bir yandan bereli omzumun ağrısını kapıya dayadım, taşıyacakmış gibi...
Şehir cıvıl cıvıl. Olanaksız da oldu, o kalabalığın içinde dar bir yan sokakta arabama park yeri buldum. Gerisi çok keyifliydi. Omzumun ağrısını, koyu bir biraya, sonra bir kadeh kırmızı şaraba, arkadaşımın sakin güzelliğine doğru saldım... Bana yalnızca ışıklı gece ve yağmurlar kaldı. Kocaman bir salon tamamen dolmuştu. Yukarılarda kendimize bir yer bulduk. Antik Yunan tiyatrolarının havası vardı salonda iki yandaki tanrıça yontuları ile –yoksa tanrı mı? - davetkar ve görkemliydi salon, mavi ışıklıydı yontular ve sahne. Melbourne’lu bütün dostlarımı görebilirdim sanırım, herkes oradaydı. Bir çoğunu yine de gördüm, sarıldık, öpüştük. Oturma odamdaymışcasına rahattım içim sıcaktı. Tüm o doluluğa karşın salon sakindi. Işıklar söndü. Sahnede siyah zeminde beyaz adlar geçmeye başladı. İlk andan nasıl etkilenmem! Bütün sıfatlar, yönetmen, yapımcı, ses, düzenleme, ışık ne varsa, hepsi türkçe geçiyordu. Özenmemiş İngilizceye yönetmen. Issız çorak bakımsız Anadolu’nun, alçakgönüllü çocuğu, dayamış uluslarası izleyiciye Türkçeyi, hiç dert etmeden. Ruhumu şenlendirdi bu gösterişsiz, alçak gönüllü dik başlılık. İlk saniyeden sevdim, sevindim. Filmin ilk yarısı yaklaşık bir buçuk saat, gece çekilmiş. Bir gece filmi olacak sandım. İlk kez bir gece filmi göreceğim sandım. Çok etkilendim. Bu denli sıradan insanların anlatıldığı, heyecan beklentisi yaratmayan bir anlatım, an be anı gerçek zamanı ile çekmiş, insanlarına çok yakından bakan bir göz, hani biraz daha yaklaşsa bütünü göremiyeceğiz parçalardan, o denli yakın, uzun uzun bakıyor. Hayatı hep koştura koştura bir şeylere yetişme çabası ile yaşayan insanların kaldıramayacağı bir film... Durup farkındalık anları ile yaşamı içine çekmeyen insanların sıkılacağı bir film. Üç araba, ıssız cılız köy yollarında, o çeşmeden bu çeşmeye, top gibi bir ağaçla bir ceset arıyor. Zanlı arka koltukta, doktorla bir polisin arasında oturuyor. Zanlının, başının çevresinde geriden gelen arabanın ışıkları sarı haleler oluşturuyor, onu bir aziz gibi İsa gibi gösteriyor, zanlının uzun saçı sakalı, derin ve kederli bakışları da andırıyor zaten iki bin yıl öncesinin kederlisini. Kasıtlı bir çekim miydi, böyle bir izlenim uyandırmak istedi mi Ceylan, bilmiyorum. Hoşuma gitti yine de suçlu ile saflığı temsil etmesi gereken aziz arasındaki sınıra çekilmek bir ışık oyunu ile... Omzumun ağrısını unuttum, derin bir göz olup, olabilip bıraktım kendimi filme, çorak bir Anadolu’ya yeniden yeniden tanıklık etmenin hüznüne. Bitmese de olurdu film, geriye çok şey bırakıp bitti. İnce ıssız yollar, cılız ağaçlar, dökük çeşmeler, yalnız tarlalar, eski arabalar, esinti ile dalgalanan başaklar... Araba farlarının sarı ışığında gece yolları nasıl da güzel... Bomboş bir yol kıyısında açık havada işeme özgürlüğü, ferahlığı... Bir arabada sıkış sıkış da olsa güven içinde ondan bundan konuşmak birilerini çekiştirmenin tadı ile sürekli yer değiştiren sıkıcılığı... Bilmeden istemeden benimsediğim memleketim insanlarına özlem duymak, aynı anda sıcakkanlı ve sivri dilli, derin ve donuk olabilen insanlarımıza... Erkek dünyasının kaba hoyrat yalnızlığına bir kadın eli değdiğinde ürpertiyor. O sahne!!! Köyde yemekten sonra muhtarın küçük kızının elinden çay sahnesi bir şiir aslında. O sahneyi ilaç niyetine günde üç dört kez izlemeliyim. Ertesi sabah yağmurda yeni bir tarlaya gidiş, cesedin başında birbirine bakan bir sürü adam, cesedin ayakkabılarının ayaklarından sıyrılmış duruşu... İnsanlarımızın bakımsız rastgele halleri... Filmin belli bir kahramanı yok. Polisle başladı, zanlıya gitti, oradan muhtara, savcıya, doktora, kadına, hasta bakıcıya, dışarda hayat kadın ve çocukla akarken yine cesede... Ve orada da bitti. İçi deşilen cesedin başoyunculuğu ile sona erdi. Bir Zamanlar Anadolu`da. Evet, adı çok yakışmış. Dizüstü bilgisayarı çıkar, arabaları çıkar filmden, elektrik kendini zaten köydeki akşam çıkardı, eh bu filmi herhangi bir zaman adına çekilebilirdi. 1000 yıl ya da 200 yıl 50 yıl önce de geçmiş olabilirdi. Bu gidişle 150 yıl sonra da... Soluğu gibi ona ait filmi, kişiliğinin bir yansıması. Kişiliği olan yapıtlar için beğendim ya da beğenmedim demenin ne anlamı olabilir! Ceylan’ın sinema dilini eleştirmenin ne anlamı olabilir? Yaşamla değil de kendi durduğu yerle, bakış açıları ile oynayarak, hiç acele etmeden anlatıyor. Ceylan, yaşamdan bir kesit seçiyor, mekandan zamandan insanlardan.... Onları alıp karşımıza koyuyor. Hiç birini yargılamadan, yargılamamız için değil. Tanıklık ediyor. Biz de tanıklık edelim diye... İnsanın hallerine, insanın yaşamın içindeki tuhaflığına, ayrıksılığına, olmamışlığına tanıklık ediyor. Güzelliğine olduğu kadar zavallılığına da... Zavallılığı tuhaflığı ile birleşip sürekli oluş içindeki yaşamın muazzamlığı içinde öne çıkınca gülünç oluyor. Seçtiği konuyu işleyişi, yaşamdan aldığı ayrıntıları başka başka seçip kurgulayabileceği söylenebilir. Olabilir, herşeyi bir başka türlü yapabilir insan değil mi? Bin türlü yapabilir. Ama her şeyi tamam bütün bir bebeğe bakıp orasını burasını beğenmemek nedir! Bu bebek böyle doğmuş küçük bir tansık. Gece yarısına doğru bitti film. Her anı dolu dolu yaşanmış bir deneyimdi. Eve dönerken, gökyüzünde kocaman bir yarım ay vardı. Dilime takıldı bir deyiş.... ”hey erenler, akıl fikir eyleyin, dağlara da duman ne güzel uymuş” Geceye ay, insana sanat, memleketime Nuri Bilge Ceylan... Ne güzel uymuş.
YorumlarNilüfer Yaman
{ 13 Ağustos 2011 09:35:34 }
Ben bu fılmi çok beğendim Deniz, Ceylan'ı da bu filmi yaptığı için çok sevdim. Çünkü bir zamanlar ben de Anadoluda'ydım.
Ceylan bu Anadolu'yu ve onun insanını hem seviyor hem de cok iyi anlıyor bence, güzelliğiyle, çirkinliğiyle.. Kötülüğüyle, iyiliğiyle. Olduğu gibi, abartmadan. Tek boyuta, tek duyguya, tek düşünceye indirgemeden. Yabanci arkadaslarim bunu bir Kürt öyküsü gibi izleyip, alkışlamışlar. Ama burası Anadolu, Ankara'ya yalnızca 80 km uzaklıktaki Kırıkkale'nin, 580 km uzağında olandan pek farkı yok. Yasayanlar mahkum gibi, ya da diri diri gömülmüş gibi yasiyorlar, kimsenin diğerinden, farki yok aslinda. Kimsenin kaçışı yok. Oralı olmayan doktorun bile..Güzelliğin varolduğunu görüp erişemeden yaşayan, zor hayatların bu hüzün dolu insanları doğruları bilmekten kaçınıyor ve bilenler de söylememeyi yeğ tutuyorlar.. Bir an başımı eğdiğim için o aziz görüntüsünü kaçırdım. Tekrar tekrar görülmeyi hak eden bu filmde her görüşte yeni bir şeyler bulucağımı sanıyorum.. Daha sonra tekrar konuşmak üzere.. Sevim Kahraman
{ 10 Ağustos 2011 09:42:13 }
"..suçlu ile saflığı temsil etmes gereken azizi.." demissin Deniz, acaba kac kisi benim dusundugumu dusunuyor veya gordu bu filmde. Senin yukaridaki satirlarda yazdiklarini yani zanlinin basinda araba isiklari ile haleler olustugunu ben fark etmemistim ama zanlinin bir aziz olduguna inaniyorum ve belkide bunu bildigi icin Ceylan boyle bir oyuna bas vurdu. Adamin nasil olduruldugunu gormedik ama onu zanlinin kardesinin oldurdugune dair ip uclari verildi bize. Guzel bir yorum, filmi disardan izlemekten daha cok icerden yasamissin, hikayenin icinden daha cok. Ceylan'in filmlerini daha once de izlemistim ama boylesine bir tad almamistim. Sevgiler elif sezen
{ 09 Ağustos 2011 10:31:09 }
Ne yazik ki izleyemedim bu filmi henuz. Ama yorumunuza bakilirsa tipik bir Ceylan filmi: Yasami oldugu gibiligiyle 'ari' haliyle sunan, yuze tokat gibi carpan gerceklikten korkmayan, belki de ucuncu gozle bakan gozlemci kimligi ile yogrulmus. Dediginiz gibi: "bu bebek boyle dogmus", pek soze gerek yok...Ceylan bize de o 'gozlemci' kimligini oneriveriyor olmali yine..umarim en kisa zamanda izlerim,
Diğer Sayfalar: 1. sevgiler, elif
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|