|
Babacığım Merhaba,Kategori: Babama Mektup | Yazan: Şule Sencer Töreci | 01 Nisan 2011 14:15:20 Sana yazmakta ne kadar geciktim bu kez değil mi? Lütfen bağışla. Hemen öyle gözlüğünün üzerinden ters ters de bakma bana. Şu sıralar senin öfkene değil anlayışına gereksinimim var babacığım. Senin de bildiğin gibi öylesine karışık ve abuk subuk bir yıl geçirdim ki, içinde ne ararsan vardı. Hastalıklar, hastalıklı ilişkiler, acayip ve akıl almaz bir karmaşaya doğru son sürat sürüklenen ana yurdum. Ve elbetteki yurdum insanları. "Balık baştan kokar" öz deyişini haklı çıkaran insanlar insancıklar.
Pek çok küçük Tayyip bürümüş ortalığı. Kronik yalancılar mı ararsın? Yoksa sana güler yüz gösterip de senden nasıl ne koparır hesabında olanlar mı? Bağıra bağıra seni azarlar gibi konuşanlardan mı alırdınız? Yoksa küfürbazlardan mı buyururdunuz. Herşey var. Yok ben bunu 40 yıldır tanıyorum, şunu da 50 yıldır kardeşim bildim falan demiyeceksin asla. Eğer dersen öylesine kırılıp tuzla buz oluyorsun ki, Hümerya’nın 70’li yıllardaki hit şarkısını bire bir yaşamaya başlıyorsun.. “Bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolaşıyor” larla düşüyorsun yollara. Sanki içindeki kördüğümü de birlikte götürmüyormuşcasına. Kronik öğrenciliğin hiç bitmiyor kısacası. Bitmiyor da bu kadar öğrenmeye ne zaman bileceğin yine ortada kalıyor. Sonra bir an geliyor kendine acımayı bırakıp silkiniyorsun ve Anka Kuşu gibi küllerinden yeniden doğuyorsun. Sonuçta vakit kaybı. Başka bir şey değil Neyse sen sıkılma, fazla da ciddye alma beni. Sana henüz sözünü etmediğim öyle güzel insanlarla da karşılaştım ki. Öylesine canlar ki. Kimisi Hayriye gibi 45 yıl sonra yeniden girdi yaşamıma, kimisi Dilek gibi nerdeyse 50 yıl sonra sürprizlerin en büyüğü ile ödüllendirdi beni. Hepsini sırası geldiğinde bir bir takdim edeceğim . Zaten kördüğümden geriye pek bir şey kalmadı, birkaç dolaşık sırnaşık ilmek o kadar. Gerçekte ülkemin halini gördükçe kendime ait sıkıntılarımı sıkıntı sanarak yakınmamdan inan ki utanıyorum. Sanki kendi problemlerim çözüme kavuşunca mutlu olacakmışım gibi. Ankara’yı bir görmelisin babacığım, pardon görmemelisin. O canım şehri ne hale getirmişler. İnan ki şuna benziyor bile diyemiyeceğim çünki hiç bir şeye benzemiyor. Örneğin Cinnah da falan yürümen artık bir hayal. Zaten yürüyeme diye de öylesine üstünde çalışmışlar ki. Abuk subuk alt ve üst geçitlerden arabalar geçiyor vızır vızır. Ankara Otelin’in ya da eski TRT Binasının önünden kaşıya geçmeyi unut. Yok öyle bir şey. Artık senin kaldırımda durman ya da gitmen için bir araba olman gerekiyor. Tek tük lutuf edip bıraktıkları ya da unuttukları kaldırımlar da öylesine dar ki, iki kişi yanyana töbe yürüyemez. Hatta karşıdan biri gelirse senin ya da onun caddeye inmesi şart. İnen de çoğu zaman sen oluyorsun çünki genellikle o karşıdan gelen, öyle bir“sıkıysa inme” bakışı ile üstüne yürüyor ki bir anda kendini caddede buluyorsun. Sokaktaki kadınların bir kısmı, sana laik bir ülkenin başkentinden çok bir ortadoğu ülkesinde olduğun izlenimini veriyor. Bazıları da kafaları bohçalılara inat, neredeyse şeffaf giysilerle dolaşıyor. Hani benim 70 lerde giydiğim mini etekler var ya, bunların yanında öyle muhafazakar ve masum kalıyorlar ki. Her şeyde olduğu gibi etki tepkiyi doğuruyor ve sonuçta Ankara, sanırım en çok da kendisine benzemiyor. Bu arada ağaçlar kesiliyor, her yan o çirkin Betebeli apartmanlar ile dolduruluyor. Bu da yetmiyor o apartmanların pek çoğu da arapça yazılarla süsleniyor... Atatürk Orman Çiftliği can çekişmekte.. Çiftlikten çok park irisi bir yere dönüşmüş. Ama sana yine de güzel bir haber, hani seninle sık sık gittiğimiz Çiftlik Merkez Lokantası vardı ya,o hala yerli yerinde. Dokunmamışlar. Cumaları çok mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamalı,metroya kesinlikle binmemeli, öğle saatlerinde Tunalı’da asla görünmemelisin. Çünki yürümen mümkün değil. Kızılaydaki metro alt geçidine, bir meto istasyonu için olmaz ise olmazı yapmışlar. Mescit!. Öğle namazı saatinde eğer ezan eşliğinde yerin altında namaz kılmıyacaksan orada ne işin var zaten. Yüzlerce kişi kimi gazeteler üzerinde kimisi de hasır seccadelerde namaza duruyor. Zaten basacak yer kalmamış, nereye gidiyorsun? İlle de Tunalı Hilmi? O saatlerde zaten açık dükkan falan da bulamazsın ki Tunalı’da. Çünki bizim dinciler tam dükkan kapılarının önüne seriyorlarki seccadelerini dükkanlar açılamasın. Yeraltı camilerinin hoparlörleri bir kaç ağacın dallarında. Öyle iri birer kuş gibi konmuş duruyorlar. Bazı uyanık esnaf da bu bet sesli imamın ezanı katline daha fazla dayanamadığından olacak, sık sık kopartıyorlar kablolarını hoparlörlerin. Sonra da zevkle imamın ağaca tırmanmasını izliyorlar hep birlikte. Tüm bunları gördükten sonra aklıma bir İranlı düşünür’ün, Amerikalı gazeteciye verdiği yanıt takılıyor. “Devrimden önce evde ibadet yapar, dışarıda içerdik. Şimdi dışarıda ibadet yapıp evde içiyoruz.” Bu arada İrecep Bey’i soracak olursan, deliliğin sınırlarında dolaştığını rahatlıkla söyliyebilirim. Nasıl öfkeli nasıl öfkeli anlatamam. Bir zamanlar içkiye takmıştı. Yani Dianisos’un toprağından “içmeyin” diye kükrüyordu halka, hatta Kanuni nin bile ödü kopacaktı neredeyse bir karşılaşsalar. Yok yok valla ben içmedim. Ama yine de ne idi o Kanuni’ye durup dururken çamur atmalar; içki karı kız falan. Herkes bilirdi ki haremde ki cariyeler Sultan’ın Dünya ahiret bacılarıdır. Ve de Sultanlar bir tek kızılcık şerbeti içerler. (Pardon? Sizi rengi kırmızı diye ne sanmıştınız?) Ama ah bu Laikler yok mu? Vallahi dizi mizi anlamaz kapatıverir televizyon kanalını daha olmadı oğluna ya da kızına alır banka kredisi ile. Evet Babacığım,sonuçta kendi halinde bir televizyon dizisi olacaktı “Muhteşem Yüzyıl”. Ancak eksik olmasın İrecep bey sayesinde şimdi izlenme rekorları kırmakta. İşte tüm bu yukarıda sıraladığım nedenlerden ötürüdür ki, içki içme yaşını da 24 lere falan çıkarmıştı İrecep Bey.. Eğer içki içilen ya da satılan ortama 24 yaşındaki bir çocuk! da geliyorsa, o ortamda artık içki yasaktı satış da onun göremiyeceği şekilde yapılmalıydı.. 24 yaşındaki çocuk, konu evlilik olursa 13 yaşında ergenleşiyordu ama. Onun için küçücük kız çocuklarının evlilik adı altında alınıp satılmasına ses çıkarılmıyordu. “...du...” “...dı...” dediğime bakma, geçmişten değil, şimdiden söz ediyorum. Aslında ağzımı alıştırmaya çalışıyorum, böyle yazıp dedikçe, yarın tüm bunların geçmişte kalmasına hizmet ediyormuşum gibi geliyor. Hah bu arada Başbakan Yardımcımız Sayın Arınç da, sahibinin sesi olaraktan (Wikileaks’in yalancısıyım)İrecep Bey’e destek çıkmak amacıyla şöyle bir cümle kurdu durup dururken “Hayatta her şey içki ve seks değildir.” Ne komik ama di mi, bu ünlü siyasetçimiz her yıl Manisa Kuvvet Macunu şenliklerinde, macun toplama şampiyonluğunu kimseye bırakmazken bir de üstelik... Ve işte o zaman bunların niye hiç yüzlerinin kızarmadığını da çözdüm babacığım. Bunların akılları pantolonlarının içine kaçmıştı. O yuzden kan daha yukarılara beyine falan ulaşamıyordu bir türlü, bu nedenle beyin beslenemediği için yüz de kızaramıyordu doğal olarak. Canımın içi, sana daha anlatacağım o kadar çok şey var ki. Onları da bir dahaki mektuplara bırakayım diyorum. Sanırım hayli zamanını da aldım istemeden. Belki şu anda Zinnur Enişte ile satranç oynuyordun, ya da babaanneme takılıyordun her zamanki gibi. Yoksa artık son olmasını dilediğim sınavlarına mı hazırlanıyordun? Sonuçta yeniden buluşmak çok güzeldi babacığım. Ne kadar da özlemişim seninle sohbet etmeyi. Artık bundan sonra seni bıktırana kadar yazarım hiç merak etme.Bu mektubumda çizdiğim karanlık tabloya da çok aldırma. Biraz duygu sömürüsü yaptım belki bu kadar gecikmemi affettirmek uğruna. Yani ortada öyle “ört ki ölem” diye bir durum yok. Ülkemin güzel insanları da çok, yapılan güzel işler de. Hepsinden bir bir söz edeceğim sana ileriki mektuplarımda. Ben çok iyiyim. Çevremde onlarca çocuk. Her gün yeni yepyeni dünyalar kurup kaldırıyoruz hep birlikte. Ha bu arada Babaanneme de bir mazeret uydur lutfen bu gecikmenin gerekçesi olarak. Bilmem orada uydurmaya izin veriyorlar mıydı ama... Şule Sencer
|
| Tüm Yazarlar |
|