|
|
Hayat BilgisiKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Deniz Günal | 31 Mart 2011 13:00:20 Hayat bilgisine dahildir hayvanları tanımak. İnsanlığa dahildir hayvanları sevmek. Hayvanlardan öğrenmek de... Biraz kendimizi zorlayalım mı? Korktuğumuz, hatta iğrenç bulduğumuz hayvanlara da tarafsız, yargısız doğanın gözüyle bakabiliriz. Onları da sevebiliriz. Niye olmasın?
Piranalara bakalım mı önce? Güney Amerika’daki akarsularda yaşıyorlarmış. Büyük sürüler halinde, neredeyse ordular halinde! Çok saldırganlar, iri, sivri dişleri var. Çene kasları çok güçlü. Böylece avlarından rahatlıkla iri parçalar kopararak beslenebiliyorlar. Ailelerine çok bağlılar. Dişi piranalar yumurtalarını su bitkilerine yapıştırıyor, erkekleri de bunları yavrular gelişip çıkıncaya dek koruyor. Bu bağlılık bir yere dek gerçi. Kan kokusu alınca kendi yaralı annelerini bile yiyebiliyorlarmış. Öte yandan, suya düşmüş meyve, tohum gibi bitkilerle beslenen türleri de var. Güney Amerika’da bulundukları bazı yerlerde insanlar su yakınlarına bile gitmese de, bazı bölgelerde hiç bir saldırı olayı görülmemiş. Piranalardan bu kadar korkmamızın nedeni ise Holivud filmleri ve eski ABD başkanı Rosvelt’in 1914 yılında Brezilya serüvenini anlattığı kitabında yazdıkları. Amazon yerlileri, bu serüvensever başkanı etkilemek için, aç bıraktıkları piranaları salıp, ardından da öldürdükleri bir ineğin kanlı parçalarını atmışlar ırmağa. Bu gösteriyi, tüyleri diken diken izleyen Rosvelt, pirana sürüsünün tüm vahşilikleri, açlıktan gözü dönmüşlükleri ile halinde avlarına saldırmalarını çok canlı bir biçimde anlatmış kitabında. Amazon yerlileri amaçlarına ulaşmışlar yani. Kimbilir Rosvelt’in bu haliyle ne çok eğlenmişlerdi. Piranaların, kan kokusuna dayanamayıp avlarına kendilerinden ne kadar büyük de görünse saldırmaları, güçlü çeneleri, sivri dişlerinden kurtulan olmaması, sürüler halinde dolaşmaları çok sinir bozucu olsa da, kendilerine soğuk sularda rastlanmıyor. Biraz rahatlayabiliriz yani. Bu bir yana.. Jose Mauro de Vasconcelos’un Kayığım Rosinha adlı kitabını okuyanlar bu hayvanlardan korkmuyor çünkü onları tanıyor ve nerede nasıl davranacaklarını biliyor. “Sevimliydi yumurcak! Ortaya çıkmazsa, suyun ürkütücü bir derinlikte olduğu sarp kıyının yakınındaki kumsallardan birinden nehre girmesi gerekecekti. Yumurcakların yığınla pirana avladıkları yerden. Bunu düşünmek bile rahatsız ediyordu onu. Sertao'nun her şeyi çılgındı. Bir öküzü yarım saatte yiyip bitiren ve olta iğnesinin ucuna takılmış kırmızı bir paçavra parçasıyla bile yakalanan, suyun dışında bile ısırmaya devam eden piranalar, Piranalar yüzene saldırmazdı. insanlar, pirananın dalgalanan suya saygı gösterdiğini söylerlerdi. Su da şurada ve orada dalgalıydı. Doktor bakıyor, bakıyordu. Onun gözünde başını nereye çevirse su hep aynıydı. Neyse ki balıklar kendisi kadar cahil değildi.” Daha bir çok böyle bölüm var kitapta insanın piranalara karşı içini ısıtan. “Piranalar, yeni doğmuş küçük kaplumbağalarla yan yana yüzüyorlardı; hiçbir kötülük etmeden. Küçük hayvancıklar; piranhaların söylendiği kadar kötü olmadıklarına inanıyorlardı neredeyse.” Piranalardan konuşurken aklıma bir örgüt geldi. 4 Nisan 1949 yılında kurulmuş. Türkçe adı, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü. Ama biz onu NATO olarak biliyoruz. Zamanın İngiliz Lordu İsmay’ın deyişi ile “Rusları dışarıda, Almanya'yı alaşağı edilmiş halde ve ABD'yi içeride" tutmak için kurulmuş. Kurucu antlaşmanın özellikle üçüncü, dördüncü ve beşinci maddeleri ile, bu sürüye dahil ülkeler ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeye, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeye ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeye söz vermişler. Görev sahalarını da 6. madde ile Kuzey Atlantik olarak belirlemişler. Ama bildiğimiz gibi bu maddenin soğuk savaşın bitmesi ile bir anlamı kalmadı. Afganistan, Irak, Libya’nın Kuzey Atlantik olmadığı açık. Bu örgüte, Türkiye ve Yunanistan 1952’de, İspanya ise Franko diktatörlüği yıkıldıktan sonra 1982’de katılmış. Fransa, ABD’nin rolünü çok fazla bulup DeGol zamanında sürüden geri çekilmiş, ama ateşli Sarkozi ile birlikte ilişkiler de gelişmeye başlamış. NATO'nun etkinlikleri hiç bir zaman dış güvenlik ile sınırlı kalmamış. 1950li yıllarda İtalya’dan başlayıp diğer ülkeleri de kapsayan, Gladyo olarak anılan ve sonradan Derin Devlet yapılanmasına dönüşen birimler kurmuş. Bunlar öncelikle devrimci sol örgütlenmeleri bastırmak, çökertmek ya da önlemek için iş yapmışlar. Sonrası ise iyice karışık. Farkındayım konu sevimsizleşiyor. Biz yine hayvanlar alemine dönelim. Akbabalar… Akbaba, gündüz yırtıcılarından ve Yeni Dünya akbabaları ile Eski Dünya akbabaları ailelerini temsil ediyor. Akbabaların başları kel, kursakları büyük. Yürümeye ve leşleri tutup kaldırmaya uyum sağlamış olan ayakları iri ama güçsüz, tırnaklarıysa yassı. Gagaları genellikle eti ve deriyi koparabilecek kadar güçlü ve kalın. Akbabalar, Avustralya ve Okyanus Adaları dışında bütün ılıman ve tropik bölgelerde görülüyor. Besin seçme alışkanlıkları yok. Leş, çöp, canlı hayvan ne bulurlarsa yiyorlar. Bazı türleri savunmasız küçük hayvanlara da saldırıyor. Akbabalar, uzun ve geniş kanatları üstünde zarif bir biçimde dönerek saatlerce havada kalabiliyorlar. İçlerinden biri, ölü ya da can çekişen bir hayvan bulduğunda öbürleri de kilometrelerce uzaktan uçarak geliyor. Besini paylaşırken gövdesi daha büyük ve gagası daha güçlü olana öncelik tanıyan topluluk düzenine sıkı sıkıya bağlılar. Kümeler halinde tünedikleri ve yuva yaptıkları sarp kayaların, yüksek ağaçların tepesinde ya da yerde yaşayabiliyorlar. Akbabalardan söz edip de Amerika Birleşik Devletleri’nden söz etmemek olmaz. Ama bu kez Birleşmiş Milletler Örgütü’nden söz edeceğiz. Yani kısaca Birleşmiş Milletler. BM. BM de 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı hemen sonrası kurulmuş. Galip ülkeler ilerde kendi güvenliklerini sağlama almak istemişler. Kurulduğu yıllarda 51 olan üye sayısı, üyeliği kaldırılan Vatikan ve değiştirilen Çin Halk Cumhuriyeti, son katılanlardan Karadağ’ı da sayarsak 192'ye ulaşmış. Sürekli yeni bir ülkenin kurulduğu yeni dünya düzeninde son sayıyı bilmiyorum. Ha, örgüt yönetimi elbetteki büyük amcanın New York’undaki genel merkezden yürütüyor. Örgütün çeşitli bölümleri var. Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı. Uluslararası ilişkilerde güç kullanımını evrensel olarak yasaklayan ilk antlaşma buymuş fakat bu antlaşmaya galip ülkelerin ne kadar uyduğunu anlamak zor. Örgüt yapısının halen kurucu galip ülkelerin güvenliği amacını koruduğunun bir kanıtı Güvenlik Konsey’inin yapısı ve çalışmaları. Güvenlik Konseyi on beş ülkeden oluşuyor, bu üyelerden beşi daimi üye ve de mutlak veto yetkisine sahip. Bu her daim galip ülkeler, ABD, Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti, İngiltere ve Fransa. Güvenlik Konseyinin karar alabilmesi için 9/15 oranı gerekli olup, daimi üyelerden herhangi birisinin aksi yönde oy kullanmaması gerekiyor. Ama çekimser kalabilir ya da oylamaya katılmayabilirler. Bu veto anlamına gelmiyor. İnsan bazan düşünüyor, hayvanlar gibi davranabilmek için, örneğin Akbabalar gibi, ne kadar ayrıntılı, karmaşık, gelişmiş düzeneğe gereksinim duyuyoruz değil mi? Böyle olunca insanın kendini bırakıp hayvanlardan korkması pek anlamlı olmuyor. Pek korkmasak da sevimli bulmadığımız başka hayvanlar da var. Örneğin çakallar… Köpekgillerden. Kendilerine kır kurdu da deniyor. Gececi hayvanlar, gündüzleri genellikle çalılıkların arasına gizleniyor, alacakaranlıkta avlanmaya çıkıyorlar. Ufak tefekler. Bu yüzden olsa gerek, yalnız ya da çift iseler buldukları küçük hayvanları ya da leşleri yiyorlar. Sürüler halinde dolaştıklarında geyik gibi büyük hayvanlara da saldırabiliyorlar. Yalnızken bazen aslan, kaplan gibi yırtıcı hayvanların ardından gidip onlardan kalanlarla besleniyorlar. Ha bir de, kuyruk dibinde taşıdıkları bir bezin salgısı ile çevreye pis koku yayıyorlar. Bu da bir korunma yöntemi olsa gerek. Bunlardan Altın Çakal türü iyi bir koşucu. “Hafif bir vücuda, uzun ve güçlü bacaklara sahiptir, böylece uzun mesafeleri rahatlıkla aşabilir.” Sevimli, şiirsel bir betimleme değil mi? Çakallar pek vahşi sayılmazlar, güçlerini boşa harcamıyorlar en azından. Birbirlerinin alanına yaklaşan sürüler kavga etmiyor, birbirlerini korkutacak bedensel hareketlerle yetiniyorlarmış. Altın çakalların kendi aralarında anlaşmaları için kullandıkları çok sayıda havlama ve uluma sesleri varmış. Ne dersiniz, köyde yaşamasak, kırlara çıkmasak, doğa belgeselleri izlemesek de çakalları ya da çakallığı hepimiz bilmiyor muyuz? Yeni türlerini… Çağdaş çakalları. Kendimize dürüst olalım. Yalnızca kendi olabilen, ne ise o olan zavallı hayvanlar bizlere yalnızca birer ayna tutuyor. Orada kendimizi görüyor, ürküyor, korkuyor, tiksiniyoruz. Derim ki, onları artık hor görmeyelim. Kartal ya da akbaba… Kaplan ya da çakal… Doğalarının dışına çıkmıyorlar. Peki bizim, insanın doğası ne? Yeni sürüler, karmaşık ilişkiler kurup, daha çok sahip olmak, daha çok tüketebilmek için daha hızlı yok etmek mi? Bu mu doğamız? Ya sizin aynanızda ne var? Kaynaklar
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|