|
|
Nükleer efsanesi çöküyorKategori: Çevre | 0 Yorum | Yazan: M. Şehmus Güzel | 27 Mart 2011 03:32:55 Japonlar aynı anda üç belayla karşı karşıya kaldılar : Şiddetli deprem, tsunami, radyasyon sızıntısı... Japonlar depremle birlikte doğuyor, yaşıyor ve bazen depremle ölüyor. Bu ülkenin filmleri, çizgi romanları (« manga »ları), romanları bunu anlatıyor ve çocukların, gençlerin ve daha az gençlerin geçmişin o kadar da geçmiş olmadığını anımsamalarını sağlıyor. Deprem beklenen ve neredeyse kabul edilmiş bir bela.
Bu sefer de böyle oldu. Eğer sadece depremle kalsaydı doğanın isyanı insan kaybı olmadan geçiştirilebilecekti mutlaka. Ama hayır depremle birlikte Japon halkı Pasfik Okyanusu’nun deprem sonrasındaki azmasına, tsunami ismiyle anılan başbelasına karşı duramadı. Saatte 600 kilometrelik bir hızla koşan yirmiüç metre yükseklikteki ve iki yüz kilometre genişlikteki azgın dalgalar sildi süpürdü. Sildi süpürdü. Bu bir felaketti. Doğa Ana mutlaka intikam alıyor. Neyin intikamını, kimden, niçin ? Bunların yanıtları bir coğrafyadan öbürüne değişebilir ama insanoğlunun Doğa Ana’nın cömertliğini kötüye kullandığını artık kimse bilmemezlikten te gelemez. Gelmemelidir. Atom belasını en iyi Japonlar bilir. Bunu en iyi anlatanlardan birinin Nâzım Hikmet olduğunu da. Fakat bu son nükleer belayı hiç beklemiyorlardı sanki. Çünkü ülkeyi yönetenlere gözü kapalı inanıyorlardı. Oysa yöneticileri, Rusya Federasyonu’nda, Fransa’da, Almanya’da, Türkiye’de, ABD’de, Romanya’da, Bulgaristan’da ve daha nice nice ülkelerde olduğu gibi yalan atıyorlardı. Aynı yöneticiler yıllardan beri nükleer santralın tehlikeli olduğunu kendilerine ileten devletlerarası kuruluşların raporlarını kulak arkası ediyorlardı. Birçok şeyi gizliyorlar, söylemiyorlar(dı). Veya seçimler öncesi yaptıkları vaatleri seçim sonrasında « unutuyorlardı ». Bunun en son örneğini Federal Almanya Cumhuriyeti Başbakanı Bayan Merkel verdi. Birkaç « land »da (« federe bölge »de) yapılacak meclis seçimleri öncesinde « tehlikeli oldukları bilinen yedi santrali » kapatacağını açıkladı. Ama, 24 Mart 2011’de ARTE 19 haberlerinde, Merkel’in Ekonomi Bakanının, patronlarla yaptığı toplantıda « Merak etmeyin, bu bir seçim taktiğidir » dediğini duyurdu. Kim nasıl ve neden yalan atıyormuş ? Şimdi artık her şey biliniyor. Japonya’daki nükleer santrallerin işleticisi özel şirket TEPCO’nun da yalan üstüne yalan attığı ve bugün bile santrallerdeki sızıntıyı önlemek için hayatları pahasına çabalayan emekçilerin güvenliği için gerekli koruyucu malzemeyi vermediği biliniyor. Her gün yeni bir yalanı medyaya yansıyor. Birkaç yıl önce santrallerinin iyi durumda olmadığını bildiren ciddi raporu es geçtiği de... Nükleer efsanesi, nükleerin en güvenilir enerji kaynağı olduğu iddiası çöküyor : İşte Japonya’daki belayla birlikte bu bir kez daha ortaya çıktı : En sağlam, en güvenilir denilen nükleer santraller bile başa bela olabiliyor. Yıllardır Çernobil konuşuluyor. Oysa ondan önce ABD’de (örneğin 28 Mart 1979’da Three Mile İsland’daki ) ve ondan sonra Fransa’da nükleer tehlikeler yaşandı ve epey zararla ama göreceli olarak ucuz atlatıldı. Nükleer enerji kullanımı elektirk üretiminde, askeri alanda, bilimsel araştırmalar sırasında birçok kazaya yol açtı. Liste epey uzun. (Merak edenler Google Baba’ya « liste d’accidents nucléaires » diye sorsunlar. İngilizcesi ve İspanyolcası da var.) « Çernobil Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) döneminde Ukranya Sosyalist Cumhuriyeti’nde meydana geldi. Fatura da elbette komünizme çıkarıldı. « Batı’daki atom santrallerinin daha sağlam ve daha güvenilir olduğu » ileri sürüldü. Bugün nükleer bela liberal ekonomi şampiyonlarından birinde ortaya çıktı ve can alıyor. Bundan elbette derin üzüntü duyuyoruz. Ama nükleer belanın renginin, sınırının olmadığının, ne zaman nerede ne yapacağının önceden maalesef bilinemeyeceğinin de böylece bir kez daha ortaya çıktığını vurgulamak görevimiz. İşte tam da bu sırada, Türkiye’nin ilk nükleer santralını Mersin Gülnar Akkuyu’da kurmak üzere olduğu daha çok duyulur oldu. Santralın deprem bölgesine yakın bir mekanda kurulmak istenmesi ve dahası nükleer santral yapımının, bu belanın önemli iki yaratıcısı ve yapımcısı ABD ve Fransa’dan sonra gelen ve maalesef Çernobil’in sorumlusu, Çernobil sonrasında gereken tedbiri almamasıyla da tanınan Rusya’ya teslim edilmesi korkutuyor. O güzelim doğanın saçılıp savrulması yanında olası belalar evet korkutuyor. Sadece kendi ülkemiz ve ülkemizin yurttaşları için değil, çevre ve komşu ülkeler ve onların yurttaşları için de... İşte şimdi hiç bir şekilde ve asla nükleer santral istemiyoruz demenin tam sırasıdır. Nükleer ölüm demektir. Şaka değil ölüm. Rengi, kokusu olmayan bir tehlikeyle enerji kaynağıdır diyerek dostluk yapılamaz. Yapılmamalıdır. Dahası nükleer santralın yapımından sonra onun çalıştırılması ve bakımı için gerekli kadroların, emekçilerin, kadın ve erkeklerin sürekli olarak ölümle kolkola gezmesini istemek te insanlığa yakışmaz. İşte ABD, Fransa, Rusya, Japonya ve diğerlerinde çalıştırılanlar gözümüzün önünde : Binbir çeşit hastalığın kurbanı genç yaşlarında emekçiler. Bugün nükleer santralın tehlike olduğu artık çok iyi biliniyor. Amaç kırk yılını doldurmuş olanların, tehlike oranı yüksek olanların kapatılması. Yenilerinin kurulması değil. Şunu da eklemeli : Kapatılması yapımından daha pahalıya mal olan başka hiç bir yatırım da yok. Bu konuda Avusturya örnek alınmalıdır : Yapımı bile bitmiş bir nükleer santralın işletilmeye başlamasını az farkla kazanılan bir referandum sonrasında durduran ve sonra nükleer santral yapımı ve işletilmesi yasağını dikkatinizi rica ediyorum ANAYASASINDA ÖZEL BİR HÜKÜMLE YASAKLAYAN Avusturya evet herkese örnek olmalıdır. Ne iyi ki Türkiye’de meselenin ciddiyetini son derece iyi biçimde saptayan ve bunu kamuoyuyla paylaşan bilim adamlarımız var. Bunlardan birini değerli dostum, iyi gazeteci Melih Aşık 17 Mart 2011 tarihli Milliyet’te, « Açık Pencere »sinde tanıttı. Oradan aynen aktarıyorum : « Çevre Kanunu’nu hazırlayan komisyonda görev yapan, 1980’li yıllardan beri nükleer enerjiyle yakından ilgilenen Prof. Ülkü Azrak, Japonya’daki felaketin ardından görüşlerini aktarıyor : - ‘Atom santralı iddia edildiği gibi temiz enerji üreten bir sistem değildir. En gelişmiş nükleer santrallarda bile önlenemeyen sızıntılar dolayısıyla çevreye, az da olsa, radyoaktif etkiler yayılmakta, Almanya’daki bazı nükleer santrallarının yakın çevresinde çocuk lösemileri giderek artmaktadır. - Şunu herkesin kesin olarak bilmesi gerekir ki, Ecemiş fay hattının merkezi Akkuyu’dan sadece 160 km. uzaklıktadır. Deprem uzmanlarının 1998’de Niğde’de düzenlenen bir sempozyumda belirttikleri gibi, Ecemiş fayı aktif bir faydır. 27 Haziran 1998’de Ecemiş fayında meydana gelen deprem sonucunda 150 kişi yaşamını yitirmiştir. - Bundan sonraki depremin Akkuyu’da yapılacak nükleer santral için yaşamsal bir tehlikeyi ortaya çıkarmayacağını kim garanti edebilir? - Bu alandaki uzman bilim adamlarının seslerini yükseltmemeleri şaşılacak bir şeydir... Japonya’daki kazadan sonra Almanya’daki [gösteriler sonrasında] Federal hükümetin bir süre önce ömrü dolan bazı nükleer santralların işletme süresinin uzatılmasına ilişkin kararının iki gün içinde geri alınması sağlanmıştır. İsviçre nükeer santral yapımından vazgeçmiştir. - Türkiye’de ise iktidar, Atom Enerjisi Kurumu’nun 1997’de verdiği eski tarihli lisansa dayanarak Akkuyu atom santralının yapımını, Çernobil felaketini önleyemeyen Ruslara ihalesiz olarak vermiştir. Kendimizi imha edecek bombayı kendimiz imal ediyoruz...’ » Burada birkaç noktaya daha değinmek istiyorum : İsviçre Konfederasyonu’nda iki kanton nükleer santralların kapatılmasından ve nükleer enerjinin yasaklanmasından yana olduğunu açıkladı. Biri de Fransa-İsviçre-Almanya sınırında, Mulhouse’un yanı başında, Fransa’nın en eski ve ömrünü doldurmak üzere olan Fessenheim nükleer santralının kapatılmasını ısrarla istedi. Bu nükleer santralın kapatılmasının gerektiği artık Fransa’da da ciddi boyutlarda konuşuluyor, tartışılıyor. Fransa’da bugün 58 nükleer santral bulunuyor. Mutlak sayı olarak ABD’den sonra en çok nükleer santral sahibi ikinci devlet. Ancak nüfusa göre oranlarsak Fransa birinci. Bunun en önemli nedeni de Fransız şirketlerinin ucuz elektrik sayesinde rekabet olanaklarını artırmak. Ancak ülkenin her köşesinde varlıklarıyla birer tehdit gibi dikilen santrallere karşı muhalefet te günden güne artıyor... Fransa’da nükleer santraller elektrik üretiminin % 75 veya 80’ini karşılıyor ama toplam enerjinin sadece % 16’sını. Fransa’yı yönetenler bu iki rakamı hileli bir biçimde kullanıp kamuoyuna « Toplam enerjimizin % 80’ini nükleer santrallerden karşılıyoruz, onlardan vazgeçmemiz enerjide bağımsızlığmızı tehlikeye atar » diyerek göz korkutuyorlar. Hatta kimi daha da ileri gidip « Ya nükleer ya mum ! » tehditini bile savuruyor. Ayıp ediyorlar. Biz de onlara uyup, buyurun sizin gibiler sayesinde bugün Japonya’da hem nükleer var hem de mum mu diyelim ? Aslında son günlerdeki haberlere göre Japonya’da mum bile kalmamış. Bu şaka değil gerçek. Yöneticiler yalan atıyorlar, yalan atmak zorunda kalıyorlar. Oysa çok iyi biliyoruz, Fransa’da ve benzer birçok devlette enerji sadece nükleer santrallerden değil, bilinen birçok başka kaynaktan sağlanıyor. Uzun sözün kısası nükleer enerji yöneticilerin bizi inandırmak istedikleri ölçüde « hayatî » değil. Söylenenlere bakılırsa, Türkiye’de kurulacak nükleer santral elektrik üretiminin yüzde altısını sağlayacak. Bu o kadar tayin edici bir oran değil. Hiç değil. Oysa olası belanın ülkemizi ve çevresini perperişan edeceği kesinken yüzde altılık kaynağı başka biçimde bulalım veya elektrik yerine mumla, gaz lambasıyla yaşayalım. Çünkü nükleer belanın getireceği zarar ve ziyan yüzde altıyla filan ölçülemeyecek, yüzde yüz olmaya aday. Bu risk göze alınmamalı. Mersin ve çevresindeki doğa ve güzelliği, orada ve çevre ülkelerde yaşayan kadın, erkek ve çocuklar feda edilmemeli. Nükleer enerji ile « enerj kaynaklarında bağımsızlığımız artacak » iddiası tümüyle yalan. Çünkü bu enerjinin olmazsa olmazı uranyum ülkemizde bulunmuyor. Başka yerlerden, başka devletlerden (Belki Rusya’dan, Kazakistan’dan ve/veya Uzbekistan’dan ?) edinilmesi gerekiyor. Bu bağımlılık yaratıyor. Dahası uranyumun sonsuza kadar yeteceğini de kimse iddia edemiyor, edemez de. Onun da süresi dolacak ve bitecek. (Belki bu nedenle zengin devletler Ay’a Mars’a ve daha uzaklara yolculuklara çıkıyorlar.) Ayrıca nükleer santralın yapımını ve belki çalıştırılmasını yabancılara teslim ederek nasıl bağımsız olunurmuş ?
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|