|
|
Kahraman Tayyip işgâle karşı.Kategori: Ayorum Güncel | 2 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 23 Mart 2011 02:48:40 "Crusade" sözcüğünün etimolojisi şöyle: Lâtince "crux" sözcüğü haç/salib anlamına geliyor. Bu İspanyolcaya "cruz" olarak geçmiş. Göğsünde kör-kör-pamağım-gözüne haç taşıyan Avrupalı kıral, prens ve şövalyelere de "cruzada" denmiş. Bu da İngilizceye "crusade" olarak aktarılmış. Türkçede de bunlara ehl-i salib, yâni haç taşıyanlar, "haçlılar" adı verilmiş.
Sevgili Ferhan Şensoy’un “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” oyunundan esinlenerek... Haç/salib nasıl Hıristiyanlığın simgesi ise hilâl de oldum olası Müslümanlığın simgesidir. Araplarda Ay, Allah, Güneş ise Peygamberdir. Aslında tam tersinin olması gerekse de Araplar güneşin aydan daha büyük olduğunu bilmedikleri için Ay'a Allah derlermiş. Yâni güneşin daha büyük olduğunu bilselerdi bu kez Güneş, Tanrı; Ay ise Peygamber olacakmış. Ancak o dönemin tekniği buna olanak vermiyormuş. Bugün camilerin kubbelerinde bir simge olarak duran ve çoğu Müslüman ülkelerin bayraklarını süsleyen hilâlin kaynağı budur. Müslümanlıktan çok önce eski Mısırlıların "sin" adını verdiği (bkz. Kur'an'daki YA SİN suresi) ve eski putperest Arapların ise "Al-İlâh" adını verdikleri ay tanrısı ve onun 3 kızı Al-Lat,Al-Uzza, Manat eski Mısıra ait bir yontuda net olarak görülebilir. Araplarda İslam öncesi Allah (Al-İlâh) kavramı olduğunun da birçok kanıtı vardır. Peygamberin babasının adı bizzat “Abdullah” (Allah’ın kulu) dır. Kuran’da bu gerçek, bir çok âyette ifade edilir. 14 Mayıs 1560 Cerbe Deniz Savaşında Kaptan-ı Derya Piyâle Paşa komutasındaki donanmanın Kuzey Afrikadaki Osmanlı hakimiyetine son vermek, Trablusgarb'ı (bugünkü Libya) kurtarmak üzere gelen Haçlı Donanmasını taktik bir baskınla imha etmiş ve Osmanlıların Akdeniz’de yenilmez ve rakipsiz olduğunu kanıtlamıştı. 11 yıl sonra toparlanan Avrupalılar 7 Ekim 1571 Pazar günü İnebahtı açıklarında, Batılı tarihçilere göre Akdeniz'deki “Son Büyük Deniz Savaşı”, bazılarına göre “Rönesansın En Büyük Deniz Savaşı”, bazılarına göre de “Hilâl ile Salib (Hilâl ile Haç) Savaşı”, gün doğarken başlamış ve batıncaya kadar kıran kırana sürmüş, 190 Osmanlı gemisi ya batmış ya da esir edilmişti. O gün bu gündür “Hilâl ile Salib” deyimi yerleşmiş, Müslüman-Hıristiyan çatışması ya da “uygarlıklar çatışması” olarak bugünlere gelmiştir. 1096 yılında ilk “Haçlı Seferi” yapılmış ve ara ara devam ederek en son 9. “Haçlı Seferi” ile 1271-72’de, yâni Osmanlı’dan yaklaşık çeyrek yüzyıl önce son bulmuştur. 1187 -1192’deki 3. “Haçlı Seferi” sonunda İngiliz kıralı I. Richard’ın (Aslan Yürekli Rişar) Selâhaddin Eyyubî ile ateşkes anlaşması yapmasının ardından on yıl sonra 4. “Haçlı Seferi” Bizans’ı (Konstantiniyye/Istanbul) yağmalamaya girişmişti. Bugün nasıl “özgürlük, demokrasi” martavallarıyla halklar gaza getiriliyorsa “hadi aslanlarım, gidin, yabancı ülkelerde çarpışıp ölün ki bizler ganimet toplayalım” diyemedikleri için o günlerde bunun dengi “Kudüs’ün, kutsal toprakların kâfirlerden (Müslümanlardan) kurtarılması” masalı olmuştu. O günlerde Avrupa’nın pislik ve sefâlet içinde olduğu, İslâm dünyasının ise uygarlığın ışığı olduğu, Endülüs’te Kurtuba’nın (Cordoba) dünyanın en büyük ve uygar kenti olduğu düşünülürse Avrupa’nın iştahı anlaşılabilir. 4. “Haçlı Seferi”nde Ortodoks Hıristiyan Bizans yağmalanmıştı. Ortodokslar Hıristiyan mezhepleri içinde en muhafazakâr mezheptir ve Katolikleri bile tam Hıristiyan saymazlar. Göğüslerinde koca koca haçlar taşıyan haçlılar nasıl olup bu en Hıristiyan kenti talan etmişlerdi sorusunun yanıtı “Haçlı Seferleri”nin gerçek amacını açık seçik ortaya koyar. Osmanlı’nın Avrupa’ya yaptığı seferlere bir yerde “Haçlı Seferleri”nin rövanşı olarak bakılabilir. Amaç hem verimli Orta Avrupa topraklarını ele geçirmek, hem de oradaki derebeylerini, prensleri, kıralları vergiye (haraca) bağlamaktı. Osmanlı yağmalamak yerine haraç almayı yeğlemiş ve gariban Avrupa köylüsü sömürülmeye devam etmiş, vergiler yerli yöneticiler (bugünkü kompradorlar) aracılığıyla Istanbul’a aktarılmıştı. Osmanlı bunu yaparken elbette “hadi aslanlarım, gidin, yabancı ülkelerde çarpışıp ölün ki bizler haraç alalım” diyerek değil, Osmanlı adaletini ve Hak Dinini (Müslümanlığı) kâfirlere götürmek için yaptığını söyleyerek cihad yapmıştı. Bu arada gariban Avrupa köylüsü gibi gariban Anadolu köylüsü de bunun ceremesini çekmişti. Yüzyıllar sonra Rönesans, Reform ve sanayi devrimi sayesinde sarkaç ters tarafa işledi ve önce Avrupa, sonra da Amerika hâkim güç haline geldi. “Kutsal toprakları kâfirlerden alma” veya “Kâfire Hak dinini götürme”nin yerini “demokrasi ve özgürlük” masalı aldı. Irak’ta olanları burada sayıp dökmeye gerek yok; hepimiz biliyoruz. “Crusade” sözcüğü “Haçlı Seferleri”nden bu yana anlam değiştirdi. Bugün bu sözcük birçok alanda kullanılıyor ve “kutsal ya da çok önemli bir amaç için tüm gücünü seferber etmek” anlamına geliyor. Echel-ü cühelâ veled Bush Irak için “crusade” sözcüğünü kullandığında kalıbımı basarım “Haçlı Seferleri” diye bir tarihsel gerçekliğin bile ayırdında değildi ve bu sözcüğü bugünkü genel anlamında kullanmıştı. Ama bu sözcük boğaya kırmızı bez gösterme etkisi yarattı ve Müslüman dünyasında anında “Hilâl ile Salib” çağrışımları yarattı. Bugünün emperyalist güçleri ve arkalarında duran çok uluslşu dev şirketler için önemli olan hammadde ve pazardır. Çatışmaları “Hilâl-Salib” veya “Dikta-Demokrasi” çatışmaları olarak görmek ya da göstermek hedef saptırmadır, sömürgenlerin ekmeğine yağ sürmektir. Emperyalist güçler kendilerine ülkelerinin doğal kaynaklarını peşkeş çekecek ve çok uluslu şirketlere pazar olarak kapılarını açık tutacak yönetimler isterler. Ülke yöneticileri bunu yaptıkları sürece istedikleri kadar diktatör olsunlar, Roosevelt’in eski Nikaragua diktatörü Somoza için söylediği gibi “he’s a son-of-a-bitch, but he is our son-of a bitch” (adam orospu çocuğu ama bizim orospu çocuğumuz) el üstünde tutulurlar. Ama Saddam gibi, Kaddafi gibi azıcık ta olsa bağımsız hareket etmeye yeltendiler mi “demokrasi, özgürlük” söylemleri piyasaya sürülür. Türkiye’de 1980 faşist darbesini başkan Jimmy Carter'a haber verirken “our boys have done it” (bizim çocuklar başardı ) diye muştulayan ABD'li diplomat Paul Henze'nin sözleri unutulmamalı. Darbeden bir ay sonra Londra’daki International Banking Review’da şöyle bir yazı çıktı: "Uluslararası bankerler arasında askerî darbe sonrası bir umut belirdi”. Türkiye (ya da bir başka uydu ülke) batının yörüngesinden biraz olsun sapma gösterirse olacağı budur, bir faşist darbedir. 1974’te Allende’yi CIA’nın devirdiğini sağır sultan bile duydu. 1975’te Avustralya’da doğal kaynakları kamulaştırma girişiminde bulunan Whitlam hükûmeti kansız bir darbeyle (ve uşak medyanın himmetiyle) alaşağı edildi. Eğer ülke içinde kendilerine hizmet edecek ve darbe yapacak (asker gibi) bir güç bulunamazsa o zaman Irak’taki veya şimdi Libya’daki gibi dışarıdan “özgürlük, demokrasi” teraneleriyle saldırmak ta var elbette. Bu saldırılar birazcık bağımsız hareket etmeye, ülkesinin çıkarlarını gözetmeye niyetlenenlere gözdağı işlevi de görüyor. Örnekler saymakla bitmiyor. Merak edenler son bir yüzyıllık ABD tarihini inceleseler yeter. Batı (ABD ve AB) Çin, Hindistan ve Breziya’daki gelişmelerle köşeye sıkışmaya başladığını hissediyor ve köşeye sıkışan vahşi bir hayvan gibi giderek daha saldırganlaşıyor. Karşısında denge oluşturacak (günahlarıyla, sevaplarıyla) bir SSCB de yok; dünya jandarmalığına soyunuyor. Türkiye Demirel, Özal, Çiller ve şimdi de Erdoğan’ın sürdürdüğü çizgiyle batıya angaje olmuş durumda. Bu politikacıların partileri seçimle başa geçebiliyorlar o zaman da darbe düzenlemeye gerek yok, hele hele dışarıdan askerî müdahaleye hiç gerek yok. AKP bir yandan batı kapitalizmine endekslenip bir yandan da kendi ceplarini doldurup Anadolu burjuvazisini palazlandırıyorsa ne âlâ. Halktan alınmış vergilerle kurulmuş kamu kuruluşları haraç mezat “babalar gibi” satılıyorsa, Amerikan ve Avrupa şirketleri dilediklerini kelepir fiyata alabiliyorlarsa Türkiye’ye başka tür bir müdahaleye ne gerek var? Tayyip’e Türkiye’yi darbelerden ve işgâlden kurtaran kahraman olarak bakmalıyız. Ha, eğer o da çizgiden sapmaya kalkarsa batının elinde Kürt kozu var. Büyük çapta bir çatışma çıkarırsın, devlet, asker bunu bastırmaya kalkarsa da “vah vah sivil Kürtler öldürülüyor” deyip Libya’daki gibi paldır küldür bombaları yağdırır, işini görecek bir kukla bulamazsan işgâl edersin. Tayyip zeki adamdır, bütün bunların ayırdında olduğundan eminim. Ne de olsa pabuç pahalı olduğunda yurdu Mekke’yi bırakıp “erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır” şiarıyla daha güvenli bir yere hicret eden bir peygamberin geleneğinden ve bu kaçışı tarihin başlangıcı kabul eden bir dinden esinleniyor. Bakmayın siz Kasımpaşalı bıçkın ayaklarına! Türkiye halkı Irak halkının durumuna mı düşsün yâni? Peşkeşe devam, soyguna devam, yeter ki demokrasi olsun, özgürlük olsun. Batının tetiklemediği, yurtsever bir darbe olasılığı varsa Ergenekon, Balyoz falan diyerek insanları içeri tıkar, tıkmadıklarına gözdağı verir, korkanların kendilerini sansürlemesini sağlarsın, yoksa yandı gülüm, keten helvası! Âkil ve bilge halkımız da Tayyip’in Türkiye’nin işgâlini önlediğinin bilinciyle o engin sağduyusu ve yüzyılların Osmanlısının getirdiği devletle hırlaşmama içgüdüsüyle Tayyip’e oy vermeye devam eder ve edecektir.
Yorumlarali akbaba
{ 05 Ocak 2013 09:28:14 }
tebrikler ustam
Nilufer Yaman
{ 23 Mart 2011 03:31:44 }
Harika bir yorum. Bu konuda simdiye kadar okuduklarimin en iyisi. Elinize saglik.
Diğer Sayfalar: 1. Avusturalya'da maden kaynaklarinin toplum yararina degerlendirilmesi soz konusu oldugunda bizim zamanimizda yapilan ikinci mudahalenin Basbakan Kevin Rudd'in koymak istedigi dogal kaynaklar vergisinin sonucu olabilecegi dusunulebilir. Bu oneriden kisa bir sure sonra Kevin Rudd basbakanliktan dusurulmus ve Julia Gillard basbakan secilmisti. Hemen akabinde de dogal kaynaklar vergisi onerisi maden sirketleri lehine sonuclandirilmisti.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|