|
|
Git de kendim olayım.Kategori: Felsefe | 2 Yorum | 01 Şubat 2011 10:41:00 Bize toplumsal varlık olduğumuz öğretilir. Toplum halinde yaşamamızın türümüzün sürmesinde, uygarlıklar kurup geliştirmesinde zorunlu bir koşul olduğu söylenir. Doğrudur da, insan eğer, diğer insanlarla bir araya gelmese, bir dayanışma içinde olmasa, ortak bir yaşam kurmasa, bırakın bu kadar karmaşık, devasa kentler, uygarlıklar oluşturmayı, güven içersinde yaşayamaz, hatta sağ kalamaz, soyu sopu türü ismi cismi kaybolur.
İnsanın tarihi insanlık tarihidir. Toplum halinde yaşamak insanlığı kurtarır, ama insanı kurtaramaz. Toplum ona ekmek sağlar, güvenlik sağlar, konfor sağlar, onun bireyselliğini ifade edecek, mümkün “en” uygun ortamı da sağlar, ama gene de insanı özlediği, hep arzuladığı dinginliğe huzura eriştiremez. Çünkü insan insanla kurar, insan insanla yıkar. İnsan insanın panzehiri, aynı zamanda zehiridir. J. P. Satre “cehennem başkasıdır” der, bu söze “cennet de başkasıdır” ibaresi rahatlıkla eklenebilir. Hobbes ise “insan insanın kurdudur” der, ama buna da rahatlıkla “ insan insanın yurdudur da” ibaresi eklenebilir. İnsan insana kurt gibi aç, insan insana abı hayat gibi ilaçtır. Hiç kimse bir başına uygarlık kuramayacağına, hatta hayatını insanlıktan çıkmadan sürdüremeyeceğine göre insanın insana muhtaçlığına karşı çıkılamaz. Bilen düşünen varlık olarak, bir başka zihinde yankılanmadıkça bir başkasının bilen düşünen dünyasında varolmadıkça, kendimizi nesnelleştirip algılayamaz, varoluşumuzu kavrayamayız. Ama sorun da tam bu noktada, bir bilinç başka bir bilinçle karşılaştığında ortaya çıkar. Bir özgürlük sorunsalı başlar. Bir başka bilince göre, “olma” baskısı başlar. Kendi olmakla bir başkasına göre “olmak” ya da bir başkasını hesap ederek olmak arasındaki içsel temasın gerilimini duymadan edemeyiz. Bırakın bilinçler arasındaki hiyerarşik bir düzen içinde karşılaşmayı, herhangi sıradan bir bilincin gözetleme alanına girildiğinde bu gerilim peydahlanmaya başlar. Nietzsche, insanın otların çimenlerin ormanın içinde sevinç duymasını, içinin huzurla dolmasını, etrafta bir bilincin olmamasına bağlar. İyi de insan “seyredilirken” rahatsızlık duyar ama “seyredilmezse” de rahatsızlık duyar. Birinde bu rahatsızlık “gerilim” niteliğinde belirirken diğerinde “sıkıntı” niteliğinde belirir. Doluya koysa almaz, boşa koysa dolmaz bir durum. Belki de bu soruna “Freudyen” bir yorumla yaklaşmalıyız. Belki de doğduğumuzda bu sorun giderilmez bir şekilde ortaya çıkmış oluyor. Ana rahminde, iki can bir can, iki varlık bir varlık gibidir. Bebek güvenli, sıcak, besini hazır bir ortamdadır. Doğduğunda ise yalnızdır bebek, başka bir canın dışında tek başına bir candır. Büyüdükçe bunu daha iyi kavrar güvenli, sıcak, ona yararı olacak ortamlar arar. Ama asla bir daha ana rahmindeki iki canının iç içe geçmişliğine, teklik barındıran çoğulluğuna erişemez. Guruplar kalabalıklar, arkadaşlıklar, ortaklıklar, hiçbir beraberlik koşulu, tinsel anlamda onu ana rahmindeki gibi doyuramaz. Aşk dahi bu eksikliğin giderilme özleminden alır gücünü. İnsan bir başka insanla aşk sayesinde birbirine karışır, onun sıcaklığını, varlığından yayılan güveni yaşar, iki canın bir can gibi olma olanağına bir ölçüde erişilir. Aşk, yalnızlıktan kökten ve özel bir biçimde kurtulma arzusudur. Başka bilincin kendi bilincin gibi olması, varlığının onun varlığı gibi olmasıdır. Ana rahmindeki ikili “bütünlüğü” farklı bir nitelik ve temasla yeniden kurma özlemidir. Ama bunu kurmaktan çok, ilerde boşuna kurmaya çalışacak yeni bebekler üretir. Ne yapılırsa yapılsın doğarak, ana rahminden kopuşunun yalnızlığına itilen insan aşk da dahi, ben ve o yarılmasına uğrayacak, ana rahmindeki uyumlu beraberliğe, anne ve bebek arasındaki “varlık harmanına” bu denli yoğun biçimde bir daha varamayacaktır. Tabii burada, “aşık maşuktur, maşuk aşık bu yolda” diyen mistiklerin Tanrı’ya duydukları aşkın yüksek ateşinde kendi varlıklarını eritmelerini, kendi yalnızlıklarını Tanrı’nın yalnızlığında yok etmelerini ayrı tutmak gerekir. Belki de şöyle söylemek doğru olur: Dünyevi aşkta insan yalnızlığını bir başka yalnızlıkla dindirir. İlahi aşkta yalnızlığını kendi kendine yeten bir başka yalnızlıkla değiştirir. Mutlak anlamda ise, yalnızlıktan kurtuluş yoktur. Yalnızlık insanın özüdür. Yalnızlıktan kurtulmaya çalışmak kendini “imha” etmektir, yalnızlıkla yaşamak kendini “imar” etmektir. Sıkıntı duymadan yalnızlıkla yaşamayı öğrenmelidir insan. İnsan yalnızken neden sıkılır, kendinden sıkılır. O zaman yalnız değilsinizdir. Çünkü bir sıkan bir de sıkılan vardır. Çoğul yalnızlıklar yalnızlık değildir. Özünüzdeki yalnızlıktan sıkılmadığınızda özünüzsünüzdür, yani ta kendinizsinizdir. Ama işte, yalnız kalmak zor öğrenilir, zor başarılır. Pascal, “ İnsanların mutlu olamayışının tek nedeni, bir odada yalnız kalmayı bilemeyişlerindendir” diyor. Evet, yalnız kalmayı bilmek gerek, üstelik odamızın sokağa açık bir penceresi olduğu halde. Yalnız kalmayı bilmek, kendini bilmek için gereklidir her şeyden önce. Kendiyle baş başa kalamayan, kendini kendi bilincinden kalkarak tanımlayamaz, tanıyamaz. Hep başkalarıyla olan, kendinin uzağında olandır. Kendinin uzağında olmak “ imitasyonudur” ki, yol açtığı kişilik ıstırabıyla, git de kendim olayım dedirtir. Kendin olmak kendinle olmaktır, kendinle olmak yalnız kalmayı bilmektir. Yalnızlık insanın kendiyle ilişki kurmasıdır. Sizden başka kimsenin olmadığı bir odada yalnız olmayabilirsiniz. Bir kenara, bir odaya çekilmek, kendinize, yalnızlığınıza çekilmek değildir. Tutkularınızla, hırslarınızla, birilerinin hayalleriyle, dışarıya ait kurgularla dolup taşan bir yalnızlık, yeterince tenha değildir. “Bir kimse günün en az üçte birini tutkusuz, kitapsız, insansız tek başına geçiremiyorsa nasıl düşünen bir insan olabilir?” diyor,Nietzsche. Yalnızlık insan olma sanatıdır. İnsanın kendi hakikatini sezme sanatıdır. Doğunun kutsal bilgeliği, “Kendini bilen rabbini bilir” der. Batının ussal bilgeliği, “ Her kim kendisini ve duygulanışların açık seçik bilirse Tanrıyı da o kadar bilir” der. Yalnızlığı bilmeyen ne kendini ne Tanrıyı bilir. Yalnızlık kendimizle kendimiz arasındaki yabancı perdelerin bir bir kalkması, kendimizle göz göze gelinmesi demektir. Tanrısal olanla ilişkili kendi hakikatinin okunması demektir. İnancın, tinsel, bireysel rengine boyanmak demektir. Yalnızlık, kendinle başbaşalık evrenin sonsuzluğunu daha derinden duyurur, kişiyi inanca çağırır. Yalnızlık, ben’in “gönül heybesini” inançla doldurur Kierkegaard’ın şu sözlerine bakın : “ İnanç, ben’in kendine dönerken, kendi olmak isterken, kendi saydamlığı içinden onu ortaya koyan gücün içine atlamasıdır.” Ben, yalnızken, kendinle göz gözeyken beliren “Saydam Karanlık” ta kendini ve Tanrıyı “görür.” Yalnızlık kutsaldır. Tanrı yalnızlıktır. Yalnızlığı yalnızlık yapan başkalarıdır. Yalnızlık başkalarından geçerek kendine dönmenin, çokluktan geçerek tekleşmenin adıdır. Yalnızlık, başkalarına gitmeyi, başkalarından gelmeyi doğru biçimde yaşama yeteneğidir. Başkasız yalnızlık olmaz. “O” olmadan “Ben” olmaz. O yüzden diyoruz ki, seni yeniden görmek üzere, seni yeniden keşfetmek üzere, seni yeniden anlamak üzere, seni yeniden kendim olarak kendimle buluşturmak üzere, seni yeniden kendim olarak yaşamak üzere, git de kendim olayım. Vefa ÖNAL
Yorumlaripek
{ 10 Nisan 2011 18:16:44 }
Ne muhteşem bir yazı. ne kadar sarsıcı. Hayatımızı ve yalnızlığımızı sorgulamamız için açtığınız pencerelerden dolayı teşekkürler.
dilan
{ 14 Şubat 2011 11:04:54 }
içimi çoşkuyla doldurdunuz..elinize..dilinize..gönlünüze sağlık..
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|