|
|
"HIZIR - İLYAS" üzerine söyleşi (1)Kategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 06 Ocak 2011 02:26:38 Bugün günümüzün modern insanının bir yığın problemi var, Hızır'a yoldaş değil. Mitleri çünkü kaldırdı, kendisi mit icad ediyor; Terminatör miti var günümüzde, zihinsel mitler yani bunlar, Süpermen miti var. Her ne kadar içinde iyilik yapma ve kötülükle savaşma gibi bir olgu varsa da, sürekli savaşma ve sürekli öldürme var.
Metin Kahraman: Hızır’ın Dinler Tarihindeki, bütün Dinler Tarihindeki yerini öğrenmek istedik sizden. Metin Bobaroğlu: Evet, önce tabii “Hızır” kavramının köküne başvurmak, etimolojik olarak bir bakmak lâzım; eğer adını “Hızır” diye, “Hıdzır veya Hıdır” diye kullanacaksak. “Harda” sözünden türetilmiş bir söz, Arapça temelli bir söz. “Hadra, Hadr ve Hıdır”; “yeşil” demek; kelime, sözcük anlamı yeşil. Ama ilgi çekicidir, dinlerin içinde özellikle Ortadoğu’daki, yani Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlık aşamalarındaki aynı gelenek içindeki dinde –tek bir din gibi bakacak olursak-- Hızır’ın çok özel bir kavramsal yeri var. Yeşil, yeşillenme, bu bize böyle apaçık bir şey söylemiyor, ne demek bu? Bir bağlamı olmalı, bir yere oturtmalıyız; Kuran’ı Kerim’in 18. Suresinde önemli bir bahis vardır, hem İskender-ül Zülkarneyn ile ilgili hem Hızır–Musa ilişkisiyle ilgili ve ondan hareketle… Geçmişte, Tevrat’ta, Eski Yazmalarda ve Folklorda, Gelenek’te Hızır ile ilgili neler var bakıldığı zaman? Ben bu işin manevi, yani dindeki manevi, yani anlamsal arka tasarından söz etmek istiyorum, çünkü diğerleri zaten ansiklopedik bilgilerdir, onlar var, biz gelenek’te nasıl bunu ele alıyoruz, ondan söz edeyim. Musa bir peygamberdir ve Allah’ın elçiliğini yapmıştır, diye bilinir mâlum. Bunun İbrani kültüründeki, yani İbranicedeki karşılığı “Moşe”; kurtuluşa eren, azatlığa geçen, yani kölelikten azatlığa geçen insan ve halk, halkı da kurtuluşa erdiren; eksodus; Mısır’dan, kölelik diyarından, Kenân diyarına, azat olarak gelen insan. Bu ilgi çekicidir, Mısır’dan bakıldığı zaman, anlatılan böyle bir öyküsü var ama Kızıldeniz’i geçtiği için, Kızıldeniz’in karşısında onu karşılayanlar da ona sudan gelen “Mose” dediler. Musa; “sudan gelen” demek, sudan gelen ve kurtuluşa eren halk, bir halk aynı zamanda, bir de önderleri var tabii ve bu elçi olarak, peygamber olarak söylenmiş. Bu bizi bir, “azatlıkla” ilgili ilgilendiriyor sembolik anlamda, mana itibarıyla bir de, “sudan gelişi” ile. Suyun aynı gelenekte hayat olması, su ve hayatın aynı, eşdeğer tutulması ve aynı zamanda sembolik olarak da suyun üzerine irşad yüklenmesi, yani ilmin de sembolü olması… Hem hayat kaynağı, hem ilim su ile anlatılmıştır, dolayısıyla maddeyle mânâ aynı kavramda birleşmiş Musa’da. Fakat Musa Kenân diyarına geldiği zaman, Kenân diyarına girememiştir, hatta öldürüldüğü söylenir. Freud’un yazılarında da vardır bu, Hz. Musa öldürülmüştür, Kenân diyarına girememiştir ama sonradan Kenân diyarına giren Yeşu -Musa’nın yardımcısı olan kişi- ki daha sonra Yeşu, Yeşua; İsa demektir, bu aynı zamanda Hz. İsa’nın tarihsel öncüsü, yani Musa dönemindeki bir İsa’dır. Onun da bir terim olduğu, bir kavram olduğu düşünülürse, bir mânâ bedenlenmiş gibi düşünülebilir. O zaman, Musa’nın Kuran’ı Kerim’de Hızır’la buluşmasıyla ilgili bir anlatım vardır, bu anlatımda, “iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağı” söylenmiştir. Hızır, evet “yeşillenme”, “yeşil”, kelime mânâsı bu olmakla birlikte bir şahıs olarak, animik olarak düşünürsek, ona bir ruh yüklenmiş anlamında ve iki denizin kavuştuğu yerde makamı olduğu, sunağı olduğu, mertebesinin, oturduğu yerin orada olduğu şeklinde bir anlatım var. Yeşu ile birlikte Musa Hızır’ı bulmaya gider ve giderken yolda azıkları vardır, balık taşımaktadır ve sonra azıkları bir mağarada unuturlar. Buluşacakları yere gittikleri zaman, Musa sorar, der ki; azığımız nerede? Yeşu der ki; biz onu mağarada unuttuk. Peki, o zaman nasıl bulacağız biz onu, izini takip edip geri dönelim, der ve sonra Hızır’la buluşur, Hızır’la bir yolculuğu vardır, anlatılır orada. Hızır istemez Musa’nın kendisiyle yolculuk yapmasını; “çünkü benimle beraber yolculuk yapamazsın, senin anlayışına, idrâkine uymayan şeyler olur, bana itiraz edersen benimle gelme”. Musa ahitleşir, itiraz etmeyeceğini söyler, seyahate çıkarlar ama sonunda üç kez itiraz eder kendisine. O zaman, Hızır da der ki; “benimle yürüyemezsin sen” ve yolları ayrılır. Şimdi, bu anlatımda Tasavvuf ehli, Sufiler, Mürşitler, Arifler, İlim adamlarından daha farklı olarak bakarlar olaya, manevi bakarlar. Maneviden kasıt, ruhsal, insandaki ruhsal etkileri nedir? Sadece aklî bakmazlar. Bu ruhsal etki de, şunu söylüyorlar, diyorlar ki Kuran’da gene Hızır için, “Allah katından kendisine bir ilim verilmiştir” diye söylenir, Musa’ya söyler bunu Tanrı, der ki; “O, Allah katından bir ilim almıştır”, beşerî bir ilim değildir, aklî bir ilim değildir, “Allah katı” nedir? Ve ondan verilen ilim neden Hızır’a verilmiştir? Ve bu Hızır’ın yolculuğu, Musa’yla olan yolculuğunun anlamı nedir? diye tasavvuf ıstılahına, kavramsallığına baktığımız zaman şunu görüyoruz. “Musa”, aklı temsil ediyor çünkü yasa koyucudur ve bu da su yani hayat verici bir yasa olmalıdır. Sudan gelmeyen, hayata bağlılığını göstermeyen bir yasa, yasa olamaz, ilahî bir yasa olamaz çünkü temelini doğasında bulmuyor. Bunun konabilmesi için de hayatın suda başlamış olmasını anlatmalı ve suyun içinde yeşillenme, yani hayatın rengidir yeşil, hayatın rengidir. “Bu neden böyledir?” diye sorulduğu zaman, güneşin ışınları toprağa geldiği zaman birçok şeye enerjisini vermiştir, maddi dünyamızda birçok şeye enerjisini vermiştir ama bir tek yerde hayat oluşmuştur, o da klorofil. Ve klorofil yeşildir ve su ile fotosentezden oluşmuştur, güneş ışınları suyu döllemiştir ve suyun içindeki İlahî Bellek yani “Allah’ın indindeki ilim” diye söylenir Tasavvuf’ta, hayata dönüşmüştür; yeşil, Hızır olmuştur. Hızır suda doğmuştur ama güneş ışınlarıyla doğmuştur; dolayısıyla “Hıdır-Ellez”, “Hıdrellez” diye de söylenir, burada İlyas’tan söz edilmektedir, İlya’dan söz edilmektedir, “Elyesa”; bu İbranicedir, Tevrat’ta geçer; Tevrat’ta “İlya”, “öldükten sonra diriltilip kendi ölümünün bilincinde ve doğumunun bilincinde olan kişi” diye anlatılır. İşte, “Hızır ölür, dirilir, ölür, dirilir ve herkese eşlik eder” denen anlatım aynı zamanda Elyesa üzerinden anlatılmıştır. Elyesa, İlya beklenmektedir; bütün İbraniler o dönemde, Yahudiler, Elyesa’nın bir Mesih olarak gelmesini beklemektedirler. Ve sonra Zekeriya’nın –çocuğu olmayan Zekeriya peygamberin-- bir çocuğu olur ve bu çocuğun adı Yahya’dır. Sorarlar Hz. İsa’ya, derler ki; İlya mısın sen, İlya gelecekti? Hayır der, o geldi siz onu tanımadınız, çünkü o Yahya’ydı. Şimdi bu çok önemli bir anlatımdır Tasavvufta, çünkü İlya, Eliyah, Âli; “yüce” demek ve “göklere ağmıştır” demek. Âli yani bizim bildiğimiz, Anadolu geleneğinde bildiğimiz “Âli”; o da “yüce” kavramıdır. Göğe ağmak, yücelmek, Âli, Âli’nin kendisi hayattır, Hayderdir. “Hayder”; “Hay; yaşam” demek, “der, dar; ev” demek, “yaşam ev”i demek. “Yaşam evi”, yeşil ile Hızır ile oluşmuştur ve o Hayderdir aynı zamanda, yüce olanın mekânıdır, bu anlatım işin Tasavvuf yönü. Ve “Yahya”nın da “hayat bulmak” demek kelime anlamı, dolayısıyla kişilerden söz eder gibi anlatılmıştır ama aslında insanın varlığını, kozmogonisini, doğasını, fıtratını, tabiatını anlatan öykülerdir bunlar. Ve dinî öykülerin arkasında mitoloji vardır, yani mitler yoksa dinler dayanaksız kalırlar, o zaman sosyal olurlar ve sosyal oldukları zaman da ideoloji olurlar. Hâlbuki mitler, bilinç dışı, tarih dışı, kadim, tarih öncesi, Yunanlıların dediği gibi kairosa ait, kronosa ait değil. Kronos tarihsel zamandır, kairos zaman üstü, “an” dediğimiz; an bilinçdışıdır da aynı zamanda, yani “rüya” demek. Mitler toplum rüyalarıdır, toplumun ortak rüyaları, bunlar onların doğalarından gelir. Bunu onlara gösteren sudur, ağaçtır, taştır, topraktır, doğadır. Doğanın kendisi insanda yansır, bilinçdışı rüyalar oluşturur ve bunlar sağaltıcıdır, dertlere dermandır; yani insanlar zihinlerinde bunaldıkları zaman, çıkmazlara girdikleri zaman, bilincin bilinçdışı köklerine ihtiyaç duyarlar. Ve o tür ziyaretler, suların kutsanması, ağacın, doğanın, tabiatın kutsanması –ki Vahdet-i Vücûd daha sonra felsefe olarak, Vahdet-i Vücûd yani Varlıkların Birliği ifadesi- Şamanlarda da Kızılderili kültüründe de var; yani Hızır öyküsü orada Hızır diye söylememesine rağmen, kullanmamasına rağmen, doğayla kardeş olduğunu söylemek, Hızır’a yoldaş olmak demek. Doğayla kardeş olmayan Hızır’a yoldaş değil. Doğayı kirleten, doğayı tahrip eden ve doğayı sömüren anlayıştaki düşünceler, giderek sosyal yapıda da emperyalizm, başka insanları haksız yere kullanma, köleleştirme; bunun başlangıcı doğayı köleleştirmeyle başlıyor. Dolayısıyla, doğa korunumu sadece bir çevrecilik anlayışı olmaktan öte bir şeyi içeriyor Anadolu’da ve onun doğurduğu dinî söylemlerin içinde de yer alıyor evrensel bir birlik, organik, mekanik olmayan, organik bir birliği olduğu doğanın insanla. Ve insan kendi doğasına ihanet ederse, onun karşılığında kendisinde onu bunalımlar, hastalıklar ve benzeri şeyler olarak yaşayacağını; çöküşler, depresyonlar olarak yaşayacağını ileri süren bir görüştür bu. Bir de psikoloji olarak; yani eğer bilimsel bakacak olursak konuya, ki bilinen bir şeydir bugün, psikolojinin Freudyen başlangıcı bile… Batı dünyasında Freud biliyorsunuz Psikoloji biliminin kurucusudur ama dayanakları nedir? Dayanaklarına baktığımız zaman, mitolojidir; yani insanlığın ortak rüyaları, ilkel kavimlerin ortak davranışları. Bunların bireyin çocukluğuna denk düştüğünü, bebekliğine denk düştüğünü görürüz. Ve bir bireyin doğduğu andan itibaren, bebek, çocuk, yetişkin, yaşlı, bilge veya karşıtı ve nihayet ölümüyle ve ölümden sonra kültürün devam etmesi, diğer doğumlarla devam etmesiyle ilgili doğal aşamaları, “fıtrat” dediğimiz doğal aşamaları, kendi bilincinin de ötesinde, bilincine rağmen var olan enerjetik doğasının akışları aynı zamanda insanın bilincine de etki eder, buna “bilinçdışı etki” diyor Freud. Aynı zamanda bilinç için Musa, yasa koyucu anlamı düşünülecek olunursa, insanın bilincine Musa diyebiliriz; ilimle gelen, suyla gelen mânâsı ama insanın bir de vicdanı var, vicdan ile akıl buluşurlar ama karışmazlar. Ve vicdanda değerler vardır, akılda kurallar vardır, Musa kuralcıdır, Hızır değercidir. Değerler doğadan türer, kurallar ilişkilerden türer; dolayısıyla Hızır’ı yadsımak, insanın kendi doğasını yadsıması ve fıtratını terk etmesidir ki “hanif din” derler örneğin. “İslam’ın özü hanif dindir” der, Kuran’ı Kerim’de de 30. surenin 30. ayetindedir bu; vardır yani “hanif olarak kendi fıtratına dön” der, insanın doğası yani. “Fıtrat” doğa demek; insan kendi doğasına dönerse hakikati bulur, zihninde ararsa bulamaz diyor. O zaman doğaya dönüş, insanın bu kopmuşluğunu, tarihteki bunalımlarını giderecek olan doğayla yeniden ilişki kurması anlamını taşıyor. Ve dinin fıtrat olması anlaşılmazsa, sadece zihnî ve kültürel, folklorik veya inanca dayalı bir olgular bütünü zannedilirse, ki öyle zannedilmiştir, din huzur vermemektedir; halbuki dinin vaad ettiği şey huzurdur. O zaman, huzurla Hızır’ın da önemli bir kavramsal ilişkisi var; Hızır’ı bulan huzura erer ya da Hızır huzur verendir. O zaman bir insan doğaya gittiği zaman zihnini kullanamaz, salt doğanın içinde bulunan, doğayı seyreden bir insan suyu, tabiatın o güzelliklerini seyrederken zihni bir müddet sonra susar ve fıtratı doğadan haz almaya başlar, o zaman huzur bulur. İşte, Hızır’ı bulmak, doğada huzur bulmak demek. Ve yeşil de hayat, o da suyla ve güneşle ilişkili, güneşin ışınlarıyla ilişkili. O zaman, bu fotosentezden sadece bakacak olursak Hızır’la İlyas’ın buluşmasına, İlya yani gökten gelen, Hızır da yerde biten, yani bitki anlamında, ikisinin buluşması, Hızır İlyas’ın buluşması hayatın doğrudan doğruya kendisi. Ve biz onun çocuklarıyız; bütün dünya, bütün varolanlar, canlılar bu buluşmanın çocuklarıyız. Bu sadece basit bir folklorik hatıra değil, bir hakikat ama aynı zamanda olmuş. “Canım bize ne, böyle olmuş!” ama aynı zamanda bilinçdışı etki olarak insanın huzursuzluklarını giderecek olan rüyalarında kendisini -daima her insanda vardır bu- kendisini görmez insan rüyasında ve zihni görür. Yani bilinci rüyada görünmez olanı görür, işte Hızır odur. Ama Hızır görünür de; Hızır hem zahiren görünür, hem rüyada görünür, hem mânâda görünür. Kime? Kim huzur bulduysa ona. Nasıl görünür? Atlı görünür, boz atlıdır, bu bütün kültürlerde var, yaşlı bir bilgedir ama her kılığa girer. Bakarsınız kadın kılığında görünür, yani bir ilham aracıdır aynı zamanda. Bunun psikolojik mânâsı, bilinçdışının bilince olan doğal sunumları. Bilinç ise bigânedir derler. Bigâne demek, agâh değil kendi doğasına, yani bilinç doğayı bilemez. İndallah yani Allah katında doğadır hakikat, doğa kitabı esastır, doğa kitabını okuyan ancak Hızır’dan ders almıştır. İndallah; Allah’ın indi, doğanın kendisi; diğer kitaplar zihinsel kitaplardır, onlar doğanın okunuşuyla yazılmış olabilir, o zaman onlar işaret ederler. Örneğin, ben Kuran’da rastlamıştım efendim, Kuran’da diyor ki: “Allah gökyüzünde ve yeryüzünde öyle ayetler gösteriyor ki size, siz onların yanından geçip gidiyorsunuz ve görmüyorsunuz.” Demek ki ayetler doğadaymış; “ayet” delil demek, peki neye delil bunlar? İnsanın kendi hakikatinin delilleri doğada; doğayı yadsıyarak, yalıtarak, doğayı sömürerek veya doğayı dönüştürmek kendi menfaati için, onunla barışmadan, barışık olmadan yapılacak her türlü iş, insanın kendi kendini yadsıması ve huzursuzluğa doğru gitmesidir. Bu bakımdan “Hızır-İlyas” kavramı günümüzde de, özellikle şehirleşme hayatında doğadan kopan, betonarmeler içinde doğayı hiç görmeden, doğanın hakikatlerini bilmeden, tavuğu sadece ızgarada gören insanlar için yitirilmiş, unutulmuş bir geçmiş gibidir; yani insan doğasını unuttuğu ölçüde huzursuzluğa girecektir. Bu da Musa’nın Hızır’la buluşmak üzere giderken yolda balıklarını unutmasıdır. “Balık” kavramı bu Gelenek’te, kadim Gelenek’te “niyet” demektir, balık niyettir ve en unutkan hayvan balıktır, o yüzden balığı unutmak; niyetini unutmak. Yola çıkmıştık, niçin, ne yapacaktık? Yeşua, Musa’nın arkadaşı, bilinir ki psikolojide aslında onun kendi kendiyle konuşmasıdır, Yeşua onun vicdanıdır ve bilinci de Musa’dır. Bilinç kendi vicdanına danışır; neydi, ben ne yapacaktım? Ve vicdanında eğer unuttuysa, mağarada unuttuysa, yani aklıyla vicdanı arasında kopukluk varsa, iki deniz buluşmamışsa, o zaman salt akıl, vicdansız akıl zalimdir. Çünkü akıl mekanizmadır ve mekanizma değer üretmez ama vicdan değer üretir; vicdan da insanın fıtratı, doğasıdır. Örnek; anne bebeğine zihinsel, akılsal bir gerekçe ile hizmet etmez, bir menfaat yoktur orada, bir feragat vardır, fedakârlık ve feragattir anneyi anne yapan veya kadını anne yapan. Herhangi bir kadın ile anne arasındaki ciddi ayırım, onun Hıdır ilmiyle yani İndallah, Allah’ın fıtratına yüklediği, zihinle bulunmayan, doğurduğu anda kendisinde ortaya çıkan hakikati yaşadığı içindir. Tasavvuf zevki aynı zamanda psikolojiye de konudur, sanata da konudur; mitolojiktir çünkü ve mitoloji olmadan felsefe kuru bir zihinsel faaliyettir, bir işe yaramaz. İnsanların sadece kelime oyunları, dil oyunlarından başka bir şey değildir. Din de, eğer vicdan, felsefî anlayış, sanatsal duyarlılık, bilimsel tutum yoksa, o da bir kuru söylenceden başka bir şey değildir; efsane dahi değildir, çünkü efsane çok önemli bir kavramdır. “Füsun, efsun, efsane”, mâlum bildiğiniz bir şey, insanı kendinden çıkartıp hakikatiyle buluşturan, zevke daldıran bir anlam içerir. İşte, o da “Hızır ona yoldaş oldu” demek. Hızır yoldaş olmazsa, insan bu hayatta kendi kurallarını koyar ama onun içinde huzursuz olarak yaşar. Bugün günümüzün modern insanının bir yığın problemi var, Hızır’a yoldaş değil. Mitleri çünkü kaldırdı, kendisi mit icad ediyor; Terminatör miti var günümüzde, zihinsel mitler yani bunlar, Süpermen miti var. Her ne kadar içinde iyilik yapma ve kötülükle savaşma gibi bir olgu varsa da, sürekli savaşma ve sürekli öldürme var. Örümcek Adam miti var günümüzde ve diğerleri, hepsi bakın doğadan kopuk, fıtratından kopuk, kendi doğasıyla kendisi arasına konmuş, birileri tarafından tasarlanmış, mit yerine geçirilmiş mitsilerdir, gibilerdir, kopyalardır. Ve bugün insanın kendi doğasıyla kendi arasına konmuş olan bu fenomenler maksatlıdır, siyasî çıkarlar için kullanılmaktadır. Dolayısıyla, bu gölgeleri kaldırıp insanın tekrar doğasıyla buluşması, organik olarak bütün varlıkla bütünleşmesi istenmektedir, yani istememiz gerekir diyorum. Aslında özü var bizde, geleneği var bütün insanlıkta, biz derken insanlığı kastediyorum, bütün insanlarda var ve insanlar Hızır’dan uzaklaştıkça huzurdan da uzaklaşıyorlar. Devamı...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|