|
|
İstanbul'da Bir Yahudi AilesiKategori: Kültür/Sanat | 0 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 16 Ekim 2007 23:44:57 Yahudi tarihi hakkında bilgi edinmek bizi; içimizdeki acımasızlığın, egemenlik tutkusunun, hoşgörüsüzlüğün ölçüsüz yıkıcılığı ile yüz yüze getirir. Kötücül duyguların, kör inançların ve bunların doğurduğu kıyımların tarih boyunca dünyanın her yerinde yaşandığını bize gösterir.
Her ne kadar kıyımlar yaşanmış ve yaşanıyor olsa da, insanın doğasında bulunan adalet duygusuna, daha iyiyi arama istencine güvenmek gerekiyor. Tarihin kendisi bu güvenin boş olmadığını bize gösteriyor. ‘İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ adlı romanı okuyunca yüreğimiz burkularak, içimizdeki karşıt eğilimlerin doğurduğu gerilimi duyumsuyoruz. 1898 yılında İstanbul’da doğan Rebecca Gatenyo’nun acılarla, yıkılan umutlarla, çaresizliklerle dolu yaşam serüvenine tanık oluyoruz. Her açıdan kıstırılmış olan Rebecca, birey olarak kendini gerçekleştirmek istediğinde üstesinden gelemeyeceği engellerle karşılaşır. Annesinin kendisini sevmediğini biliyor. Annesi Tamar Kovo’da Yahudi geleneğinin bir kurbanıdır. Üç çocuk sahibi, kendisinden on bir yaş büyük ve sevmediği bir adamla evlendirilir. Sevgisiz bir kadın olarak başkasının acı çekmesinden neredeyse keyif alan birisidir. Rebecca kadın olduğu için evde, Yahudi olduğu için toplumda, yirminci yüzyılın başında meydana gelen olaylar yüzünden de dünyada dışlanan bir insan olarak duyumsar kendini. ‘İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ni, 1900’den 1933’te Hitler’in şansölyeliğe getirilmesine kadar geçen dönemde onun yaşadıklarını kendi anlatımıyla okuyoruz. Bir romanda çok sayıda kahraman üzerinden tarihin bir dönemini ya da birden çok insanın yaşamına özgü gözlemleri okuyabiliriz. Ancak Brigitte Peskine, bir ömre bu kadar yaşamın nasıl sığdığını insanı şaşırtacak bir sadelik ve tutarlılıkla anlatıyor. Roman; kadın olarak Rebecca’nın bireysel özlemlerinden, Yahudi geleneğinin uygulanmasından, savaşların-sürgünlerin egemen olduğu tarihsel koşulların iç içe geçmiş bütünlüğünden oluşuyor. Rebecca’nın trajik yaşamını bu üç sürecin kesişme noktası belirliyor. Yahudilerin yüzyıllardır uğradıkları kıyımlar, sürgünler onları geleneklerine, dinsel inançlarının kurallarına daha sıkı bağlanmak zorunda bırakıyor. Her yerde her zaman yabancı ve misafir olmak gerçeği onların tedirginliğini arttırıyor. Olaylar yirminci yüz yılın başında, Osmanlı imparatorluğunun dağılma, cumhuriyetin kuruluş dönemlerine rastlıyor. Rebecca’nın en sevdiği kardeşi Vitali Balkan savaşında bir bacağını kaybeder. Arkasından patlak veren Birinci Dünya Savaşı ve İstanbul’un işgali Yahudi cemaatini yeniden tedirgin eder. İşgalcilerden mi yoksa Mustafa Kemal’den yana mı tutum alma konusunda ikircim yaşarlar. Çünkü onlar her durumda yabancı ve misafir kalmaya devam edeceklerdir. İstanbulda’ki Rumlar, Ermeniler ve Türkler tarafından her yerde dışlanırlar. Bunun korkusuyla Rebecca okulda dikkat çekmemek için başarılı bir öğrenci olmaktan bile korkar. Hep hayal ettiği Fransa’ya gidip, içinde büyük bir tutkuyla taşıdığı yazar olma isteğini gerçekleştirmek ister. Bu amacına ulaşır; ancak evlendirilmek üzere tekrar İstanbul’a dönmek zorunda kalır. Tevrat’a göre dul kalan bir kadın başkasıyla evlenemez, öncelikle ölen kocanın erkek kardeşi onunla evlenmek zorundadır. Eğer erkek kardeş bunu kabul etmezse aşağılanacak, onun soyu ‘çarığı çıkarılanın soyu’ diye bilinecektir.’ (Tensiye, 25:10) Kural, dul kalan erkek için de işletiliyor. Rebecca’nın evli olan ablası geride üç yetim bırakarak ölmüştür. Onun yerini almak üzere gelenekler gereği eniştesiyle evlenmesi gerekmektedir. Cemaatinden dışlanmayı göze alamadığı (çünkü diri diri gömülmek gibi bir şeydir bu) için bu evliliği kabul eder; ancak eniştesiyle hiçbir zaman yatmayacaktır, sadece yeğenlerini yetiştirmeye kendini adar. Rebecca bireysel tüm isteklerini bastırmak zorunda kalır. Cinselliğini, benliğinin derinliğinden gelen sevilme, aşık olma isteğini, yazar olma hayallerini bir tarafa bırakır. Ancak bastırılan varlıksal güçler yok edilemiyor, sadece sindirilip ertelenebiliyor. Bireysel isteklerle dinsel kuralların, toplumda her an karşılaştığı Yahudi düşmanlığının keskin gerilimini içinde taşıyan Rebecca’nın sessiz feryadı, yapması gerekenleri sessizce yerine getirmesine engel olmuyor. Onaylanmayan bir geleneğe katlanmak, başkasının zorlamasıyla ödev üstlenmek insanı nasıl etkilerse, sabır ve kararlılık insanı nasıl ayakta tutar, bilge bir kişilik yaratırsa Rebecca’ya olanlarda bunlardır. ETKİN OLMAK-VAROLMAK Yaşanan çaresizlik, korku ve belirsizlik bireysel bütünlüğü darmadağın edebilir. Bu koşullar insanın benliğinde saklı olan saldırganlık ve bencillik gibi yıkıcı güçlerin olduğu gibi, özverinin, zorluklara göğüs germenin, hakkın gerçekleşeceğine olan inancın sınırsız direncini de ortaya çıkarabilir. Dışlanma duygusu insanda farkında olmadan bir suçluluk duygusu uyandırabilir. Elbette bu halde; utanç duymak, gizlenmek, nefret gibi mutsuzluk yaratan duygular türeyecek, ya da hayatı bilgece kucaklayan bir olgunluk. Ölçüsüz kötücül duyguların altında bile bir o kadar güçlü manevi zenginlik yatar; ancak bunun açığa çıkarılması bireyin kendi iç dünyasını ve ötekilerle olan ilişkilerini nesnel bir tutumla irdelemesine, kavrayıp anlamlandırmasına bağlıdır. ‘İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ bunun nasıl olabileceğini gösteren inandırıcı bir belge aynı zamanda. Belge demek yadırgatıcı gelebilir; ancak yaşananlar öylesine gerçeğe yakın, anlatım öylesine içten ki, her insan kendi yaşamında ve çevresinde benzer deneyimlerle karşılaşabilir. “…Sıcağa rağmen kalın giysilerimle kendimi koruma altına alıyordum. … Bedenimde rahat değildim, hafifçe utanıyordum. ‘Bu benim suçum değil’, demek isterdim.” (S. 75) Genç kızlığa geçerken vücudunda meydana gelen değişiklikten utanç duyacak kadar ürkek duruma düşmüş bir insanının kendini boş yere savunma çabası; bir yandan dışlanma, bir yandan sevgisizlik kolay katlanılır bir acı olmasa gerek. Sevgisizlik ilk elden korunma isteği uyandırıyor. ‘Göze görünme’, ‘suçlusun’ sesleri, kaynağı belirsiz gibi; ancak her yönden kulağında yankılanıyor. Kendini, başkalarının tehdit edici bakışları altında bir çekim merkezi gibi duyumsuyor. Bundan kurtulmak iki yolla olabilir; ya gözlerden uzak durmak ya da seni dışlayan, suçlayan ne varsa onlara meydan okumak. Nefret besleyerek, onları ortadan kaldırmak isteyerek, belki de yok sayarak. Güvenini kaybeden birisi kendine ve başkasına karşı kolay kolay açılamaz; kaçar, saklanır, kendi içine döner. Ancak hoşgörü ve sevgi birliği güven ve özgürlük sevincinin duyumsanmasına yol açabilir. Çaresizlik, insanın ele geçirdiği bazı fırsatları yüceltmesine yol açabilir. Ufacık bir şefkat belirtisi, belli belirsiz bir sevgi ışıltısı delicesine aşık olmanın nedeni; anlayışla dolu ve hoşgörüyle çevrili bir cennet zannedilebilir. Yalnızlığın ürkütücü karanlığı, arzuların baskısı, hayallerin yoğunluğu çoğu zaman şiddetli arayışlara yol açar. İnsan içinde biriktirdiği ancak bir türlü gerçekleştirmek fırsatı bulamadığı özlemleri, kendisini anladığını sandığı birisine yükler, büyük olasılıkla da sonuç hayal kırıklığı olur. Çünkü sevgi bir proje, yoksunluğun giderilmesi değil, bitmez tükenmez bir kaynak olarak kendinden taşma, ürettikçe varolan ve içinde yaşanılan bir anlamlılıktır. ‘İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ daha çok bir anı roman özelliği taşıyor; ancak sinema kamerası gibi insanın iç dünyasını ve tarihin belirli bir kesitini iç içe, bütün halinde önümüze koyuyor. Roman abartısız anlatımıyla okumayı rahatlatıyor; sabrın, zorluklar karşısında sızlanmadan göğüs germenin, erdemli bir insanın, bilgece bir kişiliğin nasıl ortaya çıktığını göstermesi açısından doygunluk sağlıyor. Romanın içeriğinden, anlatıcının başına gelenlerden vıcık vıcık acındırma, şişirilmiş hüzün duygusu da akabilirdi; hırs, tepki ve nefreti kışkırtan keskin söylemlerde. Romana konu olan olaylar bu duruma son derece yatkın. Okuyucu olarak aranan şey nesnel anlatım, özgür ilişki değil mi? Bir eser diğer özellikleri yanında bu gerçeği ne derece başarıyla uygularsa o kadar etkili olmuyor mu? Temel işlevi olan duyarlılığın artmasına yol açmıyor mu? Trajedi yaşama dair bir hakikattir. Bu hakikat değişik tarihsel koşullarda hep yaşanmıştır, yaşandığı sürece edebiyata konu olmaya devam edecektir. ‘İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ Yahudi cemaatine mensup bir insanın bu dünyaya içten bakışın, öte yandan dışardan onlara nasıl bakıldığının hüzünlü, umutlu ve dürüst bir anlatımı. (Brigitte Peskine, İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi, İnkılap Yay.)
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış
|
| Tüm Yazarlar |
|