sevil'le beraber tahtakale'ye her gittiğimizde mutlaka ıvır zıvır bir şeyler alırız. ya renkli ambalaj kağıtları ya kordeleler ya şu ya bu.
yıldızlar 13 ekim 2007
sevil’le beraber tahtakale’ye her gittiğimizde mutlaka ıvır zıvır bir şeyler alırız.
ya renkli ambalaj kağıtları ya kordeleler ya şu ya bu.
bu arada aldığımız hediye kağıtlarınla yaptığımız hediye paketlerinin her nekadar renkleri güzel, cafcaflı ise de yine de süslü kordelelerle bağlandıklarından sonra bile bize sanki birşeyler eksikmiş gibi geliyordu.
bu seferki tahtakale yolculuğumuzda naylon paketler içinde önceden bu tip hediye paketelerinin üzerlerine yapıştırılmak üzere hazırlanmış kendinden yapışkanlı plastik çiçekler gördük.
hani şu çikolata dükkanlarında paket yapıldıktan sonra tezgah altından çıkartılıp ta paketin kurdela bağının tam orta yerine yapıştırılan fiyonklu şeylerden.
bir paket aldık.
hediye paketlerimizin aksesuar zenginliği bakımından...
bir süre kullandıktan sonra bizim şifonyerin en üst çekmecesinde unutuldu gitti.
toronlar geçen gün paketi bulmuşlar.
rengarenk fiyonkların arkalarındaki koruyucu kağıtlarını çıkardıktan sonra gömleklerine, tişörtlerine oralarına buralarına yapıştırmışlar.
öylece evin içinde dolaşıyorlar.
bir ara doğa yanaştı:
-dede ben ne oldum şimdi.
her halükarda çocuğa her zaman doğruyu söylemek gerek.
-iki tane takmışsın sen. demek ki sen üstteğmen oldun.
arkasından hemen ege geldi:
-dede ben ne oldum?
biz doğrucuyuz ya...
-senin üç tane var sen yüzbaşısın.
-dede dört tane olunca ne olur?
askerlikle aramızda elli sene kadar bir zaman var ya..
bukadar yıldız kalabalığından neyin ne olduğunu unutmuş olabilirim.
-o zaman eeee... orgeneral olursun.
yatak odasına doğru bir koşu gittiler. içerde bir mırıltı bir konuşma bir gülüşme..
geldiler.
-dede ben dört yapıştırdım ben şimdi ne oldum?
-orgeneral dedik ya!
göğüsünde helen iki tane olan doğa:
-olsuuun.. ben de üsteğmenim ama!..
göğüsüne dört tane yapıştıran ege:
-ama ikisi de ayni dimi dede? ikisi de çok kuvvetli... ikisi de bütün düşmanları yenerler dimi ha?
için için gülmekten ve hayret etmekten kendimi alamadım.
beş ve yedi yaşlarındaki bu iki çocuk için hiyerarşinin, ast’ın, üst’ün hiç bir önemi yok demek ki.
biri orgeneral olmuş...
ötekisi de “ama üsteğmen...”
hiç farketmiyor
onlar için önemli olan ayni kuvvette olmak...
ayni olmak...
aralarında fark olmamak..
biri veznedar olmuş ötekisi bölüm şefi.. ya da müdür.
biri işçi olmuş ötekisi de patron.
biri tezgahtar olmuş ötekisi de mağazanın sahibi.
biri onsekizyüzbeşbin yıldız takıp bilmemne paşası olmuş ötekisi ise sade çavuş.
birileri ırgat ötekileri ağa.
birileri kırmızı zemin üzerinde altın rengi kabartma harflerin süslediği plakalı arabalarla önlerinde eskort, arkalarında polis koruması ötekileri siyah-beyaz plakaları ile onların önünden çil yavrusu gibi dağılan – dağıtılan - basit halk.
birileri bana – yaşım icabı - eski bayramaları soruyordu.
“yeniden çocukluğunuza dönmek ister miydiniz?” gibi bir soru.
eğer bunun için binbir tane neden varsa bir tanesi - ve mutlaka en önemlisi – bu yıldızlar olmalı.
ben annemin bir prenses oldugunu dusunurdum kucukken. prenses, cok guzel, cok ozel, cok tatli, cok sey veren kadin demekti. o kadin bir tek annemdi.
buyuyunce prenses nasil olunurmus ogrendim. prenses olmayi kimsenin hak etmedigini de.
ama annem benim icin hep bir prenses olarak kaldi.
sevgiyle.......
deniz kizi