|
|
Ötekiyle beraberKategori: Felsefe | 2 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 18 Ekim 2010 19:35:37 Zihnimiz sonsuz istek ve eğilimlerle doludur; ama eylem tektir, orada ikircim olamaz. Bu nokta kendimizi her an yaratıp-inşa ettiğimiz, hem de ağır endişeler ve çaresizlikler yaşadığımız bir andır. "An" aslında daimdir. Sözü edilen bu yaratma ve inşa etmenin aydınlığı ile belirsizliğin karanlığı birbirlerine bitişiktirler.
Yetilerimizle arayışlarımızı gerçeğe dönüştürdükçe dünyamızın aydınlık yanı karanlık yanını sürekli kovalar. Aslında bu karanlık yan hem bizi tedirgin eder hem de kışkırtır. Aslında karanlık-bilinmeyen olan yan varlığımızı keşfe zorlayan içimizdeki kışkırtıcı güçtür. Aydınlık yan derken eylemlerimizle kendimiz olmamızı sağlayan deneyimleri ve bunların bilincimizde açık hale gelmesini kastediyorum. Karanlık yan derken de, son cümlesi yazılmamış ve yazılamayacak olan bir kitap olduğumuzu, yazdıkça yazılacak boş sayfaların çoğaldığını ve bu boş sayfaları bizden başka kimsenin yazamayacağını anlatmak istiyorum. Aynaya bakmak nedeyse içgüdüsel bir dürtü düzeyinde güçlü bir istektir. Nerde karşımıza bir ayna çıksa kendi yüzümüzü görmek isteğiyle bakarız, şekline şemalına aşina olduğumuz halde… Dış görünüşümüz için böyle, aynı şey iç dünyamız içinde geçerli. Kendi varlığımızı görmek, tanımak ve onu da cazip hale getirmek kaygısını hep taşırız. Burada “varlığımız” kavramını fiziksel olmayan tüm olanaklarımız anlamında kullanıyorum. Evet, ayna fizik yasalarına uygun olarak bizi bize yansıtır, ama iç dünyamız yani tinsel dünyamız söz konusu olduğunda ayna, ötekilerdir. İlişki ise karşılıklı yansıma yansıtma süreci. Bu karşılıklı yansıtma süreci aynı zamanda kendi kendimizi yaratma-oluşturma sürecidir de. İnsan bu noktada hareketsiz kalma şansına sahip değildir. Yani hep kendi kendini aşmak zorundadır… Kendini aşamayan kendini tekrarlar. Varlığımızdan kaynaklanan dönüşme gereksinimi karşılanmazsa bunun belirtisi yine varlığımızdan bize bildirilir. Kendini tekrarlayan insan sıkıntıdadır. Tersten söylersek bir insan sıkıntıda ise yaşamı tekrarın bıktırıcı döngüsü içindedir. Ancak günlük oyalanmalarla bu sıkıntı geçici olarak örtülebilir, ama hep içerde bir yerlerde pusudadır. Kendini gerçekleştirmek varoluşsal bir zorunluluktur, kimse bundan kaçamaz; ancak ne nitelikte ve hangi yöntemlerle bunu yaptığı ayrı bir konu. Eylemlerimiz hem bizi açık eder hem de açığa koyar. Kendimizi açık etmemiz bizi ötekilerin önünde açıklanmaya, anlaşılmaya ve değerlendirilmeye hazır duruma getirir. İşte burası ilişki sürecidir. Yapıp etmelerimiz bizden çıkar, nesnelere ve insanlara dokunur tekrar bize döner. İşte kendimizi bu döngü içinde tanırız, … ötekileri de. Her durumda her insan her zaman hem yansıtıcı hem de yansıtılandır. Kendimize bu yansıtmalı süreç içinde şekil verir, dönüştürürüz. Görünüşümüzün güzel olması ve kendimizi güzel görme isteği aslında sadece bir beğenilme güdüsü değil, aslında ilişkilerin yani yansıtmalı sürecin sağlıklı ve kesintisiz olması isteğimizin bir ifadesidir. Kabul görme, onaylanma ve beğenilme duyguları bu anlamda bir kişisel kapris değil, varoluşumuzdan beslenen ruhsal bir eğilimdir. Beğenilme duygusu onaylandığımızın, başkasınca kabul görüldüğümüzün, önemli birisi olduğumuzun kanıtı olarak bizi derinden etkiler: İnsan kendini daha güvenli hisseder. Beğenilme sevilmenin habercisi, başkaları tarafından aranılan, başvurulan ve önemsenen birisi olmanın huzurunu taşır. İnsanda yaratıcı girişimi tetikler, hep daha fazlasını verme, daha fazlasını var etme yönünde heveslendirir. Onun için “marifet iltifata tabidir” denmiştir. Ama dikkat, varoluşun evrensel yasası burada da geçerlidir: Kendi karşıtını beraberinde getirir; gösteriş ve kıskançlık. Beğenilmenin verdiği ferahlık ve güven insanı hep bunu tekrar tekrar elde etmeye yöneltir. Fakat bu istek öylesine kuvvetlenir ki, artık beğeni getiren doğal ve hakka bağlı eylemler ve davranışlar bu güzelliğini kaybedip yapaylaşabilir. Sadece onun bunun beğenisini kazanmayı amaç edinerek yozlaşabilir. İşte bu noktada insanı içerden kemiren bir kurt büyüyüp çoğalmaya başlar; Haset. Olumsuz hallerimizin en beterlerinden birisi. Bu noktada hırs insanı ele geçirir; hep ötekinin kusurları kollanıp öne çıkarılır, güzelliklere karşı gözler kör olur. Kendini onaylamayanlar, beğenmeyenler onun gözünde ya “aptal” ya da “değersiz”lerdir. Böylece insan durup dururken kendi cehennemini inşa ederken içini de kendi ürettiği zebanilerle doldurur… Bu bakış açısıyla diğer tüm hallere de bakmak mümkün. Örneğin otorite tutkusu, kibir, kendini ayrıksı görme… *** Yanlış yapma, yalan söyleme sadece insana özgü bir özelliktir. Beklentilere girmek, zanlara kapılmak, gösteriş yapmak kısaca asli varlığına uygun olmayan istekler taşıyıp davranışlarda bulunmak (müşrik olmak) da sadece insana özgüdür. Bütün mutsuzluklarımızın kaynağını burada aramak gerekir. Bunun somut olgunlaşmış kavramsal ifadesi Ego’dur, yani “Ben”. Elbette bu hallere aşağı yukarı hepimiz aşinayız. Her ne kadar bu konularda çokça gözlem yapsak, eleştiriler üretsek, şunu-bunu yerden yere vursak da aslında hep kendi gerçeğimizi dile getiriyoruzdur. İnsan deneyimlemediği, kendi içinde tanık olmadığı bir hali tanıyıp anlayamaz. Bunun anlamı şudur; kendini anlamayan başkasını anlayamaz. Kendini anlama yetisi her insanda vardır. Başkasına akıl vermek, yönetmeye kalkmak, umudu olmak gibi tümüyle Ego’nun kurnazlıkları olan bu oyunlardan kendimizi bağışık kılabilmenin yanında, yine kendimizi ve başkasını bir tek noktada uyarma hakkına sahibiz: Hepimiz kendimizden sorumluyuz. Kendimizi tanıma, dönüştürme ve aşma gücüne sahibiz. Kuran-ı Kerim’de değişik tevillere vesile olan bir ayet vardır; bana hep ilginç gelmiştir, çünkü bu konuya dikkat çektiğini düşünüyorum; “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.” (34/72) “Emanet” deniyor ama ne olduğu söylenmiyor. Ayrıca emir yok, ama teklif var… Şu çok düşkün olduğumuz özgürlüğü acaba gerçekten isteme cesaretine sahip miyiz? İstediğimiz özgürlük mü, yoksa keyfilik mi? Bunun ikisi birbirinin tamamen tersi. Olsun! bize ne bundan diyebiliriz, ama eğer iç huzuru bulmanın, sevinçle dolmanın ve mutlu olmanın arayışı içindeysek özgürlük yolunu tutmaktan başka çare yok. Özgürlük kendini bir ilkeyle sınırlamak, aynı anlama gelmek üzere kendini kendi iradenle sınırlamaktır. Her insan biriciktir, yani farklı. Bu farklılık değişik eğilimlere, yetilere, amaçlara ve deneyimlere sahip olduğumuz anlamına gelir. Her insan farklılığını şu veya bu düzeyde duyumsuyor. Ama bu farlılığı bir başkasıyla kıyaslamanın aracı haline getiriyor, böylece de kendi mutsuzluğunun temelini atmış oluyor. Bulunduğu haliyle barışık olamamak, hep daha üstün, daha ayrıksı, biricik olma heveslerinin doğmasına neden oluyor. Ve davranışlar, algılar, tepkiler, ilişkiler buna göre şekilleniyor. Böylesi bir anlayıştan ne doğabilir ki, kendine acı çektirmekten başka… Eylemlerimiz irademizledir; irade ise özgürlüğün ete kemiğe bürünmesi, somut olarak yaşanmasıdır. Kadim bilgelik dünyasında iradenin ilme bağlı olduğu söylenir: İnsanda pek çok yeti vardır. Ama bunlar bilinçli bir şekilde bir ereğe bağlı olarak canlandırılırlarsa yepyeni dünyalar yaratılabilir. Tüm yetiler bir tohumdur. Bu tohumu yeşillendirmek iradenin işidir, beslemek ise bilginin. Eylem bu iki gücün birliğinin adıdır. İlim-irade-eylem bir insanın kendini kendi yapacağı öz güçleri. Ve insan kendini bu yolla yaratır, emaneti onurla devralabilir, kendi binek atının dizginlerini elinde tutabilir. Kendi mutluluğunun ve özgürlüğünün öznesi olur. “Ameller sahibinin bineğidir.” (Niyazi Mısri)
YorumlarSevim
{ 24 Ekim 2010 00:42:41 }
Zevkle okudum.
deniz kiz
{ 19 Ekim 2010 21:13:31 }
sevgili mustafa
Diğer Sayfalar: 1. kendi adıma konuşursam... içimdeki insanın hallerine ışık tuttun. aklindan, ellerinden öperim.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|