|
|
inanmak tehlikeli bir ayrıcalıktır.Kategori: Felsefe | 0 Yorum | 20 Eylül 2010 18:52:33 İnsandaki tasarlayabilme yapabilme gücünün özünde "inanabilmek" yeteneğinin bulunduğunu düşünürüm. Yapılan uçakların, gökdelenlerin, makinelerin tüm maddi ortamın varlığını insanın inanabilmek gibi manevi bir gücüne bağlı olduğunu düşünürüm. İnanmadan insan hiçbir şey yapamaz, insan tüm benliği ile bir şeyi yapabileceğine inandığında, düşünceleri ve eylemleri öyle bir gerçeklik ivmesi ve niteliği kazanır ki, inanmak yapmak olur.
Sorun yapabilmekte değil, inanabilmektedir. Her şeyden önce inanç, insanı yapar. Öyle ki inandığı şey kişiyi bir cani de yapabilir, bir derviş de. İnanmak yeteneği tehlikeli bir ayrıcalıktır. Düşündüğüne, söylediğine, yazdığına, yaptığına kısacası “kendine” inanan insan, herkese nasip olmayan bir kişilik sahibidir. Ne var ki kendini doğru görmek ve ondan sonra bu gördüğüne dayanarak inanmak kolay bir iş değildir. Bundan ötürü pek çok insanın gözleri kendine dürüst bakmaz. Kendini bir başkası olarak algılamaya ve inanmaya eğilimlidir. Kendi neyse o olduğuna inanmak işine gelmez, canını yakar. İnanmak istediği gibi inanır, “özçıkarsal” bir itkiyle inanır. Bu hileli inanç, saf inancın yerini tutamaz, ama inanmanın ön koşulu inanmayı istemektir. İnsan olmadığı şey olduğuna inanmayı ister ve inanır. İnancın rakipsiz bir “yapma” gücü olduğu hesaba katıldığında, insanın olmadığı şey olduğuna inanması öyle olması için bir gerekliliktir. Ama bu gerekliliğin yanına başka bir gerekliliği,”kendini bilme gerekliliği”ni koyabildiğimizde bu böyledir. Kendini bilememenin karanlığında inanç da körleşir. Kör inanç, düşünceyle, sorularla, tasarımlarla “kendinlik bağı” kopmuş bir inançtır. Tinsel bir süreçle kazanılmış değil, başkalarınca verilmiştir. Kendinizin yanlış tasarımı bile değilsinizdir, başkalarının tasarımısınızdır. Bu inanç kişisel aydınlığı olmayan inançtır. Ne kendinizin ne olduğunu, ne ne olmak istediğinizi, ne de neye inanacağınızı bilmezsiniz. Boşluk başkalarınca doldurulur. Siz başkasına inanırsınız, başkasının inandığı şeye, başkalarının istediği biçimde inanırsınız. Kendinizin istediği olmaz başkalarının istediği olursunuz. İnancın önündeki en büyük engel, gene inançtır. Elbette etkilenilen, beslenilen “murşitler” olacaktır, ama kopya çekilen değil. “İnanç kopyacılığı”, “varoluş kalpazanlığı”dır. Tanrının bize armağan ettiği bireysel tecellinin özgün renklerini anonim olanla soldurmaktır. Kendinizin tiniyle aydınlanmamış inanç kördür. Bu inançla, kendinizin yabancısı, başkalarının oyuncağı olursunuz. Siz kendi kötünüz dahi olamayan “kötülük edevatı” olursunuz. Dedik ya, insandaki inanmak yeteneği tehlikeli bir ayrıcalıktır. Çünkü insan her şeye inanabilir. Taşa, toprağa, kuşa kurda, ideolojiye, komşuya, şeytana, Tanrı’ya… En temel güdüdür inanç. İnanç insanın insan olma yazgısını trajik bir biçimde duymasından doğar, acıdan doğar. Acı, Tanrı’nın ebesidir. Bunu çok iyi bilen inanç öğretilerinin ustaları, acıyı çile çekme programları haline getirmişlerdir. Sonlu olanı temsil eden beden, türlü türlü eziyetlere, yoksunluklara uğratılır. Bedeni böyle hor görme, sonsuzu temsil eden tinsel olana, bir tercih vurgusudur. Sonsuz olana aitlik bilincinin geliştirilmesidir. Ruhun güçlendirilmesidir. Nietzche diyor ki: “Bizi öldürmeyen her acı Daha güçlü kılar ruhumuzu” Beden sonludur, dünya sonludur bu yüzden de insan ne bedenine, ne de dünyaya sığar. Acı ise bu “darlık”tan doğar. Gönül kendini başka bir yere, başka bir varlık’a ait görür. Dünyada ve insanda olmaklığın koparttığı hayat filmi, inançtan yapılma “ontik tutkal”la bitiştirilir. Dünyanın “darlığından” bunalan gönül, Tanrıyla dolduğunda “ferahlar.” Aslında dünyanın fazlalığıdır insana yetmeyen. Dünya bir sürü gelip geçici hazlarıyla, halleriyle, renkleriyle insanı çeker ve “bütün anlam” olarak kendini dayatır. İnsana bu fazlalık bir yük gibi gelir. Daha çok, daha çok istek yaratan dünya iradesinin gönlü daraltan tahakkümünden sıyrılmak ister. Fazlalık eksiltir. Azlık çoğaltır. Sadelik tamlar. Ancak, dünya yetmediği gibi, insana kendi de yetmez. “ İnsan neyse o olmaya yanaşmayan tek varlıktır” der A. Camus. İnsan olmadığını olmak istemesinin en uç, en kendine aşkın noktasına inançla varılır. Neyse o olmaya yanaşmayan tek varlık, olma uyumsuzluğu, inanabilme yeteneği olan tek varlık, olma niteliğiyle telafi edilir. İnançla Tanrı’ya bulaşan uyumsuz insan ruhu, tıpkı sarrafın altın tozuna bulaşan ellerinin altınlaşması gibi Tanrısallaşır. Zaten, inanmak Tanrı’ya benzemeye çalışmaktır, kusursuz olmaya çalışmaktır. Ne var ki insan, kusurludur. Kusuru yaratan Tanrı, Tanrı’yı yaratan kusurdur. Kusursuz insanın yaşadığı yerde Tanrı ölür. Burada şu soru akla gelir: Kusursuz bir varlık olan Tanrı nasıl kusurlu yaratır?.. Bir kere, bu bir zorunluluk değil bir istektir. Tanrı istese kusursuzu da yaratırdı ama o zaman kendinin “tıpkıbasımı” nı yapardı ki bu çok anlamsız olurdu. Kusurlu olanı yaratma, bir yaratma kusuru değildir. Tanrının sonsuz yaratma özgürlüğünün bir kararıdır. Kusursuz olanı yaratmaya “mahkum” bir özgürlük Tanrısal özgürlüğe karşılık gelemez. Bu sonsuz özgürlüğün iradesine insanı bağlayan inançtır. İnanç ne kadar yüksekse, Kusursuz Olan’la arasındaki bağ o kadar yüksektir. Yüksek inanç, yüksek insan işidir. İnsan bildikçe, tinsel, entelektüel yetilerini geliştirdikçe, kaba, kötü, kusurlu olanın üzerine çıkarak yüksek bir varoluş edinir. Bu varoluşun inancı, bilginin “falçatası”yla yontulmuştur. Bilgi inkarı getirir, inkar inancı. İnkardan sonra gelen inanç, sınanmışlığıyla daha katışıksız ve yüksektir. “En büyük Azizler en büyük günahkarlardan çıkar.” Ancak, bilmemiz, salt duyusal bilgiyle sınırlı kalırsa bu bize ne Tanrının, ne de kendimizin aslının ne olduğunu açıklar. Bu bilgiden tinsel olan bilgiye, duyusal bilgiden duyuşsal bilgiye sıçramak gerekir. Bu inanç bilgisidir. Bilmek arzusuyla yaratılmış insanın, bilememe ıstırabından öğrenilir. İnanç bilgisi, bilememenin bilgisidir. Bu bilmek, bilmeyi yok eden bir bilme, bir “yok-bilme”, “yok’u bilme” olan bir bilmedir. Kulaksız, dilsiz, gözsüz bilmedir. “Dilsizler haberini Kulaksızlar dinleyesi Dilsiz kulaksız sözü Can gerek anlayası” Diyor, Koca Yunus. Burada belirtilen “Can” inanç bilgisiyle “bilmeyen” anlayandır. İnanç bilgisinde sözcükler, sonsuz ilhamla sihir/şiir halinde kendilerinde yitikleşirler, aslına doğru dönerler. Şiir sözcüklerin anavatanıdır. İnanç bilgisiyle bilmeyen bilmenin biçimidir. Tanrıya inancı, aşk kılmış olan Mevlana, aşk bir beylikse, şiir onun alametidir, der. İnanç bilgisi aklı aşan, şiire gelip dayanandır. Bu şiir, salt akılla anlamaya çalışan “Can”a saçma gelir. Oysa, “Anlayamadığın şey saçma değildir” Pascal. Kaldı ki, bu şiirsel bilgi saçma olsa ne olur. Tanrı kavramı sonsuz olabilirlik içerdiğine göre, saçma olma olasılığını dışarıda bırakan bir olabilirlik “sonsuz olabilirlik” olmazdı. Tanrının olduğu yerde her şey olabilir. Saçma olasılığı dahi Tanrı’yı işaretler. İnanç bilgisiyle düşünen insan, aklın deneyselci, nedenselci, zorunsalcı olgusallığına takılıp kalmayan, özgürlükçü, aşkın, olabilirlikçi düşünen insandır. Paradoks gibi görünse de özgürlük inanmaktır. İnanmayan insanın dünyası sonsuz olabilirlikten yoksun, zorunlulukların dünyasıdır. Zorunluluk Tanrının yokluğudur. Tanrı zorunluluk yokluğudur. İnanmak bu yüzden bir zorunluluk değildir, şöyle veya böyle inanmak bir zorunluluk değildir. Tanrıya insan, özgür bir ben olarak giderse bu “gitmek” olur. Tanrıya zorunlu gitmek, gitmek değil sürüklenmektir. Sürüklenmeyen, özgür bir inanç öznesi olmak Ben olmaktan geçer. Tanrı’yla varlık arasında kutsal devinimin raylarını döşeyecek bir “Ben” olmalıdır her şeyden önce inanç, Tanrı’nın “Ben”i muhatap alma biçimidir. Ben yoksa Tanrı’yla bağ da yoktur. İnancın merdiveniyle Tanrı’nın huzuruna çıkan Ben yücelik edinir. Kiekegaard’ın şu sözlerine dikkat: “İnekler karşısında bir ben olan inek çobanı,alt düzeyde bir ben olacaktır.Aynı şekilde köleler karşısında bir ben olan hükümran yalnızca alt bir ben’dir ve aslında bir ben bile değildir. Çünkü her iki durumda da ölçü eksiktir. Tanrı insanın ölçüsü haline geldiğinde ben’e sonsuz bir nitelik verecektir. Ben’in ölçüsü her zaman ben’in önündeki şeydir.” Ben, kendini Tanrı’nın önüne koymayı, Ben olarak Tanrı’yla bağ kurmayı bilmelidir. Ben’in ölçüsü önündeki şey, diğer bir deyişle, Ben’in ölçüsü bağlandığı şeydir. Burada, çok özel bir durum yaşanabilir. Ben inançla bağlandığı şey olur, O’nda “enel hakk” haline girer. Bu Ben’in tadını almak isteyeceği, ama sürekli kalamayacağı bir haldir. İnanç bir haller manzumesidir. Ben temelli yitirildiğinde, Tanrı’nın muhatabı kalmamış demektir. İnanç öznesi olarak Ben’in nesnesiyle kaynaşarak yitikleşmesi aslını bir çeşit anımsar gibi olma mayhoşluğudur. Kiekegaard’ın bir de şu sözlerine kulak verelim: “Ben sonsuzluğun içinde uçup gittiği için değil temelde sonlunun içine kapandığı için kaybolmuştur.” Ben için Tanrı değil, dünyadır asıl tehlike. İnançlı Ben Tanrı’da kaybolarak aslını bulur, inançsız Ben dünyada kaybolarak aslını unutur. Ben, inançsız kendinin bilincine varmakta eksik kalır. İnanmayan Ben gerçek anlamda kaybolmaya daha çok yatkındır. Çünkü inanç Ben’in içindedir. Bireyselliğin gizilgücünün barındırdığı renk tayfını açığa çıkarmak Ben olmaktır. Ben olmak inanmaktır. Buna direnmekse boşunadır. Tolstoy’un şu enfes sözleriyle bitirelim: “İnanç insanın içindedir, kendi içinde olan bir şeye karşı çabalamanın yararı yok. Kendine, inanıyorum demelisin. Her şey yoluna girecek o zaman, her şey olmasını istediğin gibi görünecek sana. Her şey kendini açıklayacak. İnanç sevginin yoğunlaşmasıdır.” Vefa ÖNAL
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|