|
|
inancın ve aklın hayat hamlesi -1-Kategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 20 Ağustos 2010 21:10:49 Düşünsel ve dinsel arayışlar Hermetik öğretiden çıkmışlardı, İskenderiye'de tekrar bir araya geldiler. Ve bu buluşmada simgesel olanla kavramsal olanı Philon bağdaştırmaya çalıştı.
İlk dönemlerde; 1. Animus dönemi: Doğa tapımı dönemi; daha çok doğa, daha az kültür. 2. İmge dönemi: Geçiş dönemi,; doğayla kültürün ayrışma dönemi. Bu bir ara dönemdir ki sanatın kaynaklandığı yer de burasıdır. Bu imge ortamı daha sonra sanatsal olarak içerilmiş olup, halen günümüzde bağ kurduğumuz alan o alandır. 3. Töre tapım dönemi: İnsan-insan ilişkilerinde edinilmiş geleneklerin nesilden nesle aktarılması dönemi. Bu üç aşamadan sonra olgunlaşmış olan dil ve dille ifade edilen dönem. 4. Dilin egemenliği dönemi ya da dogma tapım dönemi: Dilin egemenliği; artık insanın kültürünün, töresinin, inancının, mitinin, imgesinin içinden oluşturduğu kavramlarınınn egemen olduğu dönem. Felsefe: Düşüncenin hareketleri de bu dönemler içinden kavramlaşma adına bir süreç izleyerek oluşur. Dolayısıyla bu dört aşamalı sıralamada tanrı kavramına geçiş, doğa tapımı (animus), imge tapımı, töre tapımı ve dogma tapımı aşamalarında olmuştur. Bu noktadan hareketle ortaçağda tanrı düşüncesi inanç konusu olarak değil, düşünce konusu olarak merkeze oturtulduğunda bunun tanımlanması gerekiyor, yani onun kavramlaştırılması gerekiyor. Hangi tanrı? Nasıl bir tanrı? Kimin tanrısı? Niçin bu tanrı? gibi sorular ya da başka deyişle, nesneler için sorulan felsefenin bu sorularını tanrı kavrayışına sormak. Tanrı sözcüğünü kavramlaştırmak onun üzerine düşünme ile başlıyor. O zaman evrenin veya yaşamın anlamı bu tanrı kavrayışına göre nitelendirilecek ve ona göre bir uygarlık oluşacak. Sanatı, felsefesi ve siyasetiyle bir uygarlık oluşacak, ki öyle olmuş, biz şimdi bunu kavrayabilmek için tanrı kavrayışına yönelmek durumundayız. Bu tanrıdan ne anlıyorlardı ya da ne anlaşılabilirdi? Felsefe bunu kendi içinde nasıl yorumluyordu? Bunun için tarihsel sürece dönmemiz gerek. Antik Yunanda doğaya ve kozmasa yönelik düşünce daha sonra Platon ve Aristoteles yoluyla felsefi bir nitelik kazandı. İbrani Semitik öğretisi de Antik Mısır’dan Musa aracılığı ile başka kanala akmıştı. Antik Yunan felsefesi ile Musa’nın öğretisi İskenderiye’de karşılaştılar. Böylece dinsel öğe ile düşünsel öğe, başka bir deyişle inanç konusu ile düşün konusu ayrıştıkları yerde yani Mısır’da tekrar buluştular. Düşünsel ve dinsel arayışlar Hermetik öğretiden çıkmışlardı, İskenderiye’de tekrar bir araya geldiler. Ve bu buluşmada simgesel olanla kavramsal olanı Philon bağdaştırmaya çalıştı. *** Bu gün Philon’dan hareketle tanrı düşüncesini biraz irdelemek istiyorum. Philon adı bir ad olmaktan öte bir unvandır. Philos; sevgi, On; Kozmos; varlık. O zaman bu iki sözcüğün bir araya gelmesiyle varlık sevgisi ya da kozmik sevgi diye nitelendirebileceğimiz bir unvan ortaya çıkıyor. Başka deyişle Philon herhangi bir isim değil, belli bir konuma yükselmiş, kendini belli bir konumda (Hermetik anlamda) idrak etmiş insanın bilgece adı. Nasıl Pythagoras da bir unvandı, Anaksagoras ve Plato da bir unvandı? Philon’un bu unvanı almasıyla ilgili olarak çeşitli görüşler var. Philon İskenderiye’de Yahudi cemaatinin başında bir kişi. Örgütlü bir anlayışın olduğunu biliyoruz; Esseniyen anlayışı ya da tarikatı, çünkü örgütlenmişler. Yahudi düşüncesi ya da inancı içinde dört temel mezhep, anlayış, eğilim olduğunu görmekteyiz. Bir tanesi Yazıcılar; klasik anlamda Musa’dan beri vahiy metinlerini tutan, onları sandukalar içinde koruyan ve onu daha sonra mabet yapan gurup. Adları yazıcı diye geçiyor. İncil’de “ey yazıcılar ey Ferisiler” diye İsa’nın hitabı vardır. İkinci zümre Ferisiler: Bunlar yazılanları anlamlandıran, inanca konu olabilecek bir düşünce disiplini oluşturmuşlardı. O da şu: Tanrı var, elçileri var, peygamberleri var ve vahiyleri, emirleri var, bunları koruyan veya varolan dünyayı da koruyan melekleri var. Ölüm var, ölümden sonra hayat var. Dışardan yüzeysel bir bakışla düşünülürse bu inançlar sanki tek tip, homojenmiş gibi gözükebilir: Yahudi inancı şudur, Hıristiyan inancı şudur, Müslüman inancı şudur biçiminde değerlendirme yapılabilir, halbuki durum böyle değil. Bu Ferisi inancı yanında üçüncü tip inanırlar Saddukiler; Tanrı var, peygamberleri yok, gönderdiği bir vahiy yok, tekrar dirilme yok, sadece tanrı var. Peki bu peygamberler ne oluyor? Bu peygamberler kendilerindeki tanrı anlayışını dışarı vuruyorlar, onlar bir esrime içinde tanrısal bir sezgiyi dışarı vuruyorlar, bire bir tanrı onlara haber vermiyor. Bu Sadduki anlayışının en ünlü temsilcisi, Kitab-ı Mukaddeste, Tevrat, Zebur, İncil diye bir arada olan o kutsal metinlerde karşımıza çıkıyor. Hz. Süleyman, Kral Süleyman hani Kuran’da “İnne hu min Süleymane ve inne hu Bismillahirrahmanirrahim” yani kutsal besmelenin Süleyman’ın adıyla beraber zikredildiği Süleyman. Kur’an metninde tek bir yerde besmele kullanılır o da budur, yani Süleyman’ın adıyla beraber zikredilen bir ayet, işte o Süleyman. Tevrat’ta Süleyman’ın tanrısal sevgiyle ortaya koyduğu ve “Süleyman’ın Meselleri ve Vaiz” diye belirtilen bölümler var. Wisdom = Bilgelik, asıl söylenişi Hokmah = Hikmet ama Batı dillerine Wisdom = Bilgelik olarak aşağı yukarı eşdeğerde çevrilmiş. Türkçe’sine baktığımızda Vaiz diye çevrilmiş. Burada o ünlü Süleyman tam bir Sadduki olarak davranır, tanrının varlığını net bir şekilde kabul eder ama diğer bütün şeyleri sorgular; “güneş altında yeni bir şey yok” der, “gelecek nesillerde anılmak yok” der, “yaşamınızda sizin tek kazancınız emeğinizdir” der, “emeğinizle sevineceksiniz” der. Böylesine bir anlatım Sadduki görüşünün en iyi tezahürüdür denebilir. Bu ilgi çekici bir şeydir, bu metin kutsal kitabın içine girmişse, ki girmiş, diğer bütün inanışları ortadan kaldırır, çünkü bütün anlatımların tam karşısında bir görüştür, ama oradadır. Bu hetorodoks bir yapı meydana getirir, yani Ferisilerin görüşü ile Saddukilerin görüşü aynı kutsal kitapta yer almaktadır. Yazıcılar bunları korumak, yazmak ve geleceğe aktarmakla görevlidirler, dolayısıyla Ferisiler’den ayrı bir fikirleri yoktur. Bu arada kitabın içinde örtük, ama sürekli sözü geçen bir Mesih vardır. Bu mesih görüşü ya da kurtarıcı Mesih beklentisinin belirli nedenleri vardı: İnsanların birbirleriyle ilişkisi içinde ortaya çıkan egemenlik kavgaları, yaşanan zulüm, doğayla olan problematik bir arayışı, kurtarıcı beklentisini doğuruyordu. Çünkü bunlar aklın ve vicdanın kabul edemiyeceği şeylerdi. Kendi gücünün buna yetemeyeceğine inanan insanlar, Tanrının bütün bu olup bitenleri onaylayıp onaylamadığını kendilerine soruyorlardı. Eğer onaylıyorsa o zaman “Tanrıdan bir kurtarıcı yok mu?, onaylıyorsa bu ne tip Tanrıdır, daha iyi bir Tanrı yok mu? Bu ayrışma, bu düşüncenin ayrışması bir kutsal metin içinde toplanırsa ilgi çekicidir. Hetorodoks bir biçimde hem öyle hem öyle gösterimi pek bulunmaz. Çünkü Vedanta’larda Purana’larda bir bütünlük vardır, Kur’an metninde bir bütünlük vardır, homojenlik vardır, ama Kitab-ı Mukaddeste çok farklı birbirini ortadan kaldıracak kadar görüşler kutsanmıştır, hepsi bir aradadır. Bu Mesih görüntüsü ve beklentisi, geleceğe bakışı, gelecekten umut olarak da kalmış ve bir başka tanrının bir muradını beklemek ya da bir başka tanrı beklemek gibi bir noktada Mesih tanrılaştırılmış; tanrı gelecek ve bizi kurtaracak gibi beklenti güçlenmiş. Bir başka görüşte de tanrı meleğini bir gün gönderecek, bizim gibi olacak ve gelecek bizi kurtaracak, yani Mesih beklentisi aynı kutsal metin içinde yaşamaktadır. Yazıcılar bunu koruyor, yazıyorlar. Ferisiler, hayır elçiler geliyor her seferinde uyarıyor, bu uyarılara dikkat ederek, tanrının isteklerini yerine getirerek ancak kurtuluş olabileceğini söylerler. Saddukiler hayır, tanrı var biz ne yapacaksak yapacağız, bu bizim kendi emeğimizin karşılığı olacak olan “sevinç”tir. Tanrı bu yaşantıyı ve aklı onun için vermiştir ve bilgelik bile burada bizim için kurtarıcı değildir, sadece emeğimiz bize sevinç verebilir. Ve dördüncü kısım işte Mesih’le ilgili olan zümre, Mesih bekleyenler, Mesih beklentisi için çaba harcayanlar, işte bunlar da Esseniler, Asenyan diye de söylenir. Daha sonra Asasin olarak Alamut kalesinde, biliyorsunuz İsmailiye, Batıniliğinde ünlü Alamut kalesinin Şeyhi, Selçukluklarla çok sıkı çatışma içinde olan kişi Hasan Sabbah’tır. Öğretisinde Asasin’ler Haşaşin diye nitelendirilmiş ve Batıdaki birçok yanlış çeviriden sonra Haşhaş içenler, bir anlamda uyuşturucu kullanan bir tarikat gibi zannedilmiş. Ama kendi içinde tekamülü ve inisiyasyonu incelendiğinde Asasinlerin aslında Esseni kolu olduğu düşünülebilir, öyledir denemez ama çok dikkate değer yakınlıkları ve öğreti birliği var. İşte bu heterodoks anlamdaki dört biçim dört ayrı tanrı anlayışını da getiriyor. Sonradan bu metinlerin üzerine belirli bölümleri kaynak gösterilerek bu anlayışlar tanımlanacak ve buna bağlı olarak tanrı anlayışı, yaşam biçimi ve örgütlenme biçimi de öne sürülecek. Esseni dediğimiz bu gurubun iki ciddi önemli yerleşim merkezi var. Bir tanesi Lut gölü çevresi, oralarda Esseni’ler mağaralarda yaşıyorlar o katılımda olanların dışında olanlara sırlarını açmıyorlar. Ezoterik bir yapı, hatta bir espri vardır; İsa bu Esseniler’den olduğu için okul kaçkınıdır derler ve onu çarmıha gerenler her ne kadar Romalılar görünüyorsa da Sen Hedrin’in yani Yahudi yönetici rahip sınıfının teşvikiyle Romalılar onu öldürdü diye görünüyorsa da asıl bunu teşvik eden Esseni’lerdir denir. Yani kendi sırlarını dışarı vurduğu için, sırları açıkladığı için onu yok ettiler denir, bu bir efsane. Lut gölü civarında yerleşmiş olan Esseniler aynı zamanda İskenderiye civarında da birleşmişler Mısır İskenderiye’si, dolayısıyla Hermetik kökleri olduğu da bu bağlamda söylenebilir. Öğretilerine, yerleşim ve göçlerine bakıldığında bu tip olduğu söylenebilir. İskenderiye civarındaki Essenilerin, onlar da ezoterik, onlarda kendi içlerinde öğreti oluşturuyorlar, ama onların reisi olduğu öne sürülen Philon dışarıya bir öğreti açmış, İsa’dan önce. Yani okul kurmuş ve başlamış bu Esseni öğretisinin düşüncesini ve yaşam tarzını, deneyimini dışarı öğretmeye. Fakat gene bir okul anlayışı içinde, yani halka vaazlar vermek şeklinde değil. Burada bir şey var; inisiyasyon yerine tekris olarak anlaşılabilecek bir tutum görüyoruz Philon’da. O da şöyle; önce felsefe öğretiyor, ancak felsefe öğrenenler onun toplantılarına girebiliyor ve toplantılara girdikten sonra felsefe öğrenmiş insanlara anlattığı için hiç sorun çıkmıyor. Halka doğrudan söyleyecek olsa inançla ilgili ciddi çatışmalar olacağını da biliyor. Daha sonra böyle problemler de başına geliyor nitekim. İşte bu Philon “kozmik sevgi” unvanını almadan önce felsefesiyle yaşamını bağdaştırmak isteyen, düşünceyle davranışlar arasında uyumun sağlanması gereğini savunan bir görüş ortaya koyuyor; “felsefe salt düşünsel bir şey değildir” diyor. Platon’dan, Antik Yunan’dan gelmiş olan en temel idealist düşünceyi ve Aristoteles’in mantıksallığı yoluyla açıklamalarını, ikisini de ele alıyor, ama daha çok Platoncu bir tutum izliyor ve diyor ki; “felsefe bu salt düşünsel şeyler değildir, yaşamla bağları kurulan yaşanabilir bir şeydir”.
YorumlarAtila
{ 28 Temmuz 2012 09:58:52 }
Saygıdeğer, Sayın Baboroğlu:
Diğer Sayfalar: 1. Sizin yazılarınızı her okuduğumda farklı pencereler ve algılar uyanıyor beynimde. Engin bilginizin kaynağına hayranlık duymamak mümkün değil.. Selam ve saygı dolu içten muhabbetlerimle ellerinizden öperim.. Ati
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|