![]() |
|
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
|
varlığın gözyaşları
![]() Emanetçiyiz, ama bavulda ne var, bavul nereye gidiyor bilmiyoruz. Nasıl bir yolcunun ve neyin emanetçisi olduğumuzu bilmiyoruz. Varlığımızı yaşıyoruz emaneten, varlığımızı taşıyoruz emaneten. Kendine emanet, kendi emanet bir varlıktır, insan. Zaten de emanet bir varlık oluşumuzu sorun haline getiren, kendimize emanet oluşumuzdur. İnsan varoluşunun en trajik noktasıdır bu. Cennetin ve cehennemin bayındırlık şantiyesi, ağır bir sorumluluğu beraberinde getiren özgürlüğün fışkırdığı artezyen kuyusudur bu. Bu noktadadır ki, insan değerler bilgisinin trajik çatışmalarla örülü cangılına düşer. “Emanet”i en temiz, en sağlam, en yetkin biçimde koruyup götürmeye çalışır. Bu yaşamı yorucu, varlık oluşun ağırlığıyla ezilen, endişeli, mutsuzluklarla dolu bir serüvene çevirir. Ne yapacağım, nasıl yapacağım seçiminin tanındığı yaşam içeriğine bir “varlık korkusu” karışır. Dahası var olmak, ölmekte olmak demektir. Var olmak yok olmaya adaylığını koymak demektir Yokluğun uçurumuna, emanet iplerle sarkıtılmışlık izlenimleriyle dolu hayat, ister istemez varlığı bir “korku ambarı” haline getirir. İnsanın bu pozisyon karşısında çığlık atmaması şaşırtıcıdır. Ama aslında her insan dışa vurulmamış bir çığlıktır. Bu çığlığı bastırmak için elden gelen yapılır. Korku ambarının kapısı sıkı sıkı kitlenmeye, dünya zevklerinin, dünya avunmalarının, yiyecek içecek ambarının kapısı ardına kadar açık tutulmaya çalışılır. Varolmak duygusunu güçlendirmek adına varlıklarla temas artırılır. Hem iş bağlamında hem eğlence bağlamında bir sürü ilişki yaşanır. Evler yapılır, bağlar bahçeler kurulur, dans edilip şarkılar söylenir, tiyatrolara, mitinglere gidilir… Bütün bunlar temelde “yok olmakta olan”, demek olan “var olmak” ın korkusuyla yapılır. İnsanın varlığını daha çok ilişkiyle, daha çok kendinden dışarı taşırarak daha çok var etme, böylece yokluktan “uzaklaşma yanılsaması” için yapılır. Tüm eylemlerin ontolojik nedeni budur. “ Varlık’ın anlamı epistomolojik olarak değil, ontolojik olarak temellendirilmelidir” görüşünde Heidegger elbette haklıdır. İnsan eylemleriyle, tıpkı bir yaban kedisinin geçtiği yerlerde dişleriyle, pençeleriyle, idrarıyla varlığını duyuran izler bırakması gibi, var olduğunu gösteren izler bırakır. Eylemin ontolojik karşılığı, buradayım, yaşıyorum’dur, bir “varlık işaretlemesi”dir. Ama dışsallaşan, nesnelere yayılan varlık kendi hakikatini yitirmeye başlar. Fenomenler dünyasında olup biten bir gerçeklik içine sığmayan insana, salt bu bağlamda var olmak, nesnelerde var olmak, varlığını yitirmeye, giderek var olmamak’a eşdeş bir duyuşa yol açar. Ölmekte olduğunu gören, hakikatini bir türlü bilemeyen insan, böyle bir varlık olmak yerine, nesnelerin açık varoluşunda yitikleşen bir “varlık” olmayı yeğler. Mevlana Mesnevi’de şöyle diyor: “Bütün alem kendi varlığından sarhoşluk alemine kaçmaktadır. Bu suretle herkes, şarap,çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun kurtulmaya çalışır. Herkes bilir ki bu varlık tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarıyla bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması cehennemdir adeta. Onun için herkes varlığından kendiliğinden geçme alemine, yahut sarhoşluğa kaçar,yahut da bir işe koyulup kendini unutur. Fakat yine bu alemden kendini çeker, varlık alemine gelirsin. Çünkü o kendini unutma alemine Tanrı fermanı olmadan gitmiştik.” Ölmekte olan varlıkta var olmaktan kaçma iki türlüdür, birincisi varlıktan dışarı kaçarsın, ikincisi varlıktan içeri kaçarsın. Birincisinde nesnede var olursun, ikincisinde kendinde var olursun, birincisinde varlıkta hiçlik bulursun, ikincisinde varlıkta varlık bulursun. Nesnede var olmak, modern yaşamda en yaygın tarzdır. Günümüzün modern insanı dünyayı oyuncağı haline getirmiştir. Ama bir çocuğun oyuncaklarıyla oynarken onlarda yitip gitmesi gibi, bir sürü teknolojik nesnelerin içinde yitip gitmiş, adeta kendini unutarak hiçleşmiştir. Ormanda kaybolan vahşi, kendi varlığındadır, kulağı gözü, kalbi tehlikelere, yırtıcı hayvanlara yönelik bir “açtır”. Ama hiper alışveriş merkezlerindeki modern insan, güven ve bolluk içersinde kendinde değildir, tekno iplerle ordan oraya çekilen bir “toktur”. Zarthousra’nın şu sözlerine denk düşen biridir: “ Ey tokluğun içinde beni yok eden açlık ” Vahşide mide açtır, modern insanda varlık. Birisinin açlığı biyolojiktir, diğerinin ontolojik. Günümüz modern insanının varlıkla teması, “varlıkta” var olmak yerine, “varlıklılıkta” var olmak üzerine kuruludur. Bu tavır da tini “tensel pragmatizm” le çerçeveleyerek “gönül insanı” tipini yok eder. Sevişen ama sevmeyen, boşluk duyan ama inanmayan, yiyen ama doymayan, sahip olan ama yetinmeyen, gülen ama hoşlanmayan, ağlayan ama trajiği duymayan, kendinin uzağında, varlığa “ilişik” insan tipini “var” eder. Modernite ile birlikte, üretim, iletişim, sağlık gibi pek çok alanda olağanüstü teknolojik sıçramalar gerçekleşti. Bu sayede çok daha fazla insan beslenme, giyinme, barınma olanağına kavuştu, dünya nüfusu kat kat arttı. Ama “hayata gelme”, “varlığa gelme” değildir, yaşama olanağı “yaşamın” değildir. Modernite yaşama getirdiği renkli “nesneler sirki” ve “hız” ile insanın kendi varlık oluşuna yönelttiği ağırbaşlı dikkati dağıtır. Varlığın gizemi üzerine tefekkür etmeyi “boş” bir edim kılar. Varlığın kutsallığını bozar. Oysa kendinde var olmak varlığın üzerine düşünmekle mümkündür, kendi gizemini kendi nasibince aydınlatmakla mümkündür. “Sorgulamak düşüncenin tapınağıdır” der Heidegger. Hele ki kendi varlığının gizemini sorgulamak, araştırıp keşiflerde bulunmak düşünce tapınağında dua etmektir. Fenomenler dünyası, görünüşler, kendilerini bir tanımla göstererek gizlerler, kendilerini sürekli açık ederek gizlerler. Denizin rengi belli değildir. Bilgi açarak örter. Özler ise kendilerini duyurarak, belirsizleştirerek, daha derine kaçarak gizlerler. Bilgi örterek açar. Her iki kipiyle de varlık gizlidir. Varlık gizlidir, çünkü kutsaldır. Varlık kutsaldır, çünkü kendi kendini var eden değil Yaradanla var olandır. Varlık apaçık bir belirginlikle ortaya çıktığında, kaybolur, Tanrı ortaya çıkar. “ Her ne ki, belirgindir öldürür ” Nietzsche. Böyle belirsiz, sır dolu, ölmekte olan bir varlık olmanın karanlığından korku duyan insan, görünüşlerin “açık-gizliliğine” atar kendini. Bu var olmak korkusu insanı, Bataille’nin deyişiyle, “şarap satıcına çevirir” Ama bu insanı kurtarmaz, sadece şarap satıcısı yapar. İnsanın “kaygan ve belirsiz” varlık olmasının yarattığı varoluşsal “tedirginlik ve korku” gündelik hayatın hay huyuyla bastırılmaya çalışılır. Çıkış, varlıktan kaçmakta değil, varlığının hakikatini kavramaya, sezmeye çaba lamaktadır. Gizli olanın, kutsalın, özün şarabını içmektedir. “ Şarap gayb alemindendir, testi bu cihandan, testi meydandadır, içindeki şarap gizliden gizli. ” Mevlana. İnsan “gayb şarabı” nın alıcısı vericisi olmalıdır, doldurup doldurup dünya denilen testiye içmeli içirmelidir. O zaman insanın sarhoşluğu değil, varlığın sarhoşluğu olacaktır. Varolmak korkusu, yerini “çakırkeyf” bir yaşama sevincine bırakacaktır. Varlığın gözyaşları dinecektir, ya da “korku mağarasına” değil “mana denizine” akıp karışacaktır. Bunu bir parça başarabilmek için, sanırım Tanrıya, M. İkbal’in şu sözleriyle seslenmek gerekir: “ Tanrım bana akıl verdin, biraz da delilik ver.” Vefa Önal
Yorumlarhasan komec
{ 29 Eylül 2010 04:10:02 }
Harika bir ilim seruveni.....
"Insan kendi koleliginden kurtuldugu zaman azat olur ve kole eder ask 'a kendini,ama haberi olmaz hic bir zaman efendi oldugundan"H.KOMEC ![]() vefa önal
{ 22 Eylül 2010 02:03:47 }
Sevgili, Mustafa Alagöz bu güzel ve ne yaptığıma "ayna tutucu" sözleriniz için çok teşekkür ederim.
Felsefeyle bir şeyler daha yaşanılır oluyor, daha katlanılır oluyor. yaşam ve felsefe arasındaki bağı, yapaylaştıracak bir soyutluğa kaçmadan yazmak, insanın kendi gerçekliğini ve hayatı daha sahici ve açık ifade etmek için bir gereklilik sanırım. Sizin bir konuyu herhangi bir yanıyla ele alıp ısrarlı ve çok yönlü olarak işlediğiniz yazılarınızı zevkle okuyorum... Selamlar sevgiler... mustafa alagöz
{ 20 Eylül 2010 14:15:38 }
Felsefe bir sevinçtir, ancak salt soyut söylemlerde kalmayıp kavramları olgusal bütünlüğü içinde sunduğunda tinsel bir lezzet yaşanıyor. Bu yazıyı büyük bir zevkle okudum. Sevgili Vefayı kutluyorum ve böylesi güzel yazılarının devamını kendi adıma beklediğimi söylemek istiyorum. Günlük yaşamı felsefenin gözüyle okumak insan bilincinin gücünü ve ruhsal doyumunun gerçek kaynağının nerde oluduğunu da gösteriyor... Tebrikler.
vefa önal
{ 07 Eylül 2010 09:10:11 }
Evet, emanet oluşun böylesi işlevleri olabilir, kiminde çok kiminde az.
Emanet oluş, insanın kendini gerçekleştirirken, canavarlaşmasını engelleyen bir"içsel çelme" gibi Ama aynı zamanda, hayatın bir kereliğne verilmişliğini ve her an geri alınabileceğini varlığımıza duyurarak, hayatın" tadını çıkarma" arzusunu, hayatın "suyunu çıkarma" noktasına rahatlıkla sıçratabilecek tehlikeli bir bilinç içeriği. Sizin de vurguladığınız gibi, tefekkür ve hakikat ilişkisi sanırım bu bağlamda daha bir değer kazanıyor. Yazımı öğrencilerinizle facebook'ta paylaşıyor olmanızdan kıvanç duyarım, tabi benim yazı bir işe yararsa:) İyi dileklerimle,selamlar... Mine
{ 31 Ağustos 2010 14:47:57 }
Yazınızı beğeniyle okudum. Ancak, varlık kendisini gerçekleştirdiğinde hakikatine ulaşır.
Diğer Sayfalar: 1. ''Emanet'' oluşumuz, yokluğa vergili oluşumuz bel ki de farkındalığı yaşayanlar için hayatı daha ve rimli, çoşkulu, tutkulu yaşama nedenimiz olabilir. Yahut yokoluşun esrikliğine düşmeyenler için varlı ğın açlığına karşı fren vazifesi görebilir. Bu da kor kularımızla yüzleşmemiz, tefekkür etme sonucun da ulaşacağımız bakış açısıyla ulaşacağımız haki- katle mümkün olur. Öğrencilerim ve arkadaşlarımın da okuması için yazınızı facebook''ta paylaşmak istiyorum. İzninizle...Selamlar
Yorum Yazın
|
![]() ![]()
| Tüm Yazarlar |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() ![]() |
![]() |
![]() |
|
![]() |