|
|
EHVEN-İ ŞERKategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | Yazan: Gündoğdu Gencer | 19 Temmuz 2010 05:07:09 21 Ağustos'ta Avustralya'da genel seçimler var. Daha geçenlerde İşçi Partisinin sağ kanadından kabul edilen Kevin Rudd Sezar misâli başbakanlıktan kaydırılıp yerine sol kanattan denilen Julia Gillard başbakan oldu. Sağ kanattan Rudd maden şirketlerinden yüzde 40 fazla kâr vergisi almak istiyordu, sol kanattan Gillard maden şirketleriyle pazarlığa oturdu, Rudd'ın yasa tasarısını sulandırdı.
Bunun sonucu olarak bütçe en muhafazakâr tahminle 1,5 milyar, başka tahminlere göre 5-6 milyar dolaylarında zarara uğradı. Bunun, devletin zararı değil, Avustralya'da yaşayan tüm insanlara daha az okul, hastane, yol, öğretmen, hemşire, hizmet demek olduğu dillendirilmedi. Gillard'ın Avustralya'nın ilk kadın başbakanı oluğu, saçının rengi, göçmen çocuğu olduğu üzerinde duruldu. Öte yandan Liberal Parti'nin başındaki Malcolm Turnbull, iklim değişikliği ile ilgili yasa için hükûmete destek vereceğini söylemiş, bunun üzerine hükûmet ne isterse buna muhalefet etmeyi görev edinmiş olan partisi tarafından devrilmiş, yerine Hıristiyan dinci Tony Abbott oturtulmuştu. Irkçı ve tutucu Howard hükûmetinde uzun süre bakanlık yapmış olan Abbott kendisini pazara satışa çıkarılan eşek misâli başka renklere boyayıp seçmene daha çekici görünmeye çalışırken, Gillard da İşçi Partisinin 1983'ten bu yana süregelen sağa kayışını devam ettirip tutuculukta Abbott ile yarışa girme eğiliminde görünüyor. Seçimlerde ehven-i şer durumuyla karşı karşıya kalacağız gibi görünüyor. Kırk katır mı, kırk satır mı ikilemi bizleri 21 Ağustosta sandık başında bekliyor olacak. Ehven-i şer üzerine çok şey söylendi. Mustafa Kemal'in Sivas Kongresinde söylediği anlatılan "ehven-i şer şerlerin en kötüsüdür" sözü kendilerini Amerikan mandası ile İngiliz himâyesi arasında tercih yapmak zorunda hissedenlere verilen ters bir yanıttı. "Kutunun dışında düşünebilmek" yeteneği her zaman herkesin yapabileceği, yapma cesareti bulabileceği birşey değildir. Kutunun dışındaki seçenekler de her zaman en iyi seçenekler olmayabilir. İçinde hikmet bulunan sahife, ciltlenmiş kitap, dergi vs. anlamına gelen ve kısaca "mecelle" diye bilinen ve Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmi bir heyet tarafından hazırlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye 1877 yılında Sultan İkinci Abdülhamid zamanında uygulanmaya konmuş ve 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır. İslâm hukukuna bağlı olarak hazırlanan ve bugünkü medenî hukukun ve hukuk usulünün birçok öğesini içeren Mecelle'de ehven-i şer ile ilgili hükümler vardır. Yâni bir yerde ehven-i şer kavramının İslâmî düşünce içinde önemli bir yeri vardır. Ehven, sözcük olarak, "daha hafif", şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir. Ehven-i şer de, diğerlerine oranla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır. Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur (seçilir)" denmektedir. Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur (giderilir)" şeklindeki kurallar da yaklaşık olarak aynı yaklaşımı belirler. Yaklaşık bin yıl İslâm kültürü ile yoğurulmuş olduğumuzdan farkında olsak ta olmasak ta, dindar olsak ta olmasak ta bu kültürün getirdiği düşünce biçimleri kafamıza yer etmiş bir kere. Çoğumuz, çok kez, "bunların hangisi daha az kötü" diye düşündüğümüzde Mecelle'deki ehven-i şer kurallarına göre düşünüyoruzdur. Ehven-i şer şerlerin en kötüsüdür diyerek iki seçenekten daha az kötüsünü mü seçmeliyiz, ya da kutunun dışında düşünerek bu ikisinin dışında bir seçenek mi aramalıyız? Mustafa Kemal "istiklâl-i tam" (tam bağımsızlık) ilkesini üçüncü bir seçenek olarak ortaya koymuştu. Peki, diyelim ki epey kafa patlattık, kutunun dışına çıktık, düşündük, taşındık, ikisi de belâlı iki seçenekten başkasını bulamadık. O zaman Mecelle'nin öğütlediği gibi daha az kötüsünü mü seçmeliyiz? Toplumbilim ve politika içinde "evrim mi, devrim mi" tartışmaları çok yer almıştır. Örneğin Sosyalistler ile sosyal demokratlar arasında keskin bir uzlaşmazlık noktası vardır. Sosyal demokratlar kapitalist düzenin temeline dokunmadan bu düzen içinde emekçilere daha iyi koşullar sağlamaya çalışır. Ve böylece "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayan" emekçileri kaybedecek şeyleri olanlar konumuna sokar ve düzenle bütünleştirir. Böylelikle de kapitalist sömürü düzeninin (biraz yontularak ta olsa) devamını sağlar. Sosyalistler bunun için sosyal demokratları işbirlikçilikle, hattâ hainlikle suçlayagelmişlerdir. Özetle "emekçiler acımasızca sömürülsün ki akılları başlarına gelsin, düzeni devrim yaparak tepetaklak etsin" görüşündedirler. Böyle olunca da bu görüşün mantığı gereği sosyal demokratları değil, yontulmamış sömürü düzenini savunanları desteklemeleri gerekir. Bu da elbette, temsil ettiklerini ileri sürdükleri emekçi sınıfa çok ters gelen bir davranış olur. İki parti de kapitalist düzenin içinde sömürenlerin temsilcisi ise elbette yarınki ekmeğini düşünen (ve Mecelle mantığıyla yoğurulmuş olan) emekçi kendisine (sadaka biçiminde de olsa) yarım ekmek daha fazla vereni yeğleyecektir. Bu yıl Avustralya'da, seneye de Türkiye'de seçimler var. Avustralya'da toplam oy sayısı daha fazla olduğu halde dar bölge sistemi uygulandığı için seçimi kazanamayan partiler olduğu gibi Türkiye'de de seçim sisteminin çarpıklığı yüzünden yüzde otuzlarla salt çoğunluk sağlanabiliyor. İki ülkede de 1965 seçimlerindeki çok âdil milli bakiye sistemi yürürlükte olmayınca küçük partilere verilen oylar güme gidiyor. Türkiye'de bu adaletsizlik köylü kurnazlığıyla aşıldı, bağımsız olarak seçilip meclise girme çözümü ortaya çıktı. Avustralya'da da bir avuç bağımsız milletvekili güç dengesini elinde tutabiliyor. Bu sistemi yarın devrim yapıp değiştirme hayalimiz yoksa belki de Liberal ve İşçi partileri arasında ehven-i şer seçimi yapmak yerine kafamıza uygun bağımsızları göz önüne almak yararlı olur diyorum.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|