|
|
Mevlana - Diri ve dirilten bilgeKategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 04 Ekim 2007 12:08:55 Hz Mevlana'nın doğumunun 800. yılı Konya'da yapılan görkemli törenlerle kutlandı. Onun şu sözleri bir akıl sahibi için neler ifade eder? "Ben abalı sufi değilim. Tekkem dünya, öğretim ise hayattır"; dopdolu, ancak sürekli doldurulmaya açık; bilgi değil, ama insana sürekli bilgisizliğini hatırlatacak kadar uyarıcı; kesin belirlemeler yapmıyor ama berrak su gibi akışkan bir açıklıkla söylenmiş sözler.
Bilgeler yer altı sularının yüzeye fışkırdığı artezyen kuyuları gibidirler, gönüllerinde taşıdıkları şifalı meyveleri büyük bir aşk ve şefkatle sunan hayat ağaçlarıdır. Onlarda zihinsel bilgilerin ruhsuz kıvrımlarının nasıl meyveli dallara dönüştüğüne tanık oluruz. Onlar sadece sözleriyle değil, sözlerini yaşantılarından üreterek ve ruhlarına bu değerleriyle biçim vererek insanların gönlünde taht kurarlar. Mevlanaların ulusları, dinleri, ırkları, kültürleri yoktur; onlar bütün bunların üzerine çıkmış, her ulusu, her kültürü, ayrı olan her anlayışı ta özünden görerek ve göstererek kucaklamışlardır: “Tekkem dünya, öğretim hayattır”, huşu ile söylenmiş bir duygu aktarımı değil, akılla-gönülle-yaşantıyla yoğrularak aşkla söylenmiştir. İnsan bütün tarihsel sürecin tözü, yaşama dair bütün dönüşümlerin biricik enerji kaynağı. Yaşam ve dönüşüm varsa bir iç bağ var demektir, bütün dönüşümleri içten ilişkiye sokan, farklı koşullarda farklı görünüşler altında ortaya çıkan bir öz var demektir. Bu “Öz” kavrandığı ölçüde değişimler ve onun görünüşlerinin anlamı da yakalanabilir. Bilgeler bu hakikati kişisel deneyimleriyle önce kendilerine tanıtlamış, kendilerinden emin insanlardır. Onlar zihinsel oyunlara dalmadan, kişisel çekişmelere düşmeden, kupkuru bilginin getirdiği kibrin insanı ne hallere soktuğunu bilerek sadece şefkatlerini ve sevgilerini gönül pınarlarından akıtırlar. “Onlar, o bilgiyi şu kirli dünyadan kurtulmak, ebedi hayatı bulmak için değil de, insanlar arasında meşhur olmak, saygı görmek, kendini bilgili göstermek için elde ederler.” (Mesnevi, C. 2/2430) “Bunu söylemek de bir şey mi”, denebilir. Hatayı kabul etmenin, eleştiriye açık olmanın, alçakgönüllülüğün bir erdem olduğunu söyleyip, birbirimize bunu hatırlatmadığımız dönem olmamıştır. Gazete köşe yazarlarına, televizyon kanallarındaki tartışmalara bir göz atılsa; kurduğumuz internet sitelerinde yazılarımızı eleştiren birisi çıktığında sonucun ne olduğu şöyle bir izlense acaba neler gözümüze çarpar? Hiç bu zamana kadar fikirlerimize eleştiri getiren birisine dönüp; “haklısın bu noktayı düşünemedim, bunun için sana teşekkür ederim” türünden bir sadeliğe rastlandı mı? (Farklılığımız zenginlimizdir!) “Ey alçak gönüllülük, tevazu perdesi altında benlik hastalığını gizleyen kişi, birisi denemek kastı ile seni kızdıracak, coşturacak, karıştıracak olursa, içinde pislik bulunan su bulanır da pisliğin rengi meydana çıkar.” (Mesnevi. C.1/3215…) Son derece açık, gösterişsiz bir biçimde dile getirilen sözler nasıl oluyor da aradan yüzyıllar geçmesine karşın yüreklerimizi titretiyor? Okul yüzü görmemiş, hayatı çobanlıkla geçmiş ve kendini bir miskin (aciz, zavallı) olarak niteleyen Yunus’un özünden doğup dile gelen dizeler bizleri nasıl oluyor da derinden etkileyebiliyor? “İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır Okumaktan mana ne, kul hakkın bilmektir Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir.” Samimi olan; hakiki ve aslına uygun olandır. Samimiyetin etkili ve dönüştürücü bir gücü vardır, çünkü insanın kendi özüne dokunur, onun aslında taşıdığı güzellikleri açığa çıkarır. Hz. Mevlana; “ne olursan ol gel, tövbeni yüz bin kere bozmuş olsan da gel, … Burası umutsuzluk kapısı değildir” derken acaba bu eminliğin kaynağı neydi? İnsanların pırasa gibi doğrandığı, herkesin birbirini katlettiği, tam bir karmaşanın yaşandığı bir ortamda bu çağrıyı yaparken acaba neye güveniyordu? Hiç bir umudun olmadığı durumda böylesine yürekten bir çağrı nereden doğuyordu, kime sesleniyordu? Elbette; insanın özünün güzelliğine, aklın yaratıcılığına, özgürlüğün gücüne, sevginin ilahiliğine ve bunların toplamı olan insanın değerine. “…Çünkü ben mana evime, asıl makamıma gidiyorum. Bu yolda ayağım titremez, ben körcesine gitmiyorum, bilerek gidiyorum. … Ben atıp tutmak suretiyle söz söylemiyorum, kuru laf etmiyorum. Bir söz söylesem bile su gibi söylerim de, ölüm ateşini söndürmede sıkıntı çekmem. (Mesnevi, C. 3/4128 …) Tarihi olaylar ve kişilikler sık sık politik ve kişisel hırslar için kullanılır, ama onlar bundan hiç etkilenmezler. Yağmur suyu midye kabuğunda inci, yılanın ağzında zehir olur, ama bundan suya ne. Bir gül bütün görkemiyle açar; rengini ve kokusunu hiç sakınmadan sergiler, sadece kendini sergiler. Ona değer verip verilmesiyle ilgilenmez. Ama bizler insanlarız, yani farkındalığı olan, mutluluk isteyen, acı çeken, sorumluluk üstlenme iradesine sahip, yaratıcı bir güçle donanımlı kutsallarız, ayrımsız her insan bu potansiyele sahiptir. Fakat bu potansiyelini açığa çıkarmak, kendini var etme biçimi onun seçimine bağlıdır. Tarihle bağımız bugünkü yaşamamıza etkisinden kaynaklanır. Geçmişle, sadece bir gönül bağıyla değil şimdiyi yapılandırmak, geleceği tasarımlamak için bize kalan mirası anlamak amacıyla da ilgileniriz. Tarihsel olaylar ve tarihsel kişilikler daha çok güncel sorunların anlaşılmasında ve çözümünde ufuk açıcı oldukları kadarı ile gündemimize girerler. Fakat insanlığın kadim özneleri diyebileceğimiz kimi insanlar tarihsel kişi olmanın daha ötesindedirler: Filozoflar, büyük sanatçılar, peygamberler, bilgeler tarihsel bir kişilik olmanın sınırlarına sığmazlar. Hiç bir insan potansiyel anlamda doğuştan özel değildir. Her insan, insan olmanın donanımları ile doğar; düşünme yetisi, özgürlüğe yazgılı olması ve yaratıcı etkinliği ile kendini yapılandırmakla kendine karşı sorumludur. Kendi donanımını her insanın bizzat kendisi harekete geçirir, sorumluluk sadece kendisine aittir. Kimse kimsenin yerine düşünemez, kimse kimsenin yerine inanamaz, hayal kuramaz; kimse kimsenin yerine aklını geliştiremez, mutlu olamaz. Şu iki sözcük varoluşumuzun anlamını ve ereğini sade biçimde dile getiriyor: “Kendini bil-kendin ol.” Bireysel çabalarımızın temel itici enerjisi bu arayıştır. Bu iki sözcüğün edimselleşmesi bütün düşünce tarihini, filozofiyi ve bilgeliği kapsar. Ancak bunu gerçekleştirmek kesin olarak bireyin kendi kişisel seçimleriyle ve kendi emeğiyle olabilir. Hiç kimse sorumluluk üstlenmekten, seçim yapmaktan kaçamaz, seçim yapmamak bile bir seçimdir, insan seçimleri ve eylemleri ölçüsünde insandır. Onun için insanlaşma bedende değil manevi (tinsel) alanda yaşanan bitmez tükenmez bir süreçtir. Bedensel yanımızın varolmasında hiç bir irademiz yoktur, o tamamen doğal sürecin ürünü ve doğa yasalarına bağlı olarak devinir. Bu durumu tasavvuf ehli; “insan hayvanı”, Hegel “tinsel hayvanlar ülkesi”, Hz. İsa “bedenden doğan beden, ruhtan doğan ruhtur” diyerek dile getirmişlerdir. İnsan doğanın bir parçası değil ona aşkındır, çünkü onu bilir, ayrımlarını görür, ilişkiye sokabilir ve onu değiştirebilir. Bu süreç her insanın yaşamında şu veya bu düzeyde yaşanır. Önemli olan bunu içgüdüsel dürtülerle, geçici heveslerin uyarısıyla veya günün moda olmuş itkileriyle değil, özgür iradeyle ve hak olana bağlı olmanın farkındalığı ile yapmaktır. Her seçim bir sorumluluk üstlenmedir; ve insanı kendi aslına, üstelendiği bu sorumluluklar ulaştırır. İnsan, iradesi olduğu için sorumlu, sorumlu olduğu için özgür bir varlıktır. Başka bir deyişle o özgür olmaya zorunludur, çünkü bilinci vardır ve “emanet” ondadır. “Biz emaneti, göklere yere ve dağlara arz ettik, onlar, onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.” (Kuran-ı Kerim. Azhab/72) “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.” (Rum Suresi/41) Mevlana bu umudu gerçeğe dönüştüren herkesin gerçekleştirebileceğine inanan, kendi deneyimlerinden hareketle bundan emin olan bir hak çınarıdır. Kadim olan hakikat her an gerçeklikte, her an yeni bir yaratımdadır. Yaratılmışların her hangi bir görüntüsüne, dile getirilmiş bir düşüncenin mutlaklaştırılmasına bağlanıp kalmak, kutsal metinlerin tehlikesini ısrarla belirttiği “putlara tapmaktır.” Acaba sessiz bir köşeye çekilip, başkalarının bize nasıl not vereceği kaygısından yakamızı kurtararak içimize bir bakabilsek ne çok ilahımızın olduğunu, nice putlar yaratıp bunlara tapındığımızı ayırt edemez miyiz? Yanıtım, kesin olarak ‘Evet’tir. Çünkü hiç bir şey aklın sorgulayıcı ve kavrayıcı gücü karşısında direnemez; katı hiçbir anlayış samimiyetin sıcaklığı, hakikatin gücü karşısında erimeden kalamaz. Hep ‘büyük konular’ zihinlerinizi meşgul eder; öğrendiklerimize güvenip bildiklerimize dayanarak meydana çıkarız. Doğrularımızı birilerine kabul ettirmek için nice çabalar harcarız, birileri tarafından beğenilmenin tadını çıkarmak isteriz; ama bu yolda atılan her adım insanı biraz daha tedirgin etmiyor mu, biraz daha hırslı ve saldırgan kılmıyor mu? Giderek yapay benlikler oluşturarak kendi nefsimizin hapishanesine tıkınmıyor muyuz? Böylece giderek daha yalnız, güvensiz, doyumsuz ve anlamdan yoksun çorak bir yaşam alanına düşmüyor muyuz? Bunlara evet veya hayır demek yerine, üzerine sık sık kafa yormayı daha sağlıklı buluyorum. Başarı sarhoşluğu, zenginlik hoyratlığı, şöhret şımarıklığı, iktidar hırsı bizzat insanın kendi cehennemi olmuyor mu? Bilgeler tarafından söylenmiş, samimiyet ve dirimsellik dolu bir iki alıntıyla yazıyı sonlandırmak istiyorum. “…Çünkü hevesinin ve isteğinin sarhoşu olanın ayırt etme duygusu kalmaz” (Mesnevi, C. 2/3730…) “RAB’bin iğrendiği yedi şey vardır: Gururlu gözler, Yalancı dil, Suçsuz kanı döken eller, Düzenbaz yürek, Kötülüğe seğirten ayaklar, Yalan soluyan yalancı tanık ve kardeşler arasında çekişme yaratan kişi.” (Kutsal Kitap, Süleyman’ın Özdeyişleri. 6/16-19)
Yorumlardeniz gunal
{ 04 Ekim 2007 12:40:01 }
mustafa bey, bu güzel yazı için pek çok teşekkürler.
Diğer Sayfalar: 1. sectiğiniz alıntılar, yorumlarınız aydınlatıcı, ferahlatıcı ve cesaret verici. sevgiler......... deniz
|
| Tüm Yazarlar |
|