|
|
MABET-İNSAN (5)Kategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 25 Mayıs 2010 01:04:06 "Biçim; bir nesnenin benzersiz özü tarafından o nesneye basılmış niteliksel mühürdür" diyor Titus Burkhard. O zaman Hüve, o her nesneye özsel olarak basılmış tekilliktir ki, o nesneyi o yapandır, bir başkası yapmayandır. Aslında size İhlas suresini böylece okumuş oldum değil mi?
Soyut kavramsallık, şimdi birden İslam’a neden bağ kurduk? Çünkü arkaik dönem sonrası, yani bütün ilişkileri kendinden doğurduğu, kendinden önce etkilendikleri bilinmezse ortaçağda salt tanrı kavramı bizim için bir takım önermelerden ibaret olur. Modern bilim için ise böyle özsel bir biçim yoktur. Ne vardır? Modern bilim özsel nitelik damgasını reddediyor. Diyor ki; içerik vardır, her varolan ilişkisini kendi içine yansıtarak içerik kazanır. O ilişki ondan ayrıldığında içeriğinden onu yitirir, dolayısıyla kendisinde kendisini belirleyici özsel nitelik olmaz, bu sonuna kadar çorap gibi sökülüp sıfıra gider diyor. Felsefesini yaptığınızda, yani söküp sıfıra gittiğinizde Varlığı bulursunuz diyor. İşte, varlık damgasını taşımak anlamında söylenmiştir bu; yani modern bilimin “düşüncenin özsel biçimi yoktur” demesi aslında kendi deney ve gözlemlerinin sınırını söylemektedir ki doğrudur, buna katılmamak olanaklı değil, ama sınırlarını anlamak anlamında, bilimsel olmanın sınırını çizmek anlamında doğru. Ancak bütün ilişkiler çözüldüğünde geriye yokluk dediğiniz herhangi bir kavramdan, örneğin fizikte söz edemezsiniz, oraya enerjiyi koymak zorundasınız. Dersiniz ki bütün ilişkiler çözüldüğünde, yani var olan özdek çözümlendiğinde enerjiye ulaşırız, sıfıra? Hayır. Fizik sıfırı sevmez, o zaman bütün çözünümler varolma biçimlerinin çözünüp de biçimsizliğe gitmek demek aslında varlığa gitmek demektir; en genel biçim. İşte bütün nesneler o en genel biçim olan varlığın damgasını taşırlar noktasında kavranırsa… Vahdet-i Vücut da bu demektir. Buradaki maddeyi, özdeği çözdüm, çorap söküğü gibi çözdüm çözdüm sonunda son ilmik, onu sıfıra götüren ilmik, hani çorap bitti hemen öbür varlığa geçer, başlarsınız onu sökmeye, tam onun formunu bitirdiğiniz anda öbür form başlar. O zaman bütün var olanlar birbirlerine o formlar arası ilişkisiyle bağlıdırlar. Varlık, varoluşun zorunlu ilişkisidir. Burada hiçlik ve varlık birbirinin eşdeğeri olmakla birbirini var eden iki ayrı varlık gibi algılanamaz, yani hiçlik varlığı doğurur dersek ya da doğurmaz dersek hiçliğe varlık vermiş oluruz, yani hiçlik vardır başka bir şey yapmaktadır gibi olur. Halbuki varlık ve hiçlik aynılığın iki yüzüdür. O zaman zorunlu olarak olgusallığı oluşta kavramak zorundayız, varlık ve hiçlik mantıksaldır deriz. Varolanın varlığı ve onun varlığının olumsuzlanması yani kendi varlığından başka bir varlığa geçişini söyleyebiliriz. O zaman da varlık ve yokluk oluşun iki öğesi olarak kavranır. Ama yokluk diye bir şey vardı başta dediğiniz zaman zaten varlığı söylüyorsunuz, başka bir şey söylemiyorsunuz. Soru. Hiçlikle yokluk aynı şey değil mi? Yok ve yokluk ayrı kavramlar. Yok, bir şeyin yokluğunu söyler. Yokluk ise, yokluk neyin yokluğu, şunun bunun yokluğu değil, bu bir nitelik; işte o zaman varlığın yokluğunu söylersiniz yani yokluk ontolojik olarak zorunlu bir biçimde varlığı söyler, ama varlıkla yokluk realize olma açısından eşdeğerdirler ama dil açısından, mantık açısından birbirlerini karşıtlık olarak içeren bir dile getiriştir. Bir gerçeklik olarak ne varlığı ne de yokluğu asla deneyleyemezsiniz, yani tanık olamazsınız. Hiç kimse varlıkla karşılaşmaz, hiç kimse yoklukla da karşılaşmaz ama herkes oluşla karşılaşır. Yani varolanla karşılaşır, varolanın kendini tüketip bir başka varolanla olan ilişkisindeki geçişine bir kavram olarak varlığı koyarsınız ve geçişlerini de yokluk olarak gösterirsiniz, aslında aynı kavramı kullanıyoruz. Doğada hiçbir şey nesnelerin özü kadar açık değildir. Çünkü bunlar kendilerini biçim olarak gösterirler, ancak bu özler ne zahmetli bir araştırma ile keşfedebilirler ne de niceliksel olarak ölçülebilirler. Aslında varolduklarını anlamamızı sağlayan sezgi, doğrudan doğruya duyusal algılama ve imgelem yetisine dayanır. Eğer imgelem dışardan gelen izlenimleri bireşim haline getiriyorsa. Şimdi sezgi tam da burada işte bizim bu geçişleri söylediğimiz anda bize bu sezgi denen kavram saltık bir biçim olarak ilişkide geçişi söyler ise, o zaman her oluş bir kavramı, onun ortadan kalkıp başka bir oluşa geçişi bir sezgiyi söyler. İşte biz kavramındayken onun geçişini sezeriz. O zaman her varoluş, kendi olmayışını içinde içermesi bakımından kendi dönüşümünü içermesi bakımından tanımlı kılacaktır. Eğer dönüşümü yoksa, yani sezilemiyorsa onun kendisini kavramlaştırması da olanaksızdır. Başka deyişle herhangi bir nesne, olgu ve olay başkalığı içinde belirli, başkasıyla değil: Başkasıyla kıyaslanır, kendi başkalığıyla belirlidir. Kendi başkalığı olmaksızın belirsiz ve tanımsızdır. Kendi başkalığı ise kendisini ortadan kaldırıp yeniden üretme, başka olarak üretmenin geçişini özsel olarak ilişki diye tanımlayacağımız bir biçimde içerir. O zaman bir nesne, olgu ve olayın tanımlı kılınması, onun ilişkisidir diyoruz. Kategorik olarak bunu böyle söylüyoruz ama onu buluşumuzu, kendi dönüşümü, değişimi, başkalaşımı içinde algılamak gerekir. İşte buradan gönderme, bir insanın başkası, bir başkası değil, kendi başkası özsel olarak sevgi bağıyla kendisini anlamlı kılacaktır. O zaman sevinç; İsa’nın söylemek istediği ya da söylediği “benim sizi sevdiğim gibi, birbirinizi sevmedikçe Allah’ın melekûtuna giremezsiniz” sözünün anlamı bu. Siz kendinizi eğer tüketip, bir başkası olarak kendinizi ötekinde ama kendi bir başkası olan ötekinde, kendi başkanız olarak algılamadıkça aranızda sevgi bağının yani varlıksal bağın sevgi olarak algılanmasını yaşayamazsınız. Bebek, annenin kendi başkasıdır, bir başkası değildir. O kendi başkalığı içinde kendini seyretmektedir. Kendi başkalığı içindeki kendine olan bağı asli sevgi denen Agape’nin biçimidir. Agape, çünkü orada herhangi bir kültür, herhangi bir beklenti, herhangi bir tasarım düşünce öğesi yoktur. Orada kendi başkasının kendisiyle olan ilişkisinin algılanması vadır. Religare ((yeniden bağlanma), Religionyani din sözcüğü buradan türetilmiştir. Ligare baştaki bağdı; o yitirildi, üzeri kültürle örtüldü, düşünceler girdi örtüldü. Ama Religare; yeniden bağlanma anneyle olan o ilk bağın içselleştirilmesi gibi; bu şansı yakalandığında işte bu aşk. Başınıza gelmiştir bazen bir an ömre bedeldir. Nasıl bir şeydir oradaki güzellik, oradaki Tiferet… Aşk genellikle felsefenin dışına sürülmüştür, neden? İşte İsa öğretisi bu sevinç ve aşk kavramını yaşamın temeline getirip oturtunca ona karşı örgütlenen yeniçağ düşüncesi aşkı yaşamdan ihraç etmiş ve onu zaaf olarak kabul etmiştir. Aşk üzerine düşünceler aşkı başkalaştırır, iyi de yapmışlar; demek ki aşk üzerine düşündükçe aşk, aşk olmaktan çıkacak, onun için düşünmemeleri çok iyi olmuş. Çünkü bu düşünülecek bir şey değil yaşanacak bir şeydi, ama yaşamdan sürülüp çıkartıldı. Şimdi bu hazırlık safhasından sonra kavramsal dünyamıza geri dönelim. Akino’lu Toma ne diyordu; “gerçeklik bir düşüncenin, nesnesiyle bağdaşmasıdır”. Böyle olunca tanrının düşünceleri en son olgusal nesnelerin kendileridir, öyle ise “tanrı kendinde gerçekliktir” demiş. Birincisi, gerçeklik düşüncenin nesnesiyle bağdaşmasıdır derken o zaman düşüncenin, nesnelerde kendisini ve nesneyi izleyerek bilgiyi oluştururken onunla bağdaşmasında kullandığı kategoriler ya da tümeller, en genel biçimler, bütün nesnelerde ortaktır diyor. O zaman bütün nesnelerde ortak olanın kavranması tanrıdır, o halde tanrı gerçektir. Başka türlü söylersek; bir bilginin gerçek olabilmesi için düşünce, nesnesiyle bağdaşmalı. Herhangi bir nesnemiz var, bu nesne ile düşüncemiz bağdaştığında gerçeklik var, gerçeklik böyle. Şimdi bakın; Aziz Toma o dönemde bunu derken, biz gerçek diye çoğu zaman bunu söylemeyiz. Biz gerçek olarak daha çok nesnemizi söyleriz. Örneğin, çanta gerçektir. Algılarımla ben çantaya tanığım, işte gerçektir. Hayır diyor, düşüncemiz nesnesiyle bağdaşıyorsa gerçekliktir, bağdaşmıyorsa yanılsamadır. Gerçeklik o zaman ne nesnededir ne de öznede, gerçeklik; nesne ile öznenin bağdaşmasındadır. Tümeller, arı kavramlardır. Arı kavramlarla kavranan varlık tanrıdır. Aslında bilinç, kendi kendinin tümel olarak farkındalığına geliyor, tanrı nerede? Tabernakıl’ın içinde, arş-ı alâda yani tahtı esteva eden tanrıyı bilme bağdaşma yani nesnesiyle, bilmenin bağdaşması noktasında böyle kavrıyor işte. Ahlak sorununa istenç açısından bakan St. Toma’ya göre, tinsel yetilerin en üstünü; us ve istençtir. Tinsel yetiler yalnızca ruh değildir, ruh sözcüğü bunu karşılamaz. Tin Batı dillerinde, Almanca’da daha yetkinleşmiş, Geist’in karşılığı. Geist daha çok bölünmez bir bütünlüğü söyler. Yani bir insanın benliği bölünmez bir bütündür. Gestalt kuramına göre, analitik bir takım öğelerin birleşmesinden oluşmaz ya da onların birleşmesinden daha fazla bir şey olarak onları kapsar diye Gestalt’ın ileri sürdüğü geist, bu bağlamda biz de kullandığımız felsefe dilinde tin diye söylüyoruz. Zele, Almanca’da ruhun karşılığı daha alt bir kavramdır. O organik olan öğelerin birliği, örneğin biz buna Türkçe’de can diyoruz. Şimdi aslında tevhit noktalarını söylüyoruz, yani Tiferetlerini, Armonia’larını söylüyoruz, o zaman can; organizmanın dengesidir. Geist nesne olarak gösterilemiyor ama o ilişkilerin armonisi olarak var ve bölünmez bir bütün olarak davranır. İşte Geist böyle bir şey ve burada merkez kavramı işte gene sorun, o halde bu Geist’in merkezi nedir?
Yorumlargıranta
{ 19 Haziran 2010 04:14:10 }
geist bence süpürgecinin temizleyicinin işini tam yaptıktan sonra tozların üstünü örttüğü aktarmalı gıdilen yolun biletinin olduğu yerdir
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|