Eski adıyla ask filmlerini yeni söylenişiyle romantik komedileri değerlendirirsek çoğunun merkezinde erkeklerin olduğunu görürüz. Erkek terk eder, affeder, kadının güzelliğini fark eder, (Two Weeks Notice) ya da en kotu ihtimalde geri döner (Pretty Woman).
Bunların aksine sayıca daha az filmde kadının terk ettiğini ya da seçim yaptığını görürüz. Çünkü genelde kendini açıklamaya ya da ifade etmeye çalışan, gizli gizli seven kadın karakterlerdir. Neticede filmin sonuç kısmında her ne kadar adam kadının duygusal olarak eksikliğini fark etse de ( Love in the Afternoon, Made Of Honor) ,kendini karsındakine kanıtlayan, inandıran kadındır.
Neyse ki erkek egemen romantik film dünyasının kurallarını bozan filmler var. Casablanca ve 500 Days of Summer gibi…
Casablanca Aşk diyince akıllara gelen ilk filmlerden biridir Casablanca. Her ne kadar klişelerle dolu olsa da yıllara meydan okuyan her dem izlenip ağlanacak bir Micheal Curtiz klasiği. Aynı zamanda koşullar gereği ya da kalbinin sahibinin başkası olması durumunda kadının gidebileceğini, idealist ve yakışıklı bir erkeğin en az kadınlar kadar derin acı çekebileceğine güzel bir örnek.
Filmi kısaca özetlersek 2. dünya savaşı sırasında Çek direniş örgütünün lideri Victor Lazlov Almanların elinden kaçıp Casablanca’ya gelir. Asıl hedefi Lizbon’a giden uçağa binip oradan ABD`ye kaçmaktır. Fakat kaderin işine bakin ki geçiş için gerekli olan belgeler Lazlov’un karısının (Ilsa) savaş sırasındaki eski sevgilisi Rick `tedir. Ve Rick hiç bir zaman Ilsa `yı unutmamıştır.
Gelmiş geçmiş en güzel romantik filmlerden olan Casablanca’nın sonunu değişik yorumlarla bitirmek mümkün. İlk seçenekte Ilsa `nin simgeleri ya da görevi seçtiğini de düşünebilirsiniz. İkinci seçenekte ise Ilsa`nın gerçek aşkının filmin jönü yakışıklı Bogart (Rick) değil de Laslov (Paul Henreid) olduğuna da inanabilirsiniz. Seçim sizin...
Aşkın 500 Günü ( 500 Days of Summer)Yeni kuşağın Julia Roberts’ı Zoey Deschanel `le yine yeni kuşağın gözlerinin altı çökük prensi Joseph Gordon Levitt’i buluşturan aşkın beş yüz günü herkesin tahminlerinin aksine bir aşk filmi değil. Evet, belki aşka dair bir film. Hatta film boyunca konuşulan tek şey aşk, ama beklediğimiz gibi film aşk filmi değil.
Bu sefer aşka inanmayan, biraz istemeyip biraz isteyen ya da bağlanma korkusu yaşayan taraf kadın. Bu sefer sevgilisini merkeze koyan, aşkı için tetikte bekleyen, terk edilmemek için çabalayan taraf erkek tarafı. E haliyle acı çeken erkek; çektiren kadın.
Fragmanı izlerken, filmin yine vurkaçla başlayıp sabun köpüğüne dönüşecek olan, mutlu sonun kaçınılmaz olduğu romantik komedilerden biri olduğunu düşünüyorsunuz. Ama dikkat edin, film sizi her an şaşırtabilir. Mutlu son beklerken mutsuzluğu, mutsuzluğu beklerken hiç bilinmedik bir mutluluğu yakalayabilirsiniz. Ama aşkı için ödün veren, içten içe sevip belli etmeyen, üzülen, sevip kendinden uzak tutan kadın profilini ararsanız; bulamayabilirsiniz. Benden söylemesi…
Sonuçta, bütün sinema tarihini incelesek kadının acı çektiği filmlerin acı ara erkeklerin acı çektiği filmlerden fazla olduğunu görürüz. İşte bu yüzden kadın tarafından bakan, kadının güçlü gözüktüğü filmler az oldukları için bence çok değerliler.
Yıllar sonra 500 Days Of Summer, Casablanca kadar değerli olur mu bilmiyorum ama furya gibi başlayıp devam eden romantik komedilerin içinde kendini ayrı bir yere koyduğu kesin.
Hiç bu filmlere bu açıdan bakılabileceği aklıma gelmemişti. Şaşırttın beni:) ilginç!