|
|
Kan kardeşKategori: Yaşam | 0 Yorum | Yazan: Muammer Toprakcı | 01 Şubat 2010 17:17:43 Bağışlayın, uzun süredir ayrı kaldık, yazamadım. Türkiye'den bir dostum, kan kardeşim geldi; gezdik, geçmişe gittik çocuklaştık; bugüne döndük, ne yapalım içimize sinmiş, dünyayı ve ülkemizi güzel günlere taşıyan, gerçekçeşebileceğine inandığımız ya da ütopya sayılsa bile hayali cihana değer projeler ürettik, keyifli bir birlikteliği yaşadık; bu arada bizim yazı da kaynayıverdi...
Kan kardeş dediysem öyle çatma falan değil hakikisinden, ilkokul üçüncü sınıfta okuduğumuz bir öyküden esinlenerek kestik bileklerimizi... Gelin baştan anlatayım... Niğde’den topraktan kopup gurbete göçen onun ailesi ve ayni nedenle Bolu’dan göçen benim ailem İzmir’in bugün Yeşilyurt denilen o günün Karafatma Dağı’na derme çatma barakalarını kurup yerleşirler. Gerçi ilk gelindiğinde Karafatma’ya yerleşmeden önce Tilkilik’te yahudilerin Yurt Taneleri bizimse Aile Evi dediğimiz bir evde, üçü yahudi sekiz ailenin birer odaya sıkışarak, ayni mutfağı ve tuvaleti kullandığımız, aileler için zor, biz çocuklar için eğlenceli geçen bir dönem var ama anıları ayrı bir yazının konusu olacak kadar renkli o döneme değinmeden biz Karafatma’mıza gelelim... O günler burası yüz kadar ailenin yaşadığı bağlık bahçelik bir yer. Tüm aileler suyumuzu Zaim Ağa’nın çiftliğinden çekiyoruz. İlk tanışma bu yorucu su taşıma yolculukları sırasında oluyor. Okul mu? Karafatma’da okul mu var, Karabağlar’ın sırtında Zincirlikuyu’da bir bağcı bağların arasındaki evini bağışlamış, Milli Eğitim’de bu evi ilkokul olarak kullanmaya başlamış... Bakla tarlalarının,meyve bahçelerinin,bağların arasından köpeklerden korkarak uzun bir yolu tepip oraya gidip geliyoruz. Demek bizi birbirimize bağlayan bir neden de köpeklere karşı korkunun neden olduğu dayanışma duygusuymuş. Bu sonraları duygu olmaktan çıkarak tüm çocukluğumuzu ve gençliğimizi saran bir gerçeğe dönüştü... Çok sonraları, ünlü 141 ve 142. maddeler kalkıp üzerimdeki ağır cezaların kadük duruma düştüğü 1991yılında,uzun bir hasretlik sonrası Türkiye’ye ilk döndüğümde kan kardeşim beni alarak, daracık yolların ve kocaman binaların arasında içinde birkaç dökümcünün çalıştığı neredeyse yıkılacak küçücük döküntü bir yere sokarak,burayı tanıdın mı dedi, nereden tanıyacağım,meğer o günler gözüme kocaman bir bina olarak gözüken okulumuz işte evlerin arasına sıkışmış minicik dökümcü dükkanıymış... Efendim, sonradan Yeşilyurt’a ilkokul yapıldı ama ortaokul yok... İş yine tabana kuvvet yürümeye kaldı. Karafatma dağını aşarak Üçyol’a, oradan da sanırım İzmir’in en uzun merdivenlerini inerek Karataş’a geliyoruz. Gelmesi bir dert değil de ya dönmesi?.. Bazen paraya kıyıp hiç değilse merdivenlerin yarısından kurtulmak için İzmir’in ünlü Asansör’üne biniyoruz...Tam merdivenler bitti derken ardından zorlu bir dağa tırmanma maratonu başlıyor... Neyse sayılı gün değil mi,geldi geçti... Geçti geçmesine de artık adı Yeşilyurt olan semtimizde lise yok ki... Haydii, bu kez de İzmir Atatürk Lisesi’ne gitgeller başladı... Biz ortaokulu bitirdik Yeşilyurt’a ortaokul yapıldı,biz liseyi bitirdik hemen sırtına Eşrefpaşa Lisesi yapıldı iyi mi... Daha ilkokul günleri... Gece karanlığında kalkılıyor, uzun bir yolu tepip şafağın ilk ışıklarıyla birlikte Konak’ta Arap Fırını’ndan simitler alınıyor ve o dönemde birçok çocuğun yaptığı gibi sese kuvvet bağırmaya başlanıyor: Simiiiiit Gevrekkkkk... Yazları iple çekiyoruz. Bize yürümek koyar mı?.. Hergün Kızılçullu Çayı’na... İyi güzel de bugün de düşünüyorum, kemerlerin birinci bölümünden aşağı suya atlamak hangi akla hizmetti diye, galiba kendini kanıtlama çabası... Yürümek birşey değil dedim ama o sıcakta asfaltın üzerine yayan basmak... Biz inanın yaz aylarında hiç ayakkabı giymezdik ki... Galiba romatizma denen illetin bize hiç bulaşmaması lazım... İkimiz de iyi yüzücü olmamızı galiba Kızılçullu Çayı’na borçluyuz. Biliyorsunuz bu çayın hemen sırtına genç Türkiye Cumhuriyeti Köy Enstitüsü yaptı.Bu geleneği sürdürmek yerine eğitimimizi imam hatipleştirenler ne yaptılar biliyor musunuz? Köy Enstitülerini kapattılar. Peki Kızılçullu Köy Enstitüsü binasını kapattıktan sonra ne yaptılar?.. Nato Üssü... Bu sözün bittiği yerdir... Neyse biz öykümüze dönelim... Hisarönü’nde bir dükkan. Orada yatıp kalkıyorum. Sabah erkenden çorbaları hazırlayıp doğru okula... Dönüşte de bulaşıklar yıkanıyor... Gündüzleri neyse de tüm esnaf gittikten, akşam Hisarönü adam kessen duyulmayacak bir karanlığa büründükten sonra birleştirdiğin taburelerin üstünde korkuya sarılarak uyumaya çalışmak... Herşey o kadar kötü değil di canım... Düşünsenize tam karşımızdaki dükkan Zuhal Yorgancıoğlu’nun dikim evi... Fırsat buldukça üst kata çıkıyorum,camdan cama orada çalışan küçük kızlarla birbirimizi kesip gülüşüyoruz... Bu kadar güzel kızın arasına düşmek de herkese nasip olmaz... Yıllar yılları kovaladı, lise dönemi de bitti ve kan kardeşimle bu kez İstanbul maceralarımız başladı. Ben Eğitim Enstitüsü’ndeyim o da Yüksek Denizcilik Okulu’nda... Yatılı okuyoruz.Biz onu hafta sonları bizim yatakhanede yatırabiliyoruz ama o bize bu kıyağı çekemiyor askeri olmasa da disiplini ağır bir okulda okuyor... Sonunda okullar ve öğrencilik bitti... O dünya denizlerini dolaşırken biz de hapishaneleri dolaşıyorduk... Ve geldik bugünlere... Yılların damıttığı dostluk ve kardeşlikle... Eh,kan kardeşim gelmiş,bir yazıyı geciktirmemi hoş karşılarsınız artık...
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|