|
Babama Mektuplar (2)Kategori: Babama Mektup | 10 Yorum | Yazan: Şule Sencer Töreci | 20 Ocak 2010 04:36:10 Sevgili Babacığım, Sana bu mektubu da tıpkı ilkinde olduğu gibi "ay" dan önceki son duraktan, Tasmanya'dan yazıyorum. Mektubumda elimden geldiğince politikaya bulaşmadan sana buraları anlatmaya çalışacağım. Acelesi mi var? Evet var. İlginç olduğu kadar tartışılacak pek çok şeyi de içinde barındıran bu güzel adada geçireceğim günler artık sayılı.
Bugün yazacaklarımı eğer Türkiye’ye bırakacak olursam Tassi’nin gönül koysa da “Bak arkamdan neler de yazıyor” diyemiyeceği kesin. Sonuçta böyle hissetse bile sesini çıkaramıyacak bir adacığa ben başka türlüsünü yapamam. Bu nedenle onunla hemen burada, şimdi yüzleşmeliyim. Tasmanya, ya da nam-ı diğer “Elma Adası” Avustralya kıtasının hemen güney doğusunda yer alan, neredeyse bizim Ege Bölgesi büyüklüğünde bir ada. Nufusu ise yalnızca 500.000. Dağları, ormanları, nehirleri, korunmaya özen gösterilen doğası ve kendisini çevreleyen Pasifik Okyanusu ile tıpkı bir cennet köşesi görünümünde. Anakara kadar sıcak olmadığından, öyle uçan köfte gibi karaböceklere de rastlanmıyor buralarda. Bir tek “canavarı” var o kadar. Hobart Tasmanya Eyaleti’nin başkenti. Şehir merkezini saymazsan genellikle bahçeli, tek ya da iki katlı evler çoğunlukta. Herbirinin çatısı bir başka renk. Bu renk cümbüşü kente doğal bir enerji pompalıyor. İyi ki de öyle yapıyor, neden dersen bu yavaş ve durağan kentin, enerjinin her türüne öylesine ihtiyacı var ki... Kentin doğusu ile batısını birleştiren Tasman Köprüsü, bildiğim köprülerin hiç birine benzemiyor.Çünki düz değil, bombeli. Köprüye hangi ucundan girersen gir önce bir yokuş çıkıp ardından inişe geçmen gerekiyor. Tıpkı Luna Park’taki bugi bugiler gibi. Bundan tam 35 yıl önce, 5 Ocak tarihinde bir şilepin çarpması sonucu üzerindeki arabalarla birlikte sulara gömülen köprünün onarımı tam 2 yıl sürmüş. O gün bugündür çözümü, gemi geçişleri sırasında köprüyü araç trafiğine kapatmakta bulmuşlar. Hobart her ne kadar bir deniz kenti görünümünde ise de, kirlilik nedeniyle dilediğin her plajdan denize giremiyorsun. Ancak sana yüzme olanağı sağlayanlar sende öylesine kocaman bir özgürlük hissi yaratıyor ki, “sırf bu duyguyu tadabilmek adına ta buralara kadar gelmeye değermiş” diyorsun. Denizde her ne kadar senden, çocuklardan köpek ve balıklardan başka kimseye rastlaman pek olası değilse de insanlar plaja gelmeyi seviyor olmalılar ki, çevre kumsalda koşan, ayaklarını suya sokan ya da güneşlenen kentlilerden geçilmiyor. Bunun nedeni hemen her Hobartlı’nın soğuk bulduğu denizi mi, yoksa köpekbalıkları mı bilemiyeceğim. Burada turist olarak bulunuyorsan, gördüklerinden etkilenmemen olanaksız. “Aman ne güzel de bir nehirmiş bu böyle” dediğinde, elbet tur rehberin söylemiyor sana Derwent’in çok yakın zamana kadar Dünya’nın en kirli 7. nehri olduğunu. Aslında buram buram tüten çinko fabrikaları ile, nehrin kenarına sıralanmış akaryakıt silolarını gördüğünde içine bir kuşku düşmüyor da değil hani. Yine de konduramıyor, hepsi de beyaza boyalı siloların Beyaz Saray ya da Ak Parti ne kadar temizse o kadar temiz olabileciğini düşünemiyorsun. Yat limanına inip rengi kömür siyahı “Ady Gil” e rastladığında; ki bu “Sea Shepherd Conservation Society” nin, Japon balina avcılarını caydırmak amacı ile kullandıkları teknenin ta kendisidir, için mutlulukla doluyor. Ancak yine tur rehberin, Bruny Adası’nda sana turistik gösterinin bir parçası olarak sunulan o Dünya güzeli fokların, Tasmanya’lı balıkçılar tarafından görüldüğü yerde “vur” emrini yasalaştırmak için ne çok çaba harcadıklarından da hiç söz etmiyor. Gerekçe mi? Foklar balık yiyiyorlar!!! Hele o hemen her yerde resimlerine, biblolarına rastladığın Tasmanya Kaplanı’nı ise hiç arama, soyunu ta 1930’lu yıllarda tüketmişler çünki. Ya da trans halinde o güzelim yağmur ormanlarına daldığında yine haberin olmuyor tabii o ağaçları da kesip satmak için muhalefetin iktidara nasıl da acımasızca saldırdığından. Ve daha da acısı Liberallerin lideri Tony Abbott’un bu konuda ne kadar çok taraftar topladığından. Dedim ya dinimizin adı “Para”, tapınmaya devam. Ana kıtadan Tassi’ye, işyerleri tarafından gönderilen çalışanların mahrumiyet zammı aldıklarını öğrendikten sonra, Tasmanya’nın, Avustralya’nın Çemişkezek versiyonu olduğunu anlamakta gecikmiyorsun. Bu birbirinden güzel iki kara parçasının da ortak kaderi kötü yöneticilerden kaynaklanıyor olmalı diye düşünüyorsun. Özellikle Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın benim burada olduğuma inanmasının tam 6 hafta sürdüğü düşünülecek olursa...Şaka etmiyorum, ben karşılarında duruyordum ve onlar israrla benim burada olmadığımı söylüyorlardı. “Ah” diyordum dışımdan “I wish”. Avustralya pasaportumla ilgilenmiyorlar, her şeyi bırak gördükleri bana inanmıyorlardı. Kayıtlarına göre ben Avustralya’ya giriş yapmamıştım. Nokta. Çünki pasaportumda damga yoktu. Oysa Melbourne Havaalanı’nda pasaportlarımızı optik tarayıcıdan geçirmişlerdi. Fahri’nin pasaportuna da ayni işlem uygulanmasına karşın o buradaydı, ben yoktum. Peki bu durum benim buradaki yaşamımı çok mu etkiledi? Elbette ki hayır. Ben ayni pasaportu kullanarak bankada hesap açtırmış, ehliyetimi yenilemiştim bile. Tek sıkıntı, ki buna da sıkıntı denilirse görünmez olmanın dayanılmaz hafiliği idi o kadar. Konuyu daha fazla kişiselleştirmeden, Tasmanya izlenimlerimin devamını Hobartlı’larla getireyim dilersen. Buranın halkı, hiç ummadığım kadar ırkçı çıktı biliyor musun? Özellikle her cuma akşamı ellerinde yumurta kolileri ile arabalara doluşan gençlerin, kendilerine hedef olacak Çinli ve Asyalı avına çıkmaları beni deli ediyor. Ancak, Tasmanya’lıların adalı psikolojisini de yabana atamıyorum. Adada doğup, adada büyümek bambaşka bir şey olmalı. Hele bir de geçmişleri düşünülecek olursa. Belki de zamanında kendi yaptıklarının, bir gün kendi başlarına da gelebileceğinin tedirginliği içindeler. Hani tıpkı senin dediğin gibi, “Ham iken yediğin hurmalar gün gelir içini tırmalar”. Ayni hesap. Nasıl ki, adaya iki asır kadar önce ayak basan “beyaz” ların ilk işi, tek bir tane bırakmamacasına tüm Aboriginileri yok etmek olmuşsa, kafalarının arkalarında benzer bir korku taşıyorlar belki de. İşte tam da bu nedenledir ki, Elizabeth Street’deki “Aborigini Kültür Merkezi” nin önünden her geçişimde, yerli halkı katledilen bir toplumda “bu ne ikiyüzlü bir yaklaşımdır” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Nerede ise bir yıldır buradayım henüz tek bir Aborigini’ye bile rastlamadım. Ancak kaderin cilvesine bak ki, Tasmanya’ya gelen göçmenlerin büyük bir çoğunluğu Somali ve Gana’lılardan oluşuyor. Neredeyse hemen her yerde karşına çıkıyorlar ki bu beni inanılmaz mutlu ediyor. Ne hoş, ne rengarenk giysili kadınlar onlar öyle, görünce içim açılıyor. Hele çocukları... Oyuncak bebeklermişcesine rengarenk boncuklarla bezeli saçları, kocaman gözleri ve bir mermer pürüzsüzlüğündeki tenleri ile öyle inanılmaz öyle sevimliler ki... Ha çocuklar dedim de, sana biraz da burada çalışmakta olduğum “ABC Çocuk Yuvası” ndan söz edeyim. Bu benim Tasmanya’daki deneyimlerim içinde belki de en heyecan verici olanı. Buradaki yuvalarda bizim ülkemizden oldukça farklı bir eğitim sergiliyorlar. Altını çizerek söylüyorum eğitim, öğrenim değil. Öğrenimi okullara bırakıyorlar ve çocuklara bıkıp usanmadan “teşekkür” etmeyi, “lütfen” demeyi, sabahları “günaydın”, akşamları ise “iyi akşamlar”ı sonsuza dek tekrarlatıyorlar. Bunun dışında çocuklarla bol bol oyunlar oynuyor, şarkılar söylüyor ve danslar ediyoruz. Tabii benim bu konuda, “bu en güzel çağda niçin bir yabancı dil öğretmeye yanaşmıyorlar, neden yaratıcılık geliştirme çalışmalarını es geçiyorlar” diye içim içimi yese de, (ki temel Fransızca öğretmeyi bile teklif ettim) bu kadar mutlu çocuğu bir arada görünce “belki de yanlış olan biziz” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Hele bu yaştaki miniklerin o yarım cümlelerini “thank you” ve “please” lerle süslemeleri o kadar hoş o kadar etkileyici ki . Şimdi tüm bunları yazıp da babaanneciğimden söz etmemem mümkün mü? Değil elbet. Senin de hatırlayacağın gibi o, “teşekkür” ya da “lütfen” ile de yetinmez, hemen ardından bir de “efendim” beklerdi. Bir kuru”teşekkür” ya da “lütfen” inimin ardından nasıl da hemen kaşlarını hafifçe kaldırıp gözlerini gözlerime dikerdi... Oysa bizde, çocuklar genellikle büyüklerinin dürtüklemesi ile bir “teşekkür” ü ancak lutuf ediyorlar şimdilerde. Annelerinin eteklerinin arkasına saklanıp “teşekkür” ederken de o kadar utanıyorlar ki... Bu da uzun vadede toplumumuza şu şekilde yansıyor doğal olarak, örneğin tıpkı senin gibi sahilde yürüyüşe çıkmış hiç tanımadığın birini “günaydın”ladığında, çoğu zaman karşındakini öyle bir şaşırtıyor öyle boş gözlerle sana bakmasına neden oluyorsun ki dediğine diyeceğini pişman oluyorsun “bak sabah sabah adamı da huzursuz ettim” diyorsun kendi kendine “Tüh”. Sana Tasmanya’yı anlatıyordum değil mi, bak laf lafı açınca taa Türkiye’ye kadar gittik. Tamam hemen geri dönüyorum. Burası gerçekten de çok güzel bir yer. Datça’dan da mı? Yok. O kadar uzun boylu değil. Ancak benzer pek çok yanları var. Örneğin burada da gördüğün her daldan rahatça bir elma, kayısı ya da kiraz kopartıp kimseye hesap vermeden yiyebiliyorsun. İnsanlar burada da Datça’lılar kadar özenli, (bak dikkat et turistler kadar demiyorum) yiyebildikleri kadar kopartıyorlar, yiyemediklerini alıp götürmeyi akıllarına bile getirmiyorlar. Ve...Evet, her ne kadar konudan kaçmak istesem de sana Port Arthur’u anlatmak zorundayım. Çünki burası ne yazık ki hala Hobart’ın en turistik yerlerinden biri. Ne yazık ki diyorum, çünki gezdiğin yer aslında eski bir hapishane. 1833 yılında yapılmış ve çok acı olaylara sahne olmuş. Her ne kadar şimdilerde dışı var içi yoksa da o negatif enerjiyi algıladıktan, kafes kadar hücre kalıntılarını gördükten sonra, nefesinin daralmaması mümkün değil. Kimler yatmamış ki burada, Londra’dan oyuncak aşırmış çocuktan gözlerini kan bürümüş canilere kadar. En genç mahkumun yaşı kaçmış biliyor musun? 7 (yedi) yazı ile rakam ile yalnızca yedi. Acımasızlığa bakar mısın? Böylesine güzel bir doğa parçasını nerdeyse lanetli olduğuna seni inandıracak en son olay da 28 Nisan 1996 da yaşanıyor burada. Martin Byrant adındaki bir çılgın, turistlerin üzerine otomatik tüfeği ile ateş açıyor. Sonuç 35 ölü, 21 yaralı. Port Arthur’u gördükten sonra, önceden hikayesini bilmediğim bir başka yere artık hiç kimse götüremez beni. Sözde turistik bir gezi yapmıştık, ancak kendime gelmem günler sürdü. Hatırlarsın, yıllar önce Roma’daki “Collesium” u da benzer nedenlerden ötürü görmeyi red etmiştim de sen bana kızmıştın. Neyse konuyu burada kapatıyorum. Gerçek Tassi ile başbaşa kalmak istiyorsan Hobart’ın dışına uzanmalısın. İşte bu doğa ile sarmaş dolaş olduğun, içinde kendini kaybettiğin, hani kollarının dallara, parmaklarının yapraklara, yüreğinin minicik bir serçeye dönüştüğü o büyülü an var ya, işte ona meditasyon diyorlar. Bir anda “Harikalar Ülkesi” nin Alis’i oluyorsun. Çevrende köstekli saatine baka baka telaşla yürüyen o beyaz tavşanı arıyorsun. Arabanın camından birbiri ardınca yemyeşil çiftlikler akıp akıp giderken, sen hiç gitmek istemiyorsun. Durup dışarı çıkıyorsun, beyaz çitlerin üstünden başını uzatmış bir ata selam vermeden geçemiyorsun, ya da hoplaya zıplaya yanına gelen bir kuzucuğa kayıtsız hiç kalamıyorsun. Çiftçiler inanılmaz dost canlısı. Şehirlilere hiç benzemiyorlar. Seninle iki çift laf etmek adına işlerini bırakıp hemen koşturuyorlar yanına. Bu küçük kasabalardaki evlerin pek çoğu da peri masallarından fırlamış gibi zaten, en genci yüz yaşında falan. Hepsi bakımlı ve bana sorarsan biraz da büyük burunlu. Ama hak ediyorlar inan, o kadar güzeller ki... Evet Kaf Dağı’nın ardından haberler şimdilik bu kadar babacığım. Umarım senin de çalışmaların iyi gidiyordur. Lütfen kendini çok yorma, babaannemle buluştuğunda bunları ona da okut olur mu? Mektubumda kendisinden söz ettiğimden haberi olsun istiyorum. İstiyorum ki bilsin, tıpkı “ Fa Bergé” gibi “Pompei” nin de farkındayım ve en sıkıntılı zamanlarımda beni yalnız bırakmadığı için de kendisine minnettar. Ha bir de lütfen , “Efendim”siz “teşekkür” etmemeye Şule hala özen gösteriyormuş” da de. Şule Sencer Töreci
Yorumlardilek kutzli
{ 28 Ekim 2010 19:54:31 }
Sevgili Sule,
Cok etkileyici... Tebrik ediyorum... Nermin'in Kizi ümit yılmaz
{ 24 Temmuz 2010 08:25:49 }
bu site bir felsefe ortamını bize sunmuyormu? yazılarınızda ne felsefe nede düşüncenin farklı biçimlerine rastlamadım....neden bu kadar zayıf bir yazım üslubu kullanıyorsunuz...anlaşılmayacağınızdanmı korkuyorsunuz....korkmayın ve yazın ...kendinizi daha özgür ve yetkin ifade edin...yetkin metinleri de anlayan bir kişiler grubu mevcut ve sanırım bu gibi felsefenin ön plana konulmaya çalışıldığı ortamlara daha yetkin ifadelerle yazılmış yazılar uygun olacaktır ..sizi kötülediğimi sanamayın..sizi daha yetkin olana yüreklendirmeye çalışıyorum..bunu başaracağınızı biliyorum..sevgiler
kadir odabaş
{ 26 Nisan 2010 03:54:03 }
Çok akıcı,sıkmayan,bir satırı bitirdiğinde öteki satırı merek ettirici bir sihir var sende Şule.Bu belki ankarada aynı semtlerde yaşamış olmamız aynı kaybolmuş güzellikleri özlememiz,aynı şeylerden şikayet etmemizden kaynaklanıyor.Ben çok ama çok eski bir dostum belki küçük DAYI olarak hatırlarsın.Çok etkilendim Benim Ankaramdan birşeyler karalayım dedim.Sevgiyle kal:))
Gozde Hankapi
{ 28 Mart 2010 03:54:36 }
Yazilariniz cok guzel... Devamini sabirsizlikla bekliyoruz
sebahat başarır
{ 25 Ocak 2010 12:08:43 }
Şule''ciğim, bu mektubunu da çok severek ve fakat oldukça hüzünlenerek hatta içim sızlayarak okudum. Sen ne harika bir insansın. O cıvıl cıvıl halinin altına gizlenmiş ne kadar yufka ne kadar naif bir yürek var sen de. Daha fazla yazamıyacağım. Ağlamak üzereyim. Seni çok seviyorum. Hep sevgiyle kal. Sebahat Başarır
ceylan
{ 24 Ocak 2010 04:26:04 }
bagimlilik yaratiyorsunuz
Ayfer
{ 22 Ocak 2010 08:25:12 }
Sevgili Sule,
Yazdiklarini hep takip ediyorum.. cok guzel.. lutfen yazmaya devam et.. cok optum.. saba
{ 21 Ocak 2010 19:57:28 }
sevgili sule, yureginize saglik.
daha kim bilir neler yazacaksiniz babaniza. bekliyoruz... mine
{ 21 Ocak 2010 03:46:13 }
'babama mektuplar' serine bayıldım, severek okumak bir okuyucunun en büyük hayali utkala ve mektuplarında yaşıyorum, teşekkürler sevgili şule sencer töreci,
Hayriye
{ 20 Ocak 2010 13:00:55 }
Cok guzel....Insani alip goturuyorsun simsicak duygulara, sevgilerle sarmaliyorsun.Sevilerek buyutulmek, sevmeyi ogretiyor ve sen onu o kadar guzel ve comertce veriyorsun. Tesekkur ederim canim, arkadasim oldugun icin..
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|