|
|
MABET-İNSAN (2)Kategori: Felsefe | 1 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 08 Ocak 2010 20:00:28 Tapınakların göksel bir prototipi var. O dönemde yeryüzündeki tapınaklar hiçbir zaman yine salt birer nesne ya da birer fonksiyonel yapı olarak kabul edilmemiş, onun göksel bir tasarımı olduğu ve bu göksel tasarımı yansıttığı kabul edilmiştir. Bu nedenle de kendinde aşkın bir gizemi ya da bir canlılığı taşıdığı ayrıca düşünülmüştür. Bunun çok güzel bir örneği Kutsal Kitapta vardır.
Sina dağında Yehova, rüyet yoluyla Musa’dan kendisi için bir mabet inşa etmesini ister ve mihrabının biçimini ona gösterir. “ … Konutu ve eşyalarını sana göstereceğim örneğe göre tıpatıp uygun yapın. -…Her şeyi saan dağda gösterilen örneğe göre yapmaya dikkat et” (Tevra; Mısır’dan Çıkış 25/ 9, 40) Musa, aldığı bu emri bir Çadır olarak gerçekleştirmiştir. Musa’nın Toplanma Çadırı ya da Tebernakıl(Mişkan: Mesken) dedikleri ve Kutsal Çadır olarak nitelendirilen bu yer aslında Mısır’dan çıkıp Filistin’e kadar giderken sürekli göçte merkezi oluşturan bir tapınaktır. Çadır tapınağa yüklenmiş olan kutsallık ve tanrısallık onda birtakım nesnelerle gösterime çıkmıştır. Örneğin çadırın içindeki renkler gelişi güzel seçilmemiştir. Belli bir renk çeşidi vardır. Belli desenler, belli melek biçimleri ve kutsal maketler, kutsal sandık modeli üzerinde Kerrubi denen melekler ve buna benzer birçok öğe taşımaktadır. Oradaki her öğe aslında nesneleştirilmiş dışa vurulmuş, gösterime çıkmış fakat kendisinde kendini aşan bir değeri gösterenler olarak bulunur. O, işlevsel olarak kendisi neyse o değil, aslında işlevi aşkın (transandans) ve gizlenmiş durumda. Bir mabedi mabet yapan tam da bu özelliktir. Tabernakıl incelendiğinde, bu aşkın boyutu ele alındığında ve tarih içinde bu gelişimi giderek insana doğru yönelten izi izlediğimizde Tabernakıl’ın insan bedeni olduğunu fark ederiz. Bu kendi öz anlatımında da var, giderek o çadır Davut’ta projelendirilmiş, çadırın kendisi olduğu gibi bir proje olarak kabul edilmiş ve onun inşasına, yerleşik olmasına karar verilmiş. Yani gezgin olan mabet artık yerleşik bir mabet olma tasarımıyla Davud’un projesinde ortaya çıkmış. Ancak kral Davut bu projeyi gerçekleştiremiyor ve bu iş oğlu Süleyman’a kalıyor. Böylece çadır mabet tasarımı yerleşik bir yapıya dönüştürülüyor. Mabet içindeki zorunlu simgeler, mabedi mabet yapan ritüelin o zorunlu simgeler altında yapılmasını anlatıyor. Yani bir disiplin var burada; o disiplin de, “bir insan kendini aşan transandans bir bağ kurabilme özelliğini ancak böyle bir ritüelik yapı içinde kazanabilir” yargısını anlatmak için. Çadır artık gezgin mabet değildir, yerleşik olduğundan insanları kendine çeken bir merkezdir. Merkez mabet neyi simgeliyor? İnsanların kendilerini aşarak, aştıkları tinsellikte birbirleriyle buluştukları bir ütopyayı söylüyor ve bu ütopya artık belli bir anlatımı kazanabilmek ve belli bir merkezi kazanabilmekle merkez oluyor. Süleyman mabedinin somutlaşmış örneği, daha doğrusu göksel olanın, somutlaşmış Süleyman mabedi örneği bir medya, bir aracı, bir ara geçiş özelliği taşıdığını söylemek olanaklıdır. (Ayasofya mabedinin İsa’nın bedeni olduğu kabul edilir). Bu, şu demektir: Mabede giren, bu kez o aşkın tinselliğe geçiş yapmıştır. Yani seküler, dünyevi olandan, kendini aşan ve diğer her insanda, her nesnede kendini aştığı kabul edilen ve onun oluşturduğu tinsellik alanına geçiş bu mabedin kapısından girmekle olanaklıdır. Nedir o? Ne zaman olursa olsun o mekân, o zorunlu öğelerin, simgelerin gösterimi içindeki mekân, zamanı dondurmuştur. O hep aynı zamandadır yani yaşam ritimlerinin oluşturduğu zamanları değil. O kendi simgesel zamanını koymaktadır. Dolayısıyla o mekâna giren herkes o zamanı tinsel olarak kendisinde, diğerleriyle paylaşabilmek ve içselleştirebilmek olanağını taşımaktadır. Veya daha sonra kendisinde görünüşü çıkacak olan sanatsal dışa vurumların o içselleştirme öğesiyle ortaklaşa bir değer taşıyacağı sezilir. Başka biçimde anlatılırsa sanatsal üretimlerin kendilerinin de aşkın olduklarını, kendilerini aşkın boyutta bir tinsellikle bağ kurdukları ve dolayısıyla kendilerinde bir canlılık bir anima taşıdıkları özelliği görülür. Onun için ki o sanatsal büyü, sanatsal nesnenin kendisine çeken güç, insanın onu üretirken kendini aşkın bir durumdayken yapmasıyla ortaklaşalık taşıyor. Kendini aşan insanın bağ kurduğu aşkınlık herhangi bir şey de değil, sadece kendi aşkınlığıdır. Orada evrensel kozmik yaşamın oluşumunu sağlamış oluyor. İkona özelliği de bu anlamı taşıyor. Mabetle buluşmak, o alanla buluşmak olduğu gibi, ikona ile buluşmak da ikonanın aracılığıyla o transandans alanla buluşma özelliğini taşıyor. Bir çeşit geçiş. Aslında o bir simge, çünkü ortaçağda İsa Tanrının oğludur ve giderek Tanrıdır, Tanrıyla bir bütündür. İsa; “ben hakikatin kapısıyım, hakikate benden geçilir” demiştir. O zaman İkonanın bizi götürdüğü simgesel alanlardan bir tanesi İsa’nın bedeni. Ama İsa’nın bu anlatımında kendi bedeninin de simge olması yani o da, kendisi de bir ikona. Dolayısıyla oradan bir geçiş, Tabernakıl’ın, Süleyman’ın mabedinin, İsa’nın kendisi olduğu. O zaman merkez dediğimiz, yaşamın merkezi, yaşamı anlamlı kılan, dolayısıyla merkez bir dairenin merkezi gibi düşünülürse burada yeterli bir bilgi veremez. Bu merkez öyle bir merkez ki aynı zamanda yaşamın ereği, nasıl bir merkez bu? Bu merkezi nasıl kavramak lazım; bir şeyin merkezinde durmak ya da çeperinde durmayı anlayabiliyoruz ama bu geometrik anlamda nasıl bir anlam taşır ki, öyle bir merkez ki yaşamın merkezi olmaklığa gittiğinizde orada yaşamın ereğini bulasınız, sanki saçma bir ifadeyle merkez üstü merkez. Çünkü merkezi merkez yapan, merkezi anlamlı kılan, aslında onun ereği. Soru: Ruha ulaşmak gibi bir şey mi bu? Tabi terim olarak burada ruhtan ne anladığımızla ilgili olarak bunu söylemek olanaklı, yani ruh kavramına ne yüklediğimize bağlı. Eğer ruh kavramına; bireysel olan, kozmik olanın bir insanda bulunan parçası ya da onun hologramı, parça değil de bütünsel yansıması düşüncesi ise, bir bakıma evet. Uzak doğuda Atman kavramı var, bireysel ruh ama bu bireysel ruh öyle bir ruh ki ona döndüğünüzde, onla buluştuğunuzda aynı zamanda kozmik olanla buluşmuş olursunuz. Yani Atman aynı zamanda Brahman’dır. Brahman, kozmik olan, tüm evrende var olan, Atman, yalnız bir bireyde var olan ve bu birey kendi Atman’ına kavuştuğunda yani zihinsel ve algıların getirdiği engellerden kurtulup arı duru kendine döndüğünde, bu kendine dönüş, kendi kimliğini aşarak, kişiliğini aşarak, kendindeliğine ulaşırsa oradaki Atman, Brahman’la aynı şeydir. Örneğin Hegel’in Uzakdoğu felsefesi üzerine yaptığı spekülasyonlarda Nirvana’yı ele alış biçimi budur. Der ki “Hint kültürünün, Hint inanışının en yüksek kavramı Nirvana’dır. Nirvana saf bir kavramdır. Onu kavrayan için o saflık, o arılık varlıktan başka bir şey olamaz” der. Varoluş değil varlık, yani Nirvana varlıktır; aslında Nirvana Hiçlik biliyorsunuz. Hegel der ki; “bu karşıtını içeren bir kavramdır. Bir bilinç kendini saf, arı, saltık bir durumda kavrıyor demek, kendi varlığını kavrıyor demektir”. Aslında Dekart’yen düşüncenin düşünce yöntemi olmaksızın, duyumsama yoluyla gerçekleşmesinden başka bir şey değil bu. Zaten orada da der ki; “tinsel olanın dinamiğini bulmuştur ama orada kalmıştır (Uzakdoğu için), oradan olumlu tinin üretilmesine yönelmemiştir” der. Başka deyişle Nirvana’dan (sıfıra gitmek) o tinsel olanın kurulmasına yönelmek gerekmektedir der ve kendi kavramsallığını o yönde tine doğru, Geist’e doğru götürür. Merkez sorunu, merkeze gittiğinizde, merkezde ereği bulmak ya da ulaştığınızda ulaşılması gerekeni bulmak gibi bir şey anlatıyorum. Soru: Tanrı İsa’nın kılığına girer, İkona olarak ortaya... Bu Ortodoks düşünce Tanrı İsa’da, somut olarak İsa’da ortaya çıkmıştır. O zaman tanrı İsa iken özelliğini yitirir, tanrılaşır, bir başka bakış açısıyla İsa önce tanrıdan ayrıdır, kutsanmamıştır. İncilin içinden anlatıyorum, “daha taziz edilmedim der”, izzetlendirilmemiştir, sonra giderek taziz edildiğini kendi edimlerinden kavrar. Bir gün bir körün gözünü açar, ne demekse bu, akıl gözünü mü açıyor, gönül gözünü mü açıyor yoksa hakikat gözünü mü açıyor her neyse, simgesel olabilir veya gerçek (reel) olabilir, biz simgesel olduğunu düşünerek söylüyoruz. O göz açma olgusunun arkasından sorar gözünü açtığı kişiye; senin gözünü kim açtı? O da der ki, ancak Rab olabilir. O zaman İsa koşarak mabedin dışına çıkar ve o ünlü sözünü söyler; “göklerdeki baba ve ben birim”. Taziz edilme bu, burada tanrı mı İsa’ya gelmiştir, İsa mı tanrıya gitmiştir? Tanrı ile İsa aynı şeydi de orada mı İsa fark etti?. Tanrılığı gibi birçok spekülasyonlar yapılmıştır ama ikona özelliği olabilmesi; kendisine gittiğimizde kendisinde olması gerekeni ya da erişilmesi gerekeni görmemiz anlamındadır. Bu neye benzer? Bir kuram gibi düşünelim, bütün ütopyalar öyledir, Tarihte ünlü ütopistler var. Örneğin Campanella, T. Moore, Bacon, Platon, Marks var, Muhammet var. Cennet ütopyadır, öteye koyar ve bu, ulaşılması gerekenin şimdideki tasarımıdır. Çünkü Kuran’da “Meselün Cennetün” der yani misal olarak cennet, misal olması o meselle bir ütopyayı şimdide göstermeyi anlatıyor. Peki, biz meselle ya da o tasarımla buluştuğumuzda gerçek bir şeyle mi buluşuyoruz? Hayır, bizim o tasarımla buluşmamız olmadan önce olsun diye bilinçlenmemiz amacını taşır. O zaman Süleyman’ın mabedine girmek, kendi dünyevi zamanını aşmaktır. Ve o aşkın zamanın daha doğrusu zamansızlığın bir anlamda, çünkü zaman ritimlerinin kaldırıldığı her durumda o zorunlu mabet zorunluluğu atmosferi, simgelerin uyardığı tasarımsal imgedeki dünya ki kutsanmış olan o dünyada ama dünya tarafından içerilmiş ama dünyada gerçekleşmemiş olarak. Bu merkezin kaçma noktasında, merkez kaçtı umuda gitti. Pavlus bunu der; “bizi emin kılan umudumuz yani imanımız umudumuzdur”. Umuda bağlanma imandır. Çünkü gösterimde bulduğumuz olmamıştır, bir anlamda bu Milenyum sözü de bununla ilgilidir. ….
Yorumlarümit yılmaz
{ 29 Ocak 2010 22:32:56 }
Metin bey in hem yazılarını hem de konuşmalarını dikkatli bir şekilde incelmek gerekiyor.Son derece yetkin bir üslubu olduğundan çoğu kez o yetkinlikten pek de payımızı alamayarak ilerlemeyi seçebiliriz.Bu durumda ifade edilmek istenenin öylesine ufacık bir bölümünü ele alırızki ,sanırım hiç okumamak çok daha sağlıklı bir tavır olacaktır.Defalarca aynı metin üzerinde çalışmama rağmen her seferinde yepyeni şeyler keşf ediyorum .Ülkemiz adına büyük bir kazanç olan bu güzellikten sonuna kadar yararlanmalıyız.Sanırım arkadan gelen başka biriside yok .Benim önerin lütfen yazarak okuyun
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|