|
Yaşar Kemal'i ruhçözümsel açıdan anlamaya çalışmak.Kategori: Kul / Özerk Benlik | 1 Yorum | Yazan: Prof. Dr. M. Orhan Öztürk | 06 Ocak 2010 02:56:13 Yaşar Kemal'in yaşam öyküsü ve yaratıcılığı, kanımca, özerk benlik gelişiminin görkemli bir örneğidir. Yaşar Kemal'i tanımak, onunla dost olmak benim için büyük kıvanç, onur kaynağıdır. Edebiyatçılar Derneği 21-23 Mayıs 1993'te "Yaşar Kemal günleri" konulu bir toplantı düzenlemişti. Bu toplantıda sunulan konuşmalar "Yaşar Kemal günleri" adı ile yayınlanmıştır.
17-19 Nisan 2003’te İstanbul Harbiye Kültür Merkezinde yapılan “Travma ve Yaratıcılık” konulu sempozyumda düzenlenen bir oturumda Yaşar Kemal, Prof. Dr. Vamık Volkan, Prof. Dr. M. Orhan Öztürk ve Doç. Dr. Ayla Yazıcı konuştular. Yaşar Kemal o günkü konuşmasında, insanlık, doğa ve sanat üstüne görüşlerini büyük içtenlik, coşku ile anlatmıştı. Bu oturumda sunmak üzere 1993’teki “Yaşar Kemal Günleri”ndeki bildirimi genişletmiş, yeni bir bildiri hazırlamıştım. Bildiriyi bu kitabın okuyucuları ile paylaşmak istedim. Değerli dinleyiciler, burada Yaşar Kemal’le birlikte oturmak benim için büyük bir onurdur. Bugün bu toplantıda, nasıl bir dev adamla birlikte olduğumuz duygusunu daha baştan bir miktar yakalayabilmek için, kendi bildirime geçmeden önce Yaşar Kemal’in bir romancı olarak konumunu doğru belirleyen kısa bir alıntı yapacağım: “...Yaşar Kemal de Türk romanının simgesidir; tıpkı Tolstoy ve Dosteyevski’nin, Stendhal ve Balzac’ın, Kafka’nın, James Joyce’un, Virginia Woolf ve Faulkner’in kendi ülkelerinin ve dillerinin simgeleri olması gibi. Yaşar Kemal çağımızın, bütün roman çağının en büyük yazarlarından, ustalarından biridir...Türk edebiyatı onun büyüklüğünü kavradıkça ve benimsedikçe, onun büyüklüğüne alıştıkça kendine güven kazanacak ve evrensel saygınlığına ve yaygınlığına kavuşacaktır....” (Ö.İnce 2002, sf. 12). Yaşar Kemal ile kişisel ilişkim 1964 yılında “Yer Demir Gök Bakır” üzerine Forum Dergisi'nde yayımlanan bir yazım ile başladı. Bu yazıda Yaşar Kemal'in “Yer Demir Gök Bakır”da büyük bir yazar olması yanı sıra, ruhbilim, toplumsal ruhbilim, toplumsal insanbilim (antropoloji) açılarından olağanüstü duyarlı bir araştırıcı olduğunu belirtmeye çalışmıştım. Yer Demir Gök Bakır’da Yaşar Kemal, insanoğlunun bireysel ve toplumsal düzeyde ağır bunaltılara girince, kullandığı savunma düzeneklerini tanımlıyor; inançların, mitlerin, dinlerin kökenine ve işlevine güçlü bir ışık tutuyordu. Bu romanın, ayrıca, insandaki bunaltı yaşantısının (angst, anxiété) ve buna karşı savunma düzeneklerinin çok değerli görüngüsel (fenomenolojik) bir incelemesi olduğunu da düşünüyorum. Zamanla, bu büyük yazarın, insanoğlunun zengin bilinçdışı içeriğini çok iyi tanıyan, bunları bilinçli duyarlılık içinde yapıtlarına aktarabilen bir kişi olduğunu daha iyi anladım. Aradan yıllar geçti, bir gün Hacettepe Hastanesindeki odama heybetini hemen algıladığım bir kişi girdi, "Beni tanıyor musun Orhan ağa?" dedi. O anda Yaşar Kemal'lekarşı karşıya olduğumu anlamış, heyecanlanmıştım. Forum’da çıkan yazım nedeniyle benimle tanışmak istemişti. O günden beri bu candan dost selamı ve yakınlığı yaşamımda onur verici bir anı olarak saklarım. 1992 Eylül sonunda, Fransa'ya gitme hazırlığı varken, bizi kırmadı, Ankara'da yapılan Ulusal Psikiyatri Kongresi'nde unutulmaz bir konuşma yaptı. Dünyaca ünlü birçok bilim adamının konuşmacı olarak katıldığı bu Kongre'nin son günü, son saatinde Yaşar Kemal bilimsel bir topluluğun ilgisini, heyecanını doruk noktasına ulaştırdı. Bu konuşmasında Yaşar Kemal kendi çocukluk anılarından örnekler vererek "korku" konusunu işlemişti. Kongre sırasında onun açık yürekli, sevecen, dost yanını, inanılmaz bellek yetisini, algılama gücünü daha iyi gözlemleme olanağını buldum. Bu bellek ve algılama yetilerine ilerde gene değineceğim. Daha baştan şunu söylemek isterim: “Yer Demir Gök Bakır” ve “Ölmez Otu” romanlarından beri hem biçem, hem içerik bakımından olağanüstü bir romancı ile karşılaştığımdan hiç kuşkum olmadı. “Yer Demir Gök Bakır”ın yayınlandığı yılda, “Sineklerin Tanrısı” ile İngiliz romancısı William Golding Nobel Ödülünü almıştı. Golding bu romanında, Yaşar Kemal de “Yer Demir Gök Bakır’da, bir bakıma aynı temayı işliyorlardı: Korku ya da bunaltı ve Tanrı inancının, dinlerin kökeni. “Sineklerin Tanrısı” ve “Yer Demir Gök Bakır”, hem biçem, hem içerik bakımından karşılaştırıldığında, ödülü Yaşar Kemal’in alması gerekirdi diye hep düşünürüm. Onu izleyen yıllarda, Yaşar Kemal’in dili, anlatımı, konuları işleyiş biçimi ve işlediği konular benim için bir tutku oldu. Burada açıklamaya çalışacağım çıkarsamalar ve yorumlar onun birçok kitabına, özellikle Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu, Üç Anadolu Efsanesi, Yılanı Öldürseler, Ağıtlar, hepsinden de çok "Kimsecik" üçlüsü (Yağmurcuk Kuşu, Kanın Sesi, Kale Kapısı) romanlarına dayanır. Yaşar Kemal'in yapıtlarının yanı sıra, Fransız ozanı Alain Bosquest ile yaptığı konuşmaları içeren kitap, onu bir kişi olarak da az çok inceleyebilme olanağını sağlamaktadır. Ancak, büyük sanat adamlarının yapıtlarından, yaşam öykülerinden, onların kişilik yapılarını ya da yaratıcılıklarının gerçek kaynaklarını tümüyle değerlendirebileceğimizi sanmıyorum. Konuya tanıbilim (nozoloji), yani kişiliğe bir tanı koyma açısından bakmanın anlamı, yararı olamaz. Ben onun kişiliğinin yaratıcılıkla ilgili olabileceğini düşündüğüm yanları üzerinde görüşlerimi açıklamaya çalışacağım. Bu görüşlerim psikanalitik kuram çerçevesindedir. Konuya nozolojik, yani kişiliğe bir tanı koyma açısından bakmanın hiçbir anlamı, yararı olamaz. Şunu açıkça bilmenizi isterim ki, ben bir Yaşar Kemal uzmanı sayılamam. Kanıma göre, böyle bir uzmanda geniş bir dil, tarih, toplumbilim, insanbilim, roman, öykü ve destan bilgisi yanı sıra, bireysel ve toplumsal psikolojiyle, psikanalizle yakın bir tanışıklık olması gerekir. Yaşar Kemal'in çok önemli bir özelliğinin güçlü bilişsel, duygusal donanımı ile kendisini çocukluğunun, bilinçdışının zengin evrensel derinliklerine bırakabilme, psikanalitik dilde "benliğin hizmetinde gerileme"(Kris E 1952) diye bilinen bir süreci sıklıkla, rahatlıkla kullanabilmesi olduğunu düşünüyorum. 1993 yılında yapılan Yaşar Kemal Günleri toplantısındaki konuşmamda bu süreci açıklamaya çalışmıştım (Öztürk, MO 1993). 2002 Mayısında Yaşar Kemal’e Bilkent Üniversitesince onursal doktora vermek için düzenlenen sempozyumda ozan Özdemir İnce gerçeğin bu görüşüme uymadığını, çocukluğu çok acılarla dolu bir kişide “....Böyle bir ışınlanma ve çocukluğa özlem” olamayacağını belirterek şöyle diyor: “Evet Yaşar Kemal çocukluğa ve bazen de kendi çocukluğuna ışınlıyor kendini, başka bir deyişle çocukluğun donuna giriyor, çocukluğu içeriyor ve onun tarafından içeriliyor. Bunu kendiliğinden, bilinçsizce, istemdışı yapmıyor, tam tersine bilerek, bilinçle ve istemle yapıyor; bunu çocukluk tarafından fethedilmek için değil çocukluğu fethetmek için ....şimdiyi ve geçmişi eşzamanlı yansıtmak ve yazmak için...” (İnce Ö,2003). Görüyorsunuz ki temelde bir görüş ayrılığımız yok. O konuşmamda patolojik gerileme ile benliğin hizmetinde gerileme kavramları arasındaki ayrıma yeterince açıklık getirmemiş olabilirim. Ruhsal bozukluk anlamında gerileme (regression), belli bir yaşam dönemindeki başedilemeyen bunaltı nedeniyle benliğin (egonun) daha önceki gelişim dönemlerine gerilemesi türünden bilinçdışı bir savunma düzeneği olarak tanımlanır. Yetişkin insanda böyle bir gerileme çocuksu davranış, düşünüş belirtilerinin ortaya çıkması demektir. Yirminci Yüzyılın ortalarında Ernst Kris’in (1952) tanımladığı “benliğin hizmetinde gerileme”de ise, böyle bir savunma amacı olmayıp, sanatçının benliği ile geçici sürelerle, denetimli biçimde çocukluk çağına, bilinçdışına, altbenliğe inebilmesi, altbenliğin, bilinçdışının zengin içeriğini benliğe taşıması, kazandırması söz konusudur. Bu süreçte benlik hastalıklı gerilemede olduğu gibi güçsüzleşmez, yoksullaşmaz, çocuklaşmaz; tersine, altbenliğe bağlı enerji benliğe yüklenir, altbenlik türevleri büyük oranda denetim altında tutularak, bilinçdışı birikimin bilinçlenmesi sağlanır. Psikanalitik sağaltım sürecinde de işe yarayabilen bu benlik yetisi ile sanatçı, altbenliğin, bilinçdışının derinliklerindeki evrensel nitelikli yaşantılara inebiliyor, bunları kendi sanat alanındaki ürünlere dönüştürebiliyor. “Benliğin hizmetinde gerileme” kavramının içinde, bilinçdışının, birincil düşünce sürecinin özelliklerine inebilmek olduğuna göre bunların kanıtlarını Yaşar Kemal’in yapıtlarında görmek gerekiyor. Bilinçdışı ruhsal süreçler, sözcüklere kolay dökülemeyen söz öncesi algıları, dürtüleri, sezileri, duyuları, duyguları içerir; birbirine karşıt eğilimler, dürtüler, duygular aynı anda birlikte bulunabilirler; geçmiş zamanlar, yerler, olaylar iç içedir; değişik zamanlarda, yerlerde yaşanmış olaylar düşlerde olduğu gibi eşzamanlı, tek bir yerde birlikte bulunabilirler. Anılarda, düşüncelerde neden-sonuç bağlantılarına gerek kalmaz. Bir çok istek, dürtü, duygu ya da düşünce tek bir imgede, tek bir düşüncede yoğunlaşabilir. Bilinçdışı bir anının gerçekte yaşanmış ya da yaşanmamış olmasının değeri yoktur, ruhsal gerçek dış gerçeğin yerine geçebilmektedir. Freud'un tanımladığı bu özelliklere bir de Jung'un tanımladığı toplu bilinçdışı (collective unconscious) kavramını eklemek gerekir. Buna göre insanın bilinçdışında arketipler olarak adlandırılan evrensel simgeler bulunmaktadır. Kuşaktan kuşağa geçen bu ortak bilincin simgeleri insanoğlunun düşlerinde, başka çok değişik anlatım ürünlerinde (masallar, destanlar, türküler, ağıtlar, dokumalar...) görülebilir. İşte saydığım özellikleri taşıyan, bilinçdışına özgü olan bu düşünce biçimine birincil süreç düşünce (primary process thinking) denir. Bilinçdışının bütün bu özellikleri Yaşar Kemal'in sık sık coşku ile bizi içine daldırdığı düşlerde, düşlemlerde, masallarda, çocukların oyunlarında, korkularında, çocukların, yetişkinlerin olaylar üzerine kurdukları öykülerde, dağ, mağara, kuş, kartal, at, köpek, çiçek, arı anlatımlarında bol bol görülebilir. Bunlarda yer yer geçmiş zaman ile şimdiki zamanın iç içeliğini, olayların içinde birçok yan olayın yoğunlaştığını, kişilerin, eşyanın çok değişik simgelerle tanımlanabildiğini, zaman zaman da neden sonuç bağlantılarının birbirine geçtiğini, düşle gerçeğin sınırlarının silikleştiğini görürüz. Ve şaşarız Yaşar Kemal bunları nereden, nasıl yaratıyor diyerek. İşte, hem doğuştan gelen, hem gelişme sürecinde kazanılmış olan bilişsel, duygusal yetileriyle birlikte, benlik hizmetinde gerileyebilmeyi de bir yetiye dönüştürmesi ve kullanabilmesi iledir ki Yaşar Kemal, olağanüstü bir coşku, bir tutku içinde öykülerinin, romanlarının biçemini, içeriğini oluşturabiliyor. Yaşar Kemal’in kendisi bu gizemini şöyle sorgulayarak açıklıyor (Bosquet A 1994): “...Bütün anlatma isteklerimin baş sebebi bu olmasın? Beni okuyanlarla, sizin de dediğiniz gibi, onların alt bilinciyle, çok derinlerden gelen, çok altta, ya da yüzeyde bir buluşma isteği olmasın?.... İnsanların derinliklerindeki bileşik bir psikolojiyi düşünmek o kadar da aykırı bir düşünce olmamalı. Üç bin yıl önce atıp da, bizi bugün vuran sanat gerçeğinin insan gerçeğine varması, bu bileşik psikolojiyi iyi kavramış olması, anlatması değil mi? .....Babamın katilini bile anlamaya çalıştım yıllar yılı. Bu adam bu işi niçin yaptı diye daha da araştırıyorum, bıkmadan usanmadan....”sf. 179. “....Benim işim, şu büyülü dünyayı, şu büyülü dünyadaki olanı biteni anlatmak. Doğanın, insanın gerçeğine, anlatımın büyülü gerçeğine, sözcüklerin büyüsüne kapılıp gitmek. Bu büyülü dünyanın gerçeğine gerçekten daha çok gerçek eklemek... Bizde büyük bir ozan vardır. 13.yüzyılda yaşamış Yunus Emre’dir bu. Diyor ki bir şiirinde: “Bir ben vardır bende benden içeri”. Ben de diyorum ki, gerçek vardır, gerçeklerden içeri. Büyü vardır büyülerden içeri.” Sf. 192. “O, bilinmeyen yanımıza, yanlarımıza yaratıcılığımızla varabiliriz gibime geliyor.” Sf. 204. Bunun yanı sıra, bilinçdışının bir de içeriği var. Psikanalizin ana buluşlarından biri şudur: İnsanoğlunun en önemli serüvenleri çocuklukta yaşanmaktadır. Yaşar Kemal'in romanlarında çocukluğa özgü yaşantıları bolca görüyoruz. Örneğin, "Kimsecik" üçlüsünün asıl kahramanları olan çocuklar, korkuları, oyunları, uçsuz bucaksız düşlemleri, ikilemleri, tutkuları, değişik kişilikleri ile çocuklar, bu üçlü romanın önemli kesimini oluşturuyor. Bu üstün yapıt aynı zamanda kendi başına korkunun, bunaltının görkemli bir görüngüsel incelemesidir. “...Romanlarımda hep korkunun, korktuklarımın üstüne yürüyen insanlar bulacaksınız. Ben hep korkunun, korktuklarımın üstüne yürürüm. Bu, benim huyumdur sanıyordum. Sonra öğrendim ki, çok insanın da huyuymuş...” Yaşar Kemal, az sonra kendi dilinden açıklayacağım gibi, çocukluğunda, bizim örseleyici (travmatik) diye niteleyebileceğimiz çok olaylar yaşamış. Ancak, bu olaylar onun için ne denli örseleyici olursa olsun, bu örselenmeler onun kişiliğini daraltmamış, kısıtlamamış, öfke ve kinle doldurmamış. Tersine O, daha ilk çocukluk yıllarında anababasının ona sağladığı sevgi, saygı ve güven ortamında özerk benlik duygusunu kazanmış; çocukluğunun acılarını yaşarken, bu acıların üstesinden gelebilmek için gerekli donanımı sağlayacak ilgilerle, uğraşlarla kendine derin bir insan ve doğa sevgisi yanı sıra yaşamın gizemini, büyüsünü sorgulama, anlatma tutkusu ile dolu zengin bir dünya oluşturmuş. Kanımca Yaşar Kemal'in çocukluk çağı üzerinde böylesine durması, onun insanın iç dünyası ile, özellikle bilinçdışının ruhbilimi ile ne denli ilgili olduğunun açık kanıtıdır. Çoğumuz çocuğun kişiliği, ruhsal yapısı ile ilgilenebiliriz. Ama çocukluk çağının karmaşık düşünsel, duygusal yaşantısına inerek insanın evrensel psikolojisini yakalamak, bunları sanat yapıtına dönüştürmek başka bir iş. Bu toplantının sınırlı süresi içinde bu zengin içeriği değişik örneklerle tanımlamak olanak dışı. Ama, çocukluğu ve geçirmiş olduğu örseleyici denebilecek olaylarla ilgili olarak bakınız Yaşar Kemal neler söylüyor (Bosquet A 1994): “...Ben dört buçuk yaşındayken, babam camide namaz kılarken onu, Vandan gelirken ölümden kurtarıp besleyip büyüttüğü Yusuf adındaki oğulluğu yüreğinden bıçakladı. ....Ben babamın camide, o, namaz kılarken yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım. Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Kitap okurken, okur yazar olduktan sonra, hiç kekelemedim.... Babamın ölümüne uzun yıllar inanmadım ve onun mezarına hiç gitmedim. Uzun yıllar mezarlığın yanından bile geçmedim. Öldüğünden dolayı da ona derinden kırıldım, küstüm. Herkesin babası yaşarken benim babam neden öldürülmüştü, bunu da bir türlü anlayamıyordum....” sf. 34-35 Bu yaşlarda bir kurban kesilirken bıçağın kayarak gözüne değmesi ve bir gözünün kör oluşu... Çok yakın arkadaşı ve ustası Aşık Mecit’in ilkokul beşteyken ölüşü. “...babamın ölümünden sonra en büyük acımla karşılaştım. Bütün bir yıl, nasıl olur, nasıl olur, diye söylendim durdum. Onun üstüne çok ağıtlar yaktım, duyanı ağlatan.” ...ünlü destancı Aşık Rahmi ile karşılaşması. Aşık Rahmi’nin “Benim Karacaoğlan gibi bir aşık olacağımdan hiç kuşkusu yoktu.” Sf. 38. “...Çocukluğumun dünyası anlatılamayacak kadar zengindi. Doğada her yaratık, her renk, koku beni sevinçten delirtiyor, kendimden geçirtiyordu. Durmadan türküler söylüyordum. Köyde adımı Deli Kemal koymuşlardı....” sf. 47. ....”Büyük destancıları, bizler de büyüklerle birlikte, sabahlara kadar dinliyorduk. Kimse bize bunlar çocuk, büyük destanları anlayamaz demiyordu. Ve ben çocukluğumun kırallığında hiçbir engel tanımadan dolaşıyor, canımın istediğini istediğim gibi yapıyordum...Hiç kimse istediğim hiçbir şeye hiçbir zaman engel olamıyordu....Bir gün bakmişsın Savrun kıyılarında mor yarpuzların arasında, bir gün bakmışsın yörük çadırlarındayım. Elimde yörüklerce bana armağan edilmiş bir şahin, bir doğan, bir atmaca....Bir gün bakmışşsın bir saz şairinin dizinin dibinde, bir gün bakmışsın bir definecinin ardındayım....Çok geniş bir kırallık bu.....” sf. 48-49. “Ben sekiz yaşımdan sonra bunlara özenerek köyün çocuklarını başıma toplayarak destan söylemeğe başladım. Sonra da dinleyicilerim genişledi, büyükler de beni dinlemeğe başladılar.” Sf. 45. “...Çocukluğumun kırallığı çiğdemler, babamı öldüreni öldürtmek için uğraşlar, amcamın, anamın uğraşları, benim hiçbir zaman babamın öldüğüne inanamamam, inandığımda da ona sonsuz bir küskünlük, al bir tay, o tayın üstünde ovalarca tayı koşturan bir çocuk, keklikler, kartallar, kartal yuvalarına tırmanma, böğürtlen toplama, Ceyhan ırmağında yüzmeler, boyunu aşan ekinler arasında tavşan yavruları aramalar...” Bu alıntılarda, Yaşar Kemal’in, önemli yitimlere karşı sürdürdüğü yasını çocukluk yıllarında bir halk ozanı, bir destancı oluşunda; ergenlik yıllarında köylerde ağıt yakan kadınlardan, erkeklerden ağıt toplayan folklor çalışmalarında; yetişkinlik yıllarında da büyük romancı olarak yapıtlarında bulabiliriz. Bu yapıtlarda ölüm, cinayet, yas öyküleri insanı derinden yakalayan, etkileyen duygulu başat konulardır. 17-18 yaşlarında toplamış olduğu ağıtların bir bölüğü yıllar sonra evini sık sık arayan polis tarafından yok edilmiş; önemli bir bölüğü de son yıllarda bir kitap olarak yayınlanmıştır. Yaşar Kemal romanlarında, kendi yitimlerinin yasından öte, insanoğlunun değişik örselenmeler, yitimlerle yaşadığı yasları, örselenmeleri aşma, onarma yollarını kendi öz benliğinde yaşayabilmekte, anlatabilmektedir. Daha önce söylediğim gibi, O, çocukluğunun acılarını yaşarken, bu acıların üstesinden gelebilmek için gerekli donanımı sağlayacak ilgilerle, uğraşlarla kendine derin bir insan ve doğa sevgisiyle birlikte, yaşamın gizemini, büyüsünü sorgulama, anlatma tutkusu ile dolu zengin bir dünya oluşturmuş. Çocukluk çağını anlatan ve yaratıcılığının kaynaklarına ışık tutan "Kimsecik" üçlüsüne dönecek olursak, bu yapıtın ana konularını şöyle sıralayabilirim:
Evrimsel gelişimde insanoğlunun temel yaşantılarından biri olarak kalan korkuyu en yoğun biçimiyle, bütün ayrıntısı ile çocukluğunda yaşadığı ve üstesinden geldiği anlaşılan Yaşar Kemal, bireysel, toplumsal düzeylerdeki korkuyu, bunaltıyı anlatırken; bunun kaynaklarına inerken korku etkisi ile uyarılan bilinçdışı savunmaları da tanımlayabiliyor. Bunaltıya, korkuya dayalı çaresizliği gidermek için insanın nasıl bir ermiş, bir mit yaratabildiğini anlatıyor “Yer Demir Gök Bakır”da. “Ölmez Otu”nda, “Kimsecik” üçlüsünde de korku nedeniyle insan algısının nasıl değişebileceği, gerçekle düş arasındaki ayırımın nasıl ortadan kalkabileceği eşi bulunmaz bir görüngüsel inceleme olarak sergileniyor. Romanın temel kişilerinden olan delikanlı Salman, kanıma göre insanoğlunun bilinçdışı çatışmalarını, bunlardan en önemlisi olan Oedipus çatışmasını bütün çıplaklığı ile yüklenmiş bir kişi bu romanda. Salman, kendisini büyük sevgi, hoşgörü ile yetiştiren, baba diye bildiği, sevdiği, sanki taptığı, hep özdeşleşmek istediği babayı öldürür; fakat kimse bu cinayeti tam açıklayamaz, anlayamaz. Yaşar Kemal, kardeş olarak bildiği bu gencin ruhsal dünyasını “Kimsecik” üçlüsünde anlamaya, anlatmaya çalışır. Kimi yerde Salman, evrensel Oedipus trajedyasını kendi varlığında yoğunlaştıran bir simgedir. Romanda, babaya onulmaz biçimde sevdalanmış güzeller güzeli bir yörük kızı Dal Emine vardır. Eşine olan sadakatı nedeniyle, babanın da Dal Emine’ye olan aşkı hep içinde saklı kalmıştır. Delikanlı Salman’la Dal Emine arasında onları yanıp tutuşturan bir ilişki başlar; Salman Dal Emine’nin koynuna girer. O günlerde bilinçdışının karanlık derinliklerini örten perdelerin arasından bir düş belirsizliği içinde Salman annesini anımsamaya başlar. Yıllar önce öz babasının öldürdüğünü sandığı annesini, güzelliği, mutsuz sevdası ile efsaneleşmiş Dal Emine ile, gene bir düş belirsizliği içinde, özdeşleştirir. Bütün bu süreç eski çağların bilge yorumcularını anımsatan Cennet karının düş yorumları ile uyarılır, beslenir. “Ve Salman dalıp dinliyor düşteki anasını, Cennet karının evine her sabah uğruyor. Her sabah da Cennet karı, onun Dal Emine’ye benzer anasını düşünde görüyor..." Yağmurcuk Kuşu sf.393. Suçluluk, utanç, kıskançlık, kin, aşk duyguları ile dolu çatışmalar içinde kalan Salman, kendini derin kuşkulara kaptırır. Önce “beni öldürecekler” derken, bir gün Dal Emine’nin evinden panik içinde “babamı öldürecekler, babama gitmeliyim” sözlerini yineleyerek ayrılır, gider, babayı “yüreğinden hançerleyerek” öldürür. Yaşar Kemal, Salman ve onunla ilgili korkularla dolu bir dizi serüven aracılığı ile insanoğlunun yaşayabileceği birçok ruhsal çatışmayı, sevgiyi, nefreti, kıskançlıkları, kardeş rekabetini, acımasız saldırganlığı, korku, kin, öç alma ve suçluluk duygularını, sadakat ve ihanetleri, kimlik savaşımlarını, kısacası insanın evrensel trajedisini anlatır. Bütün bunlardan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? Yaşar Kemal şöyle ya da böyle bilinçdışının ruhbilimi ile çok iyi yoğrulmuş, insanoğlunun evrensel bilinçdışını alabildiğince tanıyan, bunu yapıtlarına aktarabilen bir kişi. O, bunca simgeyi, düşünceyi, duyguyu, düşlemi, bunca masalı, atı, kuşu, köpeği, arıyı, doğayı, doğanın ve insanın değişik huylarını, doğadaki ve insan ürünlerindeki bunca rengi, kokuyu, tadı, bunca sevgiyi, yası, bunca bilinçdışı çatışmayı, örselenmeyi, Oedipus eğilimlerini ve çatışmasını nasıl aktarıyor? Bu kadar biçimin, bu kadar içeriğin kaynağı ne olabilir? Kendi çevresini, doğayı, insanları bilinçli olarak olağanüstü bir gözlem gücüyle gözlemleyebildiğini biliyoruz. “....Bir şeye gözümü dikip günlerce durmadan seyretmek benim çocukluk huylarımın başlıcalarındandı. Örneğin eve getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan, usanmadan seyrettiğimi anımsıyorum.” Sf. 42. Arı, çiçek, kuş, kelebek, ağaç, her türden insan yüzü, kişiliği, insan uğraşısı onun uzun uzun tutkuyla seyrettiği şeyler arasında. Bu gözlem yetisinin, tutkusunun yanı sıra, ondan da daha önemli olan kaynağın, onun ayrıntıları gören, koklayan, tadan, dokunan algılama ve bunları bellekte saklama yetilerinde, yani bilişşel (cognitive) yapısında çocuklukta yaşadığı destansı serüvenleri saklayabilmesi, onların bilincine varmış olmasıdır diyebiliriz.
Çukurova’nın Karacaoğlan’ı doğurmuş yöresinin bir köyünden, daha orta okul yıllarında Adana’ya göçen bu çocuk, orada Halkevi ve Ramazanoğlu kitaplıklarında, Arif Dino, Abidin Dino gibi sanatçıların da desteği ile, Homeros’u, Cervantes’i, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Stendhal’ı, Balzac’ı ve başka romancıları büyük bir tutku ile birçok kez okuyor! Bu saydığım özellikleri bakınız Yaşar Kemal’in kendisi nasıl anlatıyor (Bosquet A 1994): ”....Anamın çok güçlü bir belleği vardı. Hiçbir şeyi unutmazdı. ...O bir masal, bir destan, bir olay anlatırken herkesi lal-ü ebkem ağzına baktırırdı.... Onun anlatıları beni büyülerdi....”sf.14 “...Benim doğduğum köy bir Türkmen Köyüydü. Belki de Türkçe’nin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi ya da aptal... Karacaoğlan şiiri bilmeyenlere aptal, pısırık gözüyle bakılırdı... Ben sekiz yaşımdan sonra bunlara özenerek, köyün çocuklarını başıma toplayarak destan söylemeye başladım...” “....İnsan gizemine hep varmaya çalıştım, benim maceram insanın gizemine varmak içindi. Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi? İnsanı ölümsüzlük düşüncesine götüren yarattığı umut ve gizem değil mi? ....O sizin gerçeklik dediğinizde de bir düş, bir gizem yok mu? Gerçekçilik demekle ne demek istiyorsunuz, her şeyi insanoğlu kendisi yeniden yaratmıyor mu, düşü ve o gerçeklik dediğimizi... Gerçeklikle düş gücü iç içe değil mi? Nerede gerçeklik başlıyor, nerede düş bitiyor, bana o sınırı söyleyebilir, o sınırın geçtiği yeri saptayabilir misiniz?... İnsanın gizemini ve düş gücünü yitirmesi diye bir şey olamayacağına inanıyorum....” sf. 85. “.....insan başı sıkıştıkça kendisine daha çok bir düş dünyası kurup oraya sığınmıyor mu? Bu dünya her yönüyle doyumlu olabiliyor mu, ulaşamadığı, düşleyerek yaşadığı bir dünya yok mu? Ulaşamadığı dünyayı düşleyerek yeniden, gönlünce yaratmıyor mu? Korkuyu, sevgiyi, güzel şeyleri, aşkı düşsel olaraktan yeniden yaratıp, yarattığının cennetinde ya da cehenneminde yaşamıyor mu? Benim romanlarımdaki düşseli böyle yorumlasak, daha genel bir görüşle, daha doğru olmaz mı? “....Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Sf. 92 Bu konuşmamda gerçek sanat adamının birkaç özelliğine değinmiş olduğumu sanıyorum. Kuşkusuz, bilinçdışına özgü evrensel dağarcığın, çocuklukta yaşanan ağır yitimlere bağlı yasın, güçlü bilişsel yetilerin desteği ile üstün nitelikte sanat yapıtlarına dönüştürülebilmesi beni aşan ayrı bir konu. Yaşar Kemal'in romanlarında bir toplumbilimci toplumsal çalkantıları, değişimleri, bir halkbilimci günlük yaşayış biçimlerini, gelenekleri, töreleri, türküleri, destanları, kilimleri inceleyebilir, bir toplumsal antropolog inançların, dinlerin kaynaklarını, oluş biçimlerini, bir dilbilimci şaşırtıcı zenginlik ve güzellikteki dili inceleyebilir. Ben bu kısa sunumda konunun ancak kendi alanımla ilgili parçasına değinmeye çalıştım. KAYNAKLAR Bosquet A (1993) Yaşar Kemal: Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor. (Çeviri: Onat Kutlar, Altan Gökalp) İstanbul: Toros Yayınları 1993. Freud S (1915) The Unconscious. Standard Ed. 14: 159-215. London: Hogarth Press, 1955. Freud S (1938) An Outline of Psycho-Analysis. Standard Ed. 23:144-205, London: Hogarth Press, 1955. İnce, Ö (1993) Bir Büyük Buluşma. Alain Bosquet, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor’da. (Çeviri: Onat Kutlar, Altan Gökalp), İstanbul: Toros Yayınları. Sf.7-12. İnce Ö (2002) Yaşar Kemal’in Bir Şair Olarak Portresi. Geçmişten Geleceğe Yaşar Kemal’de,Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi Metinleri:1, İsanbul: Adam yayınları. 237-248. Kris, E (1952) Psychoanalytic Explorations in Art. New York: International Universities Press. Öztürk O M (1964) Yaşar Kemal'in Toplum Psikolojisi. Forum Dergisi Aralık 1964. Öztürk O M (1985) Psikanaliz ve Psikoterapi. İstanbul: Evrim Kitapevi 2. Baskı, 1990. Öztürk O M (1993) Yaşar Kemal’in Yaratıcılığı ve Bilinçdışı Kaynakları. Yaşar Kemal Günleri’nde sf. 98-102, Ankara: Edebiyatçılar Derneği. Yaşar Kemal (1963) Yer Demir Gök Bakır. İstanbul: Cem Yayınevi. Yaşar Kemal (1967) Üç Anadolu Efsanesi.İstanbul: Adam yayınları (10.basım, 2002). Yaşar Kemal (1968) Ölmez Otu. İstanbul: Cem Yayınevi. Yaşar Kemal (1991) Kimsecik I, Yağmurcuk Kuşu. İstanbul: Toros Yayınları. Yaşar Kemal(1991) Kimsecik II, Kale Kapısı. İstanbul: Toros Yayınları. Yaşar Kemal(1991) Kimsecik III, Kanın Sesi. İstanbul: Toros Yayınları. Yaşar Kemal (1994) Ağıtlar. İstanbul: Toros Yayınları. --------------------- (*)Psikanaliz ve Yaratıcılık Sempozyumu, Mart 2002, İstanbul. Toplantısında panel konuşması. Konuşmacılar: Yaşar Kemal, M. Orhan Öztürk, Vamık Volkan, Ayla Yazıcı.
YorumlarMeriç Yoldaş Hiçyılmaz
{ 26 Kasım 2011 11:22:38 }
Sayın Hocam Yaşar Kemal'i öyle güzel dile getirmişsiniz ki inanın büyük bir keyifle okudum. Teşekkürler, ellerinize yüreğinize sağlık. İnsanın zenginliğinin ta çocukluğunda yaşanmışlıklardan geldiğine bir kere daha inandım bu güzel yazınız sayesinde.
Diğer Sayfalar: 1. Sevgi ve ışıkla kalın.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|