|
|
Anlamsızlık İçinde AnlamKategori: Kültür/Sanat | 3 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 29 Aralık 2009 02:28:10 Ağustosta İstanbul'daki evde iki kitap buldum. Biri Şavkar Altınel'in Tepedeki Yabancı'sı, öbürü Nedim Gürsel'in Hatırla Barbara'sı. Tatil bitti, eylül sonunda başka kitaplarla birlikte onları da alıp Sydney'e döndüm. Bu yazıda, yeni okuduğum bu iki kitaptan söz edeceğim, daha çok da dünya üzerine algıladıklarımdan pek çok şey bulduğum Tepedeki Yabancı'dan, kitabın bana düşündürdüklerinden.
Tepedeki Yabancı’nın kapağında “anı” olduğu belirtilmiş, Hatırla Barbara ise “anı – gezi” olarak sınıflandırılmış. Biri Şavkar Altınel’in İngiltere ve İskoçya’da yaptığı gezileri, gezdiği yerler üzerine, hayat üzerine düşüncelerini, duygularını, yorumlarını, öteki Nedim Gürsel’in Fransa’daki yolculuklarını, bu yolculuklar sırasındaki duygularını, düşüncelerini içeriyor. Anı, deneme hatta öykü diyebileceğimiz iki kitap içerik olarak benzer görünüyorlar ama öz olarak birbirlerinden çok farklılar. *** Yerime dönmek için ilerlemeye başladım, ama gerçekte bir daha hiçbir zaman hiçbir yere dönmeyecektim. Tepedeki Yabancı’nın İki Ruhlu Adam başlıklı bölümü böyle bitiyor. Artık hiçbir zaman hiçbir yere dönmeyecek, hiçbir yere hiçbir şeye ait olmayacak, hayata, dünyaya hep dışarıdan, bir yabancının gözleriyle bakacak olan Tepedeki Yabancı’nın hikayesi de burada başlamış oluyor. Kitap, yazarın bütün bu yolculukları içeren anıları, yoğun bir ilgi duyduğu Conrad’la ilgili yorumları, düşünceleri, T.S Elliot üzerine görüşleri arasında aslında hep o bir tek gerçeği, dünyada aslında nasıl da bir yabancı olduğumuz gerçeğini anlatıyor. Şavkar Altınel yazıyor oluşunu, dünyaya bir yabancının gözleriyle bakabilmesine bağlıyor. Dünyanın Büyük Suları adlı bölümde, yaşamıyla kendi yaşamı arasında benzerlikler bulduğu Conrad’ın izini sürerken şunları söylüyor: Önce ülkemize, sonra dünyaya, sonra da kendimize yabancılaştığımız, olduğumuz insanı, dışımızda duran başka birisi gibi görmeye başladığımız o açık denizlerde hepimiz yalnız değil miydik? Bu nokta tabii aynı zamanda, artık bize ait olmayan bu şeyleri kendimize bağlamanın tek yolunun onları yazmak olarak belirdiği noktaydı. Her yazar, yabancılığını fark ederek, dünyaya ve hayata bir yabancının gözleriyle bakarak mı yazıyor? Sanmıyorum. Tepedeki Yabancı’nın ardından okuduğum Hatırla Barbara böyle olmadığının kanıtı bana göre. Nedim Gürsel yaşamın içinden, yaşadıklarına bir yabancı gibi dışarıdan bakarak değil yaşadıklarının arasından yazıyor. Ama, evet, Şavkar Altınel’in dediği gibi, her yazar bir ölçüde yabancı ve hangi dilde yazarsa yazsın, her yazar gördüğü dünyayı anlatacak dili yabancı bir dili keşfeder gibi ağır ağır keşfetmek zorunda. Yabancılık duygusunu, olup bitenleri dışarıdan izliyor olma duygusunu ilk kez üniversiteden sonra çalışmaya başladığımda yaşadığımı hatırlıyorum. Çalışmaya başladığım büyük şirkette şehrin dört bir yanından gelen servis arabaları tüm çalışanları her sabah aynı anda şirketin bahçesine getirirdi. Şirketin girişindeki bekçi kulübesi, bekçi kulübesinin biraz ilerisinde her sabah aynı yerde aynı zamanda yerini alan poğaça satıcısı, otobüsleri bir anda boşaltıp bütün günü içinde geçirecekleri kocaman yapıya doğru toplu halde ilerleyen insanlar, içeri girerken yakalara takılan kartlar herşeyin aslında ne denli anlaşılmaz, ne denli anlamsız ve gereksiz olduğunu hatırlatır gibiydi. Bütün bu insanlar ve belki ben de, yıllarca, yıllarca her sabah aynı saatte buraya gelip, akşamları aynı saatte masalarımızın üzerini toplayıp, bahçede yanyana dizilmiş servis arabalarına hep birlikte yürümeyi sürdürecek, belki de yaşamımızı burada böylece tüketecektik. Ama burada değil başka yerde de olsak aslında hiçbir şey değişmeyecekti. Yıllar sonra Sydney’de çalışırken herkesi toplu halde işe taşıyan servis otobüsleri yoktu artık ama birbiriyle yarış halindeki insanlar hep vardı. Bir defasında bir toplantıda şu anda hatırlayamadığım bir düşünceyi dile getirmek üzereyken, iş arkadaşlarımdan birinin konuşmak için gösterdiği büyük hevesi, taşkın çabayı şaşkınlıkla farkedip meydanı ona bıraktığımı anımsıyorum. Konuşulanlar beni aslında hiç de derinden ilgilendirmiyordu. Toplantının sonucunun hangi yöne gittiği aslında umurumda bile değildi. Bütün bu insanlar, hepimiz, ellerimizde kahve kupalarıyla masanın çevresine sıralanmış , burada hep birlikte vakit dolduruyorduk. Bütün bu hissettiklerime, düşündüklerime rağmen insanın yaşadıklarına bütünüyle kayıtsız kalabilmesi her zaman olabilen bir şey değil ve ben kendi adıma yaşadıklarıma çok da kayıtsız olduğumu söyleyemem. Şavkar Altınel ise anılarını kayıtsız, heyecansız, sanki başka birisinin anılarını anlatırmış gibi yazıyor, öylesine uzak, neredeyse soğuk bir dille. Hatırla Barbara’yla Tepedeki Yabancı arasındaki fark da burada başlıyor. Nedim Gürsel Fransa’da gezerken hiç de kayıtsız olmadığı anılarını kovalıyor. Bir zamanlar Fransa’da yaşamış olan annesinin izini sürüyor ve bunun onun için önemli olduğu seziliyor satırlarında. Şavkar Altınel’in de anıları onları yaşamış olan kişi için önemli (İki Ruhlu Adam başlıklı bölümde bu özellikle hissediliyor), fakat Şavkar Altınel artık bu anıları yaşamış kişi değil, o, bütün bunlara dışarıdan bakan bir yabancı artık. Nedim Gürsel, onu Fransa’ya bağlayan birşeyler olduğu için geziyor ve yazıyor, Şavkar Altınel ise onu hiçbir şey hiçbir yere bağlamadığı için. İkisi de ölümden söz ediyor ama Nedim Gürsel’in yazılarında yaşarken başardıklarından aldığı hazzı, kendi deyişiyle “itibar gören bir yazar”oluşundan duyduğu keyfi, övüncü fark ediyorsunuz. Tepedeki Yabancı’da ise bu duyguları aşmışlığı... Gece, yazmaya ara verdiğimde “play station”da oyun oynayan oğlumun yanına gidiyorum. Yapay bir şehrin, Liberty City’nin sokaklarında çılgın bir hızla araba sürmesini seyrediyorum bir süre. Yapay şehirde gün akşama dönüşüyor, gökyüzünde pembe bulutlar var şimdi. Sokak lambaları yanıyor, mağazaların vitrinleri ışıldamaya başlıyor. Liberty City’nin apartmanlarını, mağazalarını, kafelerini, barlarını, lokantalarını, caddelerinde yürüyen kadınları erkekleri seyrederken, ne zaman bu türden bir oyun izlesem duyumsadığım, herşeyin aslında ne denli gerçek üstü ve anlamsız olduğu duygusunu yine duyumsuyorum. İşte o anda, dünyamızın, hayatlarımızın bir kopyasını ekranda, bütünüyle dışarıdan izlediğimizde bizim dünyamızın da aslında ekrandaki dünya denli geçici, ekrandaki dünya denli anlamsız olduğunu bir kez daha duyumsamak çok kolay. Ama sonuçta bu da çok önemli değil. Bütün bu anlamsızlık içinde dünya yine de çok güzel, hayat küçük mutluluklarla dolu . Conrad’ın yazdıklarının dünyayı yabancı bir gözle süzen birisinin kaçınılmaz olarak gördükleri olduğunu ve bütün bunlara karşı önerdiklerinin de cesaret, sabır ve çalışkanlık olduğunu söylüyor Şavkar Altınel. Hayata Conrad’ın yaptığı gibi bu görkemli sözcüklerle anlam bulmaya çalışmaya da gerek yok aslında. Evet, bu dünyada bir yabancı olduğumuz kesin. Ama ne değişir? Bu bilgiyi bir kenara koyup tutkuyla, tutkuyla olmasa da sevgiyle yaşamak da olası. Herşey bitecek bile olsa...
YorumlarSezen Muslu
{ 25 Mart 2010 09:36:59 }
Sevgili Sabacım ellerine sağlık düşüncelerini yazıya döktüğün ve bizleride düşünmeye ittiğin için. Dışarıdan bakınca hayat kurulu bir makine aslında. Ama bizler bu makinayı arkadaşlarımız dostlarımız sayesinde değiştirebiliyoruz. Sevgimizle yüreğimiz aydınlanıyor. Eğer görebiliyorsak güzelliklerle mutluluğu yaşayabiliyoruz. Koşturmacalar içinde gökyüzündeki mavi, yeşillikler içindeki bir çiçeğin verdiği huzur ise bizi insan yapıyor. Fazlamı pozitifim ama böyle düşünmeyince de hayat çekilmiyor arkadaşım.Sevgimle kal.
deniz
{ 29 Aralık 2009 22:52:59 }
yunus emre'nin bu deyişi son zamanlarda takılı belleğime -tamamı değil elbette, ilk dizeleri-
" Hak bir gönül verdi bana ha demeden hayran olur Bir dem gelir şadi, olur bir dem gelir giryan olur" insanın tüm halleri var... beni büyülüyen vurgu ise 'ha demeden hayran olur' da... hayran olmak... hayata hayran olmak... duyuşa, varoluşun bütün hallerine tanık ve hayran olmak... o zaman kim arar anlamı! ama o 'hayranlık' haline varmak zor. o hale varamayalım, yalnız, yabancı, yitik olalım, söz dinler bir çocuk kalalım diye beslenip durduk. uzaklaşıp durduk kendimizden... bizi kendimize götürebilecek bilgeliklerden... aslında... bu yalnızlık, yabancılık yitiklik hali değil doğal halimiz. öyle olabilir mi? hayat kendine karşı çalışabilir mi? deyişin devamı da burada :-) yüreğine sağlık Saba. " Bir dem sansın kış gibi, şol zemheri olmuş gibi Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bustan olur Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerheyleyemez Bir dem dilinden dür döker, dertlilere derman olur Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner tahtes-sera Bir dem sanasın katredir, bir dem taşar umman olur Bir dem cehalette kalır, hiç nesneyi bilmez olur Bir dem dalar hikmetlere, Calınus u Lokman olur Bir dem div olur, ya peri, viraneler olur yeri Bir dem uçar Belkıys ile sultan-ı ins ü can olur Bir dem varır mescidlere, yüz sürer orda yerlere Bir dem vurur, deyre girer, İncil okur rühban olur Bir dem gelir İsa gibi ölmüşleri diri kılar Bir dem girer kibr evine Fir'avn ile Haman olur Bir dem döner Cebrail'e rahmet saçar her mahfile Bir dem gelir güm-rah olur, miskin Yunus hayran olur" mustafa alagöz
{ 29 Aralık 2009 14:08:11 }
"Bütün bu anlamsızlıklar içinde dünya yine de çok güzel ..." olması nasıl bir durum? Anlamsızlığın karanlığı içinde küçük küçük "aydınlık" aralıklar mı yakalıyoruz, yoksa "anlamsızlığı" güzellik haline getirerek yaşayabiliyor muyuz? Yoksa anlamsızlığın yükünü hafifletmek için "dünyanın çok güzel" olduğu varsıyımına mı sığınıyoruz? Anlam ileride bir amaç mı, yoksa an be an sürecin içinde yaratılan bir hal mi? Sorular, sorular aslında kendime soruyorum. Sevgili Saba'yı okuyunca sorularım depreşti, ... Teşekkürlür Sevgili Saba.
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|