|
|
Sosyalist OlabilmekKategori: Ayorum Güncel | 0 Yorum | 03 Aralık 2009 12:18:20 Kürt liderler sosyalist olsaydı. Dünden bugüne, Kürt kanaat önderleri sosyalist olsalardı, ne olurdu?.. Bu ilginç soruyu Kürt ve Kürtçülük sorunlarının ana başlıkları ekseninde tartışmaya çalışacağım. Ancak önce bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor, sosyalist olarak tanımlanacak insanın kim olduğunu belirlemek zorunlu oluyor.
Konu çok kapsamlı ama bunu en genel ve en anlaşılır biçimiyle yapmaya çalışmakta yarar var. Hatta,-öncelikle- soruyu tersten yanıtlamak,kimlerin-kendilerini sosyalist olarak tanımlamalarına karşın - asla sosyalist olamayacaklarını belirlemek daha da açıklayıcı olabilir. Hemen şunu belirteyim, çevre ülkelerden, çevre ülkesi insanlarının terinden ve kanından aktardıkları artı değerin, emek ve sermaye arasındaki paylaşımında – sözüm ona - emekten yana tavır sergileyen, yüksek yaşam standardını emperyalizme borçlu olan Avrupa solu – asla - sosyalist değildir. Bunlar 1899’da, II.Enternasyonal sonrasında sosyalistlerle yollarını ayıran; Lasalle, Bernstein, Blum, Jure ve Kautsky gibi düşünürlerle ideolojik temellerini oluşturan ve – en önemlisi - kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini benimseyen sosyal demokratlardır. Bunlar anarşizmle birlikte Marksizmin iki sapkın çocuğundan birileridir yalnızca… Maurice Duverger ise sosyal demokrasi ile liberal demokrasiyi tanımlarken şu çok önemli ayrım noktasına dikkat çekmiştir. Liberal demokrasi; önce özgürlük,sonra eşitlik anlayışını benimserken,sosyal demokrasi - Marksizmle bir süre hemhal olmanın sonucu olsa gerek - eşitliğe ağırlık veren, ekonomik altyapıyı belirleyici gören bir sistemdir Duverger’ye göre. II.Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkan Frankfurt Okulu düşünürleri Theodor Adorno, Max Horheimer, Herbert Marcuse, Jurgen Habermas, Walter Benjamin, Wilhelm Reich vd… Marksizmin temelini oluşturan ekonomik altyapının belirleyiciliğini yadsımış; başta kültür olmak üzere üstyapı kurumlarının toplumsal önemini vurgulamışlardı. Bu kurumların kapitalizmin yeniden üretimine ne kadar önemli katkılar sağladıklarını ustalıkla ve incelikli söylemlerle dile getirmişlerdi. Bu düşünürleri okumak son derece yararlı ve bir o kadar da zevkliydi ama ekonomik altyapının göz ardı edilmesi - eninde sonunda - tipik bir Marksist sapmaydı. Yoksulluk,ezen - ezilen uluslar çelişkisi ve emperyalizm olguları onların pek ilgi alanlarında değildi. Kendileri faşizm karabasanının Avrupa’yı kasıp kavurduğu bir tarihin bahtsız Yahudileriydiler ve dünyayı kendi nesnel koşullarıyla,yüksek entelektüel birikimleriyle değerlendirmişlerdi. Bizim ülkemizdeki bir diğer sosyalist sapma ise kendilerini özgürlükçü sosyalist olarak tanımlayanlara aitti. Bunlar insanlık tarihinin beş yüz yıla yakın zamandır tutsağı olduğu Batı merkezli dünyanın en kahredici gerçeği durumundaki sömürüyü ve onun son aşaması olan emperyalizmi göz ardı ediyorlardı. Bunu, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki olağan bir iktisadi ilişki olarak görüyorlardı. Batı ile her anlamda bütünleşmişlerdi* ve Batı’nın iktisadi – siyasi çıkarlarına karşı çıkan herkes - özellikle de - solla barışık Kemalistler hedef tahtalarındaydı. Eşitsizliğin,adaletsizliğin, yoksulluğun ve cehaletin kol gezdiği bir ülkede özgürlük savunuculuğu yapıyor, yurtsever ve antiemperyalist solu gericilikle ve - popülist olmadıkları için - halk düşmanlığıyla suçluyorlardı. Dün İdris Küçükömer, günümüzde Mete Tuncay vd… bu çizginin ilk akla gelen isimleriydi. Tam anlamıyla antiemperyalist olmalarına karşın Kemalizmle barışık olmayan Osmanlı toplum yapısına öykünenlerin ilk akla gelenleri ise Kemal Tahir ile yönetmen Halit Refiğ idi..Ancak belirtmek gerekiyor, Halit Refiğ bu düşüncesini sanatına, sinemasına taşımamıştı.. Bunlar sosyalist kabul edilmemesi gerekenler… Peki kimleri sosyalist olarak tanımlamak durumundayız?.. Hayatı ekonomik altyapının belirleyiciliğinde çözümlemeye çalışan, uluslar çağının yaşandığı günümüzde ezen - ezilen uluslar çelişkisinde ezilen ulusların, emek sermaye çelişkisinde emeğin yanında yer alan ve işçi sınıfının siyasal iktidarı için mücadele veren insana sosyalist denir Ayrıca dönemsel koşulların/konjonktürün elverdiği ölçülerde en ilerici politika neyse onu benimseyen,- özellikle - sosyalizmin liberalizmden devraldığı ilerici değerleri sahiplenen, bağnazlık ve ayrılıkçılık karşısında cumhuriyeti, ülke çıkarlarını ve yurt bütünlüğünü savunan insandır sosyalist. O insan .günümüzde emperyalist Batı tasarımları ve saldırıları karşısında ülke bağımsızlığını ve başta laiklik olmak üzere cumhuriyet değerlerini - gerektiğinde – bedel ödeyerek kollamakla yükümlüdür. Bu incelemede, sosyalist dendiği zaman bu insan anlaşılacaktır. Kürt Kimliği Bugün kendilerini Kürt olarak tanımlayan insanlar doğuda, Irak ve İran’daki Zagros dağlarından batıda Toslara kadar uzanan bölge ile kuzeyde Erzurum yaylalarından güneyde Hemrin dağlarına kadar yayılan coğrafyada yaşamaktadırlar. Türkiye, İran ve Suriye ise en yoğun olarak bulundukları ülkelerdir. 11 ila 15 milyonunun Türkiye’de olmak üzere, Orta Doğu’da 20 milyon kadar Kürt yaşadığı sanılmaktadır. Ayrıca Asya’da - az da olsa - da Kürt topluluklarının yaşadığı bölgeler vardır. Ancak bunlar kanıtlanmış, bilimsel bilgiler değildir. Bunların dışında son çeyrek ya da yarım yüzyılda daha çok Avrupa ve bir miktar da Amerika’da bir Kürt diasporası oluşmuştur… Kürtlerin tarihi ve kökenleri hakkında da bilimsel kaynaklarda çeşitli bilgiler yer almaktadır. Bu kavim Pers İmparatorluğu’nda yaşayan bir topluluk olarak anıldığı gibi özellikle Medlerle ve bunun yan sıra Asurlularla, Urartularla, hatta, Babillilerle ilişkilendirilmektedir. Yaşadıkları coğrafyayı ilk kez Kürdistan olarak adlandıranlar ise X.yüzyıldan sonra Selçuklular olmuştur. Bu konunun ayrıntılı olarak incelenmesi tarihçilerin ilgi alanına giriyor.Ancak burada aslolan tarihsel kökenlerinden de önce bu insanların kendilerini nasıl tanımladıklarıdır. Türkiye’de uzun yıllar Kürt kimliğini görmezden gelmek ya da kendilerini Oğuzların bir kolu olarak değerlendirmek, en çok benimsenen yoldu. 12 Eylül döneminde Genelkurmay Başkanlığı’nın hazırlattığı “Beyaz Kitap”ta, Doğu Anadolu’da dağların doruklarında yaz-kış karların erimediği yerlerde yürüyen Türkmenlerin ’kırt-kürt’ diye sesler çıkardığı, bu nedenle bu insanlara Kürt dendiği belirtilmekteydi… 12 Eylül yönetimi için beklenmeyen şeyler değildi bunlar Peki bir sosyalist bu durumda ne yapmalıydı?.. Sosyalizm - esas itibariyle – bütünleştirici - birleştirici bir tarihsel pratiğe sahiptir. Örneğin İtalya’da, yoksulGüney’de, Sicilyalılar ayrılıkçı tedhiş örgütü Mafya’yı kurup eylemlerine başladıktan bir süre sonra zengin Kuzey ve Lombardiya da buna aynı biçimde karşılık vermişti. Kendi vergileriyle Mafya’yı beslemek istemedikleri bildirdiklerinde, bu iki gruba da karşı çıkanlar İtalyan yurtseverleri ve sosyalistleri olmuştu. İtalya’nın bütünlüğünü savunarak, sonunda galip gelmişlerdi. Dünyada bunun başka örnekleri de vardır… Öncelikle bu açıdan bakıldığında sosyalist devrim pratiği yurt bütünlüğünden yanadır. Ancak sosyalistlerin ezen-ezilen ulus ve emek-sermaye çelişkilerinin yanında ikinci bir misyonları daha vardır. Her tür geleneksel-faşizan baskı karşısında,toplumda itildiğini, ezildiğini, ihmal edildiğini hisseden bütün topluluklar sosyalizmin koruması altındadırlar. Yoksullar, yaşlılar, kadınlar, çocuklar, eşcinseller, farklı dinsel ve etnik topluluklar sosyalistlerin doğal müttefikidir. Bu düşünceleri öncelikle Avrupa solu sahiplenir ama kendini sosyalist olarak gören birey, bu insanlara sırtını dönemez… Peki bu nereye kadar böyledir?.. Dolayısıyla bir sosyalist için, - konumuz kapsamındaki - Kürt toplumunun etnik kökenine saygılı olmak, bireysel, insani ve demokratik haklarını savunmak kaçınılmazdır… Peki bunun bir sınırı yok mudur?.. Elbette vardır, bu toplulukların her biri bünyeden ayrılıp habis ur gibi bedene ölümcül zararlar verinceye kadar… Hak talepleri ayrılıkçılık noktasına ulaşıp, emperyalizmin aleti olmaya başlayınca kadar… Batı’nın “böl-parçala-yönet ”politikalarıyla bütünleşinceye kadar… Özetlemek gerekirse, Kürt kanaat önderi kimlik ve demokratik haklarını talep edebilir,. ancak hareket bunun ötesine geçme eğilimleri belirdiğinde bunu engellemekle yükümlüdür… Feodalite ve Kürtler Türkiye’de Kürt ve Kürtçülük sorunlarının en önemlilerinden, en kronikleşmişlerinden biri feodalitedir. Türkiye’de feodalitenin ve Kürt feodalliğinin tarihçesine göz attığımızda dikkat çekici bir farklılık görülür. Anadolu’da Doğu ve Güneydoğu dışında XIX. yüzyıla kadar Batı türü bir feodalite yoktur. Doğan Avcıoğlu, bu yüzyıla kadar Batı’da çok sınıflı bir feodal üretim ilişkileri egemenken Doğu toplumlarında Asya tipi üretim toplumlarının varlığını belirtir. Osmanlı üretim ve toplum ilişkilerinin, bu iki modelin ikisinin de bazı özelliklerine sahip olduğunu,ancak ikisiyle de örtüşmediğini vurgular, Osmanlı modelini “prekapitalist bir sistem” diye adlandırır .XIX.yüzyılda Avrupa’da Almanya ve İtalya’nın da ulus birliğini sağlamasıyla feodalite bütünüyle çözülür. Aynı dönemde Türkiye’de devlet otoritesinin iyice azalmasıyla çok güçlü bir feodal mütegallibe belirir ve feodal üretim ilişkileri en katı biçimiyle ortaya çıkar… Oysa Doğu ve Güneydoğu’da Selçuklular ve Osmanlılar döneminde yaşanan çok karmaşık ilişkiler içerisinde feodal mütegallibenin ortaya çıktığı ve feodal düzenin çok daha önceden kurulduğu görülür. XVI.yüzyılın başlarında, Yavuz Sultan Selim’in İran Safevi Devleti’yle yakınlaşan Kürt topluluklarının üzerine acımasızca yürüdüğü biliniyor. Ardından Şah İsmail’i ve Safevi ordularını Çaldıran’da bozguna uğratmasına karşın bölgede ilginç gelişmeler olur. İranlılar her şeye karşın Osmanlıların doğudaki en önemli hasımlarıdır. Burada Kürt feodal mütegallibesi güçlendirilerek bir tampon oluşturulmaya çalışılır.Ayrıca – başta Ermeniler olmak üzere - bölgedeki gayrimüslim toplumlar Kürt beyleri tarafından baskı altında tutulmaya çalışılır. Ayrıca bu beylere yakın olabilmek için bölgede Oğuzlar ve diğer toplumlar kısmen Kürtleşme sürecine girerler. Osmanlı toprak ve toplum düzeni fetihlere ve İpek Yolu turizmine dayalıdır. Ekonominin can damarı bunlardır. Ne var ki XVII.yüzyılla birlikte ulusal monarşilerde birleşip feodaliteyi aşmaya başlayan Batı karşısında fetihlerin durması ekonomiye çok ağır darbe vurur. Yeni deniz ulaşım yolları da İpek Yolu’nu atıl hâle getirince Anadolu’da yoksulluk baş gösterir. Bu durum Doğu’da ve Güneydoğu’da çok daha belirgin olarak kendini hissettirir. Ekonomisi bozulan her yönetim gibi Osmanlı da baskıcı yöntemler uygular ve yoksul köylülerin nesi var nesi yoksa vergi diye toplamaya başlar.Anadolu insanı bu durumu anonim bir sözlü üründe,. bir manide bakın nasıl dile getiriyor: Şalvarı şaltağ Osmanlı Tarihler XIX. yüzyılı gösterdiğinde çöküş – artık - engellenemez boyutlara ulaşmıştır ve Batılının “hasta adam” diye andığı Osmanlı’da her bölgede feodalite çok etkili biçimde canlanmaya başlamıştır Gücünü ve otoritesini iyice yitiren Devlet,ancak yeni oluşan feodal mütegallibeyi, eşrafı ve hatta kimi zaman dağda uzlaştığı eşkıyayı kullanarak yönetimini sürdürmektedir artık. Resmi unsurlar, bürokrasi ve kolluk güçleri ise -ancak destek- kuvvetler konumuna düşmüştür. 1808’de Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa’nın devlete imzalattığı sened-i ittifak feodalitenin gücünün tesciliydi bir anlamda. Daha beteri arkadan gelecekti.1829’da Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa Osmanlı Ordusu’nu darmadağın etmiş, Kütahya’ya kadar gelip dayanmıştı. Bütün bunlar özellikle Kürt feodal beylerinin başkaldırı iştahını kabartmıştı. Cumhuriyetin İlanı’na kadar, bu yüzyılda on üç kez ayaklanmışlardı. Bunlarda da ülkeyi parçalamak isteyen Batı’nın zaman zaman parmağı oluyordu ama Batı asıl Cumhuriyetle birlikte bölgeye dikkatini yoğunlaştıracaktı. Kurtuluş Savaşı yıllarında Kemal Paşa’nın Kürtlerin de millî mücadeleye katılmaları için Kürt feodal beylerine sıcak yaklaştığı ve bu arada bu toplumun federasyon isteklerini de gündeme getirdiği biliniyor. Ancak daha önce yayımlanan yazılarımda, bu karmaşık süreçte önemli olayların yaşandığını belirtmiştim. Konu gereği bunları anımsamakta yarar var. Misak-ı Millî dahilinde yer alan Musul eyaletinin ülke sınırları içinde kalması için Lozan Görüşmeleri’nde çok sert tartışmalar yaşanmış ve görüşmeler kesintiye uğramıştı. Gerçekte Türkiye bu konuda umarsız bir mücadele veriyordu. I.Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerinden biri, Osmanlı’nın petrol bölgelerine el koymaktı ve o günkü koşullarda Türkiye’nin bu konuda istediğini alması olanaksızdı. Görüşmeler askıdayken Hakkâri’de küçük çaplı bir Nasturi ayaklanması çıkarılmış, Türkiye’ye ilk sinyal gönderilmişti. Lozan Görüşmeleri sona erdikten hemen sonra,1925’te çok büyük bir başkaldırı olan Şeyh Sait İsyanı patlak vermişti.İsyan sırasında üç vilayet; Diyarbakır, Muş, Bingöl asilerin eline geçmişti, durum bu kadar kritikti. Bu yaşananlar tipik bir emperyalizm – şeriatçı - ayrılıkçı operasyonuydu ve Türkiye’ye Musul konusunu deşerse Sivas’ın doğusunun tehlikeye gireceği anlatılıyordu. Olayda İngiltere’nin parmağı olduğu tartışma gerektirmeyecek kadar ortadaydı Emperyalizm bu dönemde, kendisinden pek hoşnut olmadığı Atatürk Türkiyesi’ne karşı Kürt kartını sık sık oynayacaktı. Bu durumda, hiç de iyi bir sınav vermeyen tam onlarca kez ayaklanan bu toplulukla federasyon düşünülebilir miydi?.. Şeyh Sait ve yandaşlarının konumları (yani ağa olmaları), eğilimleri ve eğitimleri(daha doğrusu eğitimsizlikleri) nedeniyle sosyalist olmaları mümkün değildi. Peki şimdi hayal gücümüzü zorlayalım ve bir biçimde bu önderlerin sol düşünceyle tanıştıklarını varsayalım. Teokratik bir meşrutiyet yönetimi olan Osmanlı Devleti’nde-doğal olarak-insanlar cemaat düzeninde yaşıyor ve kul olarak hayatlarını sürdürüyorlardı. Tarım toplumu kültürlerinin inanç temellerine dayalı dogmalarını benimsemişlerdi. Bu ümmet düzeninden ulus düzeyine geçmek,kulluktan yurttaşlığa yükselmek ve cumhuriyet değerlerini özümleyebilmek ölümle-dirim kadar birbirinden farklıydı. Cemaat hukuku yerine uygar-evrensel bir hukuk düzeninde yaşamak,dinin siyasal alandan çekildiği laik bir ortamı solumak, sol düşüncenin yeşerebilmesi için-kuşkusuz- çok daha uygun bir zemin yaratacaktı. Emperyalizmin oyuncağı hâline gelip, kendi insanlarına acı çektirmek bir sosyalistin tavrı olabilir miydi Son günlerde anlamsız biçimde ve çarpıtılarak gündeme getirilen Dersim olayları da Kürt halkı üzerinde feodalitenin yıkıcı etkilerini sergilemesi açısından ilginç özellikler taşıyordu. Sorunun özü.cumhuriyet yönetiminin bölgede toprak reformu yaparak yoksul köylüyü topraklandırmak istemesi ve daha geniş arazileri tarıma kazandırmaktı. Aslında cumhuriyet yönetimi Dersim’de de yenilmiş,toprak reformunu yapamamıştı. Bütün cumhuriyet devrimlerinin yoksul kitlelerle buluşabilmesinin altın anahtarı,o insanları yoksulluktan kurtarmaktı. Ancak feodalite o dönemde olağanüstü güçlüydü, milletvekilerinin çoğunluğu toprak sahibiydi. Kemalizmin birkaç kez zorlamasına karşın aşamadığı kale burasıydı. Reformun iki temel amacı vardı. İlki -belirttiğim üzere-köylüyü yoksulluktan kurtararak kazanmak ve daha geniş arazileri tarıma açmaktı. Toprak sahipleri çok geniş arazilere sahip oldukları için toprağı gereğince işleme ihtiyacı hissetmiyorlardı. Oysa sermaye birikimi sağlamak zorunda olan ülkeler için tarım girdileri en önemli kaynaklardı… İkinci –olağanüstü önemli-neden ise feodalitenin belini kırıp, köylü kitleleri cumhuriyet aydınlığıyla buluşturmaktı. Böylelikle etnik-gerici-ayrılıkçı hareketin de -önemli ölçüde-beli kırılacaktı… Üstelik o tarihte genç cumhuriyet, 1930’da düzenlediği II.İzmir İktisat Kongresi kararları uyarınca kamucu-devletçi bir anlayışı benimsemiş, KİT’leri kurmaya başlamıştı. Sanayileşerek kalkınmak temel hedefti. Bunlar kamucu-devletçi, adı konmamış sol politikalardı. Üstelik de bütün çevre ülkelere, - kapitalist sistem açısından-çok kötü örnek oluyordu!.. Burada da, Kürt kökenli köylülere Seyit Rıza yerine sosyalistler önderlik etselerdi,bu insanların nasıl davranmaları gerekirdi?.. Dersim’den yaklaşık çeyrek yüzyıl önce Meksika köylüleri Zapata önderliğinde ayaklanıp, Amerikancı Diaz yönetimine başkaldırdıklarında ”toprak ve özgürlük” isteklerini haykırmışlardı…1949’da Çinli köylüler ise sosyalist Mao Zedong yönetiminde, akıl almaz acılar sonrasında ülkelerinde sosyalizmi kurmuşlardı… Sosyalist bilince ulaşıp devrim mücadelesi yapmakla, şeyhinin dizi dibinde oturup “Ben toprak da, aydınlanma da istemiyorum” demek arasında bayağı bir fark vardı yani… Aslında gelişmemiş tarım toplumlarında da sol bilincin geliştiği ve devrime ulaştığı örnekler vardı. Ama-hiç kuşkusuz- bir sosyalist için Aydınlanma’nın ve sanayileşmenin yaşandığı ortamlar çok daha uygundu, bu sosyalbilimler açısından kabul gören bir gerçekti. Özetlemek gerekirse, sosyalist kanaat önderlerinin toprak reformuna ve cumhuriyete karşı çıkmaları bilime ve eşyanın doğasına aykırıydı. Bu yazımda Kürt kimliği ve feodalite karşısında sosyalist bir kanaat önderinin tavrının ne olması gerektiğini ortaya koymaya çalıştım. Bundan sonraki yazımda ekonomik geri kalmışlık, her şeyin temeli olan dış dinamikler ve yakın dönem ayrılıkçılık hareketleri ile günümüz gelişmeleri karşısında bir Kürt önderinin yaklaşımlarının ne olması gerektiğini incelemeye çalışacağım… * Bu satırların sahibi olarak, şu noktayı açıklamakta yarar görüyorum. Birçok yazımda Batı’nın ikili karakterinden ve madalyonun iki yüzünden söz etmişimdir.Bu çerçevede Batı’nın kıyıcı ve emperyal çehresine nasıl karşı çıkıyorsam,Batı bilimini,sanatını ve felsefesini-genellikle-sahipleniyorum,Özellikle Batı’nın muhalefette bulunup,birçok ilerici değeri geliştiren yönünü çok büyük ölçüde benimsiyorum.İktidarı ele geçirdikten sonra ürettiklerini ise ciddi bir süzgeçten geçirmek gerektiğini düşünüyorum. Dr. Vakur Kayador Kaynak: odatv.com
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|