|
|
Çöpten BeslenenlerKategori: Ayorum Güncel | 7 Yorum | Yazan: Tayfun Şahin | 30 Kasım 2009 00:25:51 Çöpten beslenen var mı aranızda? Yere düşürdüğünüz bir parça ekmeği, üfledikten sonra mideye indirmekten bahsetmiyorum. Sokaklara yerleştirilen 'çöp kutularının' içine atılan; bir yanında sümüklü mendilin, öbür yanında köpek pisliğinin olduğu; akşam içkiyi fazla kaçırmış bir ayyaşın kusmuğuna bulanmış bir parça ekmekten bahsediyorum.
O ekmeğe muhtaç olmaktan; çöplüğü yaşamınızın devamı için ‘vazgeçilmez’ görmekten söz ediyorum sizlere. Yoksa %99,9’u Müslüman olan bir ülkede, hele de Kurban Bayramı döneminde, “Çöpten beslenen olamaz!” diye mi inanmak istiyorsunuz? Annelerinizin, büyükannelerinizin anlattığı, masalımsı, hikâyelerde; tonton amcalarla, cici teyzelerin mahalledeki her şeyi bilip, ihtiyaç sahibi olanlara yardım ettiği günlerin eskimediğini mi düşünüyorsunuz? O zaman; bayramın birinci günü, ekranlara yansıyan çocukları görmediniz demektir. İstanbul’da, Halkalı’nın orta yerinde, 10-15 yaşlarında, kara gözlü çocukların, taşıyamadıkları kurbanlık artığı ‘işkembe’leri çıplak elleriyle ‘deşip’, evlerine götürdüğünü bilmiyorsunuz demektir. Evde kendilerini bekleyen, başı yazmalı, Anadolu kadınlarının; deşilen işkembeden bulaşan hayvan pisliğine bulanmış çocuklarının, o çocuksu telaşlarını yatıştırmak için, alelacele sudan geçirdikleri ‘işkembeleri’ kaynatıp, ‘açlıkla’ terbiye edilmiş evlatlarına yedirdiğini duymadınız demektir. Oysa bizler, görmesek de, duymasak da, bilmesek de; çöpten beslenenlerin sayısı hızla artıyor bu ülkede. Sadece onlar değil sayıları artan. İşsizlerin, yoksulların, mutsuzların, yalnızların, kısaca ‘ezilenlerin’ sayısı artıyor. Çığ gibi büyüyor sorunlar… Kavgalar, sıkıntılar, acılar katlanarak, neredeyse tamamı oluyor hayatın. Tuzla Tersaneleri’nde ‘ölüm’ sıradanlaşıyor. Patron daha çok kazansın diye, ‘mal’ gibi, ‘kum torbası’ gibi dolduruluyor ‘çaresiz işçiler’, deneme adı altında, ölüm sandallarına. Henüz yirmili yaşlarında onlarca genç; ‘kot kumlama’ atölyelerinde, birkaç ay içinde, ölümü bekleyen ‘yatalaklara’ dönüştürülüyorlar. Bu ülkenin öğrencileri; aç karnına, giriyor soğuk yataklarına. Ama böylesi olaylardan ‘habersiz’(!) yaşayanlar da var elbette. Onlar; çıkarları için her şeyi yapmaya hazır olanlar. Tek dertleri: ‘kendileri’. Sürdükleri sefayı devam ettirebilmek için, yapamayacakları şey yok. Her şey, daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak üzerine kurulmuş onların dünyasında. ‘Din’, onlar için, paravan haline getirilmiş… Düzenleri bozulmasın, halk gerçekleri anlamasın diye durmadan ‘din sömürüsü’ yapıyorlar. Tutarlı olmak, mantıklı olmak gibi dertleri yok. Çöp karıştıran çocukları umursamazlar… Ekmek parası için ölüme giden ‘işçiler’ sadece istatistik değeri taşır onların dünyasında. Ama ‘gözyaşı’ da eksik olmaz gözlerinden. Durmadan ağlarlar. Camide ağlarlar, üniversitede ağlarlar, sokakta ağlarlar… Aslında nerede kamera varsa ve nerede ‘üç beş’ oy kapacaklarını düşünürlerse, orada başlarlar ‘salya sümük’ ağlamaya. Garip bir ‘vicdan’ anlayışları vardır onların. Kendilerine yapılan en küçük harekette, şakşakçılarının da desteğiyle, esip gürler, ‘cadı avı’ başlatırlar. Oysa Ergenekon’un gizli kasası diye içeri tıkılan ama beş parasız olduğu anlaşılan, Kuddusi Okkır’ın, ölümü etkilemez onları. Ferhat Sarıkaya’nın, görevini kötüye kullanması sebebiyle, dönemin Adalet Bakanı’nın da imzasıyla, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından ‘meslekten ihraç edilmesini’; ‘vicdansızlık’ olarak nitelerler. Fakat aynı savcının, beraatla sonuçlanan ve Enver Arpalı’nın hapisteyken, intihar etmesine sebep olan, ’tarihi eser kaçakçılığı’ iddiasını da ortaya attığını görmezler. Yücel Aşkın’ın kalp krizi geçirmesine yol açan o dava, ‘vicdanlarını’ etkilemez. Aslında Türkiye’de süre gelen kavga da budur. ‘Çöpten’ beslenen çocuklar için gözyaşı dökenlerle, kendi çıkarları için gözyaşı dökenlerin kavgasıdır. İşsiz çocuğu için telaşlananlarla, paradan para kazanan oğlunu düşünenlerin kavgasıdır. Bedeninden başka kullanacak şeyi olmayan ‘işçilerle’, onların hayatı pahasına, zenginliğine zenginlik katanların kavgasıdır. Ellerini inançla ‘Tanrısına’ açanlarla, ‘din’ adına soygun yapanların kavgasıdır. Bu kavgada, ‘tarafsızım’ demek; zalimden yana olmak, zulme alkış tutmak, hırsızı korumak demektir. Bu kavgada sessiz kalmak; masum çocukların ‘çöplüğe’ mahkûm edilmesini; işsizlerin, emeklilerin, öğrencilerin ezilmesini ‘onaylamak’ demektir. Bu kavgada gözlerimizi kapatmak; gerçeği inkâr etmek demektir. Sizce, hâlâ, gözlerimizi açma vakti gelmedi mi?
Yorumlarmustafa
{ 20 Aralık 2009 17:13:53 }
Malesef...Herkesin gözü açık,herkes bu manzarayı görmek istiyor.
Behcet Atas
{ 02 Aralık 2009 02:38:02 }
Sayin Hocam, cok guzel bir yazi olmus. Eline, yuregine saglik...
ozkan
{ 01 Aralık 2009 20:08:55 }
bir insan bu kadarmı kelimelere duygu ve düşünce yükler...hemsenin göz nuruna hemde o kelimelere yazık...tek kelimeyle harika ...kalemine sağlık
fatih can
{ 01 Aralık 2009 08:13:33 }
Yazı gerçekten hassas bir konuya değiniyor.Fakat keşke her zaman ve her iktidar varken bunları konuşsaydık 1950-60-70-80-90 yada 2000''li yıllarda bu kadar hassas olsaydık ne bu iktidarı çekmek zorunda kalacaktık ne de bu manzaraları görmek zorunda kalacaktık.
phoenix-suşehri
{ 30 Kasım 2009 14:43:46 }
Öncelikle bu konuyu yazısında içtenlikle dile getirdiği için teşekkür ederim.Bu ve benzeri durumları büyükşehirlerde zaman zaman görmekteyiz;ama beni bir defa çok etkileyen bir olayı paylaşmak istiyorum.Paylaşmadan önce Ankara büyükşehir belediye terminalinde yaşamak zorunda onca insan varken bu devlet hala nasıl sosyal devlet olduğunu iddia edebilir?bu örneği ençok aşti de gördüğüm için dile getirmek istedim.Zamanın birinde Ankara'da bir devlet kurumunda vazifeliyiz.Öğlen yemeği için dairenin yemek hanesi yerine çarşıda birşeyler yiyeyim diye dışarı çıktım.bu gittiğim caddede Ankara yı bilen herkes haberdardır Ankara nın gözde caddelerinden 7.cadde...yemek dönüşü bir de baktım 15,16 yaşlarında bir çocuk çöpü karıştırıyor ve özellikle bulduğu portakal kabuklarını yemeye çalışıyor.düşününce hala midem berbat bir hale geliyor.neyse yanından geçen kimse bu duruma tepki vermeden devam ediyor...tabi biraz şaşkınlık ve üzüntü ile çocuğun yanına yaklaştım ve birşeyler getireyim sana bırak bunları dedim,neyse gittik bir ekmek arası dönerle ayran aldık geldik,yok adam tepkisiz...onlarıda alıyor ama kendinden geçmiş halde...biraz araştırdıktan sonra bunun aslında bir hastalık olduğunu da anlıyorsunuz;ama şunu sorgulamak gerekli bu insanları böyle insanlık dışı duruma düşüren kimdir,nelerdir,hangi şartlardır?makarnacı,kömürcü devlet neden bu durumlara çözüm bulamaz...neyse bu yaptığımın geçici bir çözüm olduğunun farkındayım.işyerine gittim anlatıyorum ne yapsak diye soruyorum kimseden tın yok...boşver sen mi kurtaracaksın edasında çoğu...neyse çocuk esirgemeye vb.yerlere telefon ediyoruz ya karşımda neredeyse beni azarlamaya kalkacak ''hükümet'' memuru ya da ''devran'' memuru ya da salla şeklinde davranan görüş belirten memurlar...neden mi hükümet veya devran memuru olarak niteliyorum o memurları...Devlet memuru olmak sorumlu ve iyi bir insan olmayı gerektirir...kısaca böyleydi yaşadıklarım.benim düzensiz ve özensiz anlatımım için özür dilerim;ama yazar o kadar iyi dile getirmiş ki yaşanan trajedileri bunun üstüne sadece gördüğüm bir insan manzarasını aktarmaya çalıştım.aslında bu yazıları okumak bile istemiyorum artık...cinnet geçirmekten korkuyorum...kalkıp Tanrı dan elçiden bahsedenlerin dağda domuzu eksik ve duyarsız olmaları...ne diyelim Hepsinin Allah bel.....
nihat ziyalan
{ 30 Kasım 2009 07:24:37 }
ALNINDAN ÖPERİM,
bu yürekli dürüst yazı için ne desem azdır. kutlayarak alnından öpüyorum. sydney'den dostlukla. nihat ziyalan promethe
{ 30 Kasım 2009 06:05:29 }
yorum yapacak birseyler dusunuyorum fakat bu yazinin uzerine ne soylenebilir ki ? eline yuregine saglik
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|