|
|
Yeniden başlamak - ya da sondan önceki dinginlikKategori: Yaşam | 2 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 28 Ekim 2009 21:45:17 Sitenin girişinde kocaman bir su deposu vardı. Yol kenarına dizilmiş tatil siteleri, çiçek seraları, bambu bahçe mobilyası satan mağazalar, Çiftlikköy'e yaklaştıkça sayıları artan mantıcılar, ekmek fırınları, marketler ve neden burada yoğunlaştıklarını anlayamadığım Safranbolu lokumcuları otobüsün camında kayıp giderken, kaçırmamak için dikkat kesilmiş, su deposunu gözlüyoruz.
Yolun karşı tarafında da depremde yıkılan caminin yerine yapılmış cılız minareli çelimsiz yeni bir cami varmış. Sağ yanda su deposunu ya da sol yanda camiyi görünce geldiğimizi anlayıp otobüsten ineceğiz.
İşte, depo. Hala orada...
Sürücüye önceden söylemiştik ineceğimiz yeri ama belli mi olur, bakarsınız unutur. Biz seslenince otobüsü durduruyor, aşağıdaki otlu çakıllı engebeli toprağın üzerine birazcık gürültüyle atlıyoruz. .
Eskimiş, boyası bozulmuş deponun. Artık kullanılmadığı belli. Aklımda kalandan da küçük.
Su deposunun karşısında, site girişinin öbür yanında bir lokanta var. Camında solmaya yüz tutmuş sözcükler: Gözleme. Mantı. Hinkal. Çiğ börek... Kapısının önünü otlar bürümüş ıssız ve kederli lokantayı daha önce görmediğimi düşünüyorum. Bu da bana buraya ne denli uzun zamandır gelmediğimi hatırlatıyor. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde her yaz tatilinin birkaç gününü geçirdiğim bu yeri aklımdan bile geçirmediğim yıllar içinde, burada bir lokanta açılmış ve kapanmış. Şimdi kim bilir nerelerde olan, belki de depremin dokunuşuyla yaşamları değişmiş kadınlar erkekler, çocuklar gölgelerin oynaştığı bu yalnız bahçede mantı, gözleme yemişler. Neler konuşmuşlar, neler yaşamışlar kim bilir...
Marmara kıyısında, apartmanların ipteki çamaşırlar gibi yan yana dizildiği bir yazlık siteydi burası.
Çakıllı toprak yoldan sitenin içine doğru yürüyoruz.
Tedirgin edici bir şey var çevrede. Site terkedilmiş sanki. Yakışmayan, yakıştıramadığım bir sessizlik her yerde.
Deprem yıkmış dağıtmış, almış götürmüş buraları; şimdi görünür hiçbir iz olmasa da belli. Huzursuz havada, donuk apartmanlarda, soluk yüzlü çimenlerde belli.
Oysa yaz tatini geçirmeye gelenler var, biliyorum.
Sitenin merkezindeki alana doğru dümdüz bir çizgi gibi inen tozlu ve boş yol, hüzünlü birkaç apartman, çaresizliğimizi, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini, herşeyin son bulmaya yükümlü olduğunu bir kez daha hatırlatıyor gibi.
Zaman durmuş sanki. Uzaktaki apartmanın önünde kıpırtısız iki kişi. Balkonlar boş...
Kumsalda yalnız ve aldırışsız dalgalar.
Sıra sıra apartmanların olması gereken yerlerde boşluklar var şimdi. Yıkılanların yerine yenileri yapılmamış. Dişleri çekilmiş bir ağız gibi orası burası boş. Yaralı.
Havada asılı olan korku mu? Acı mı? Tam tersine bunlardan arınmışlık mı? Bilmiyorum ...
Tozlu yolun bittiği yerde yaprakları hafif rüzgarla dans eden bir koca çınar... Terkedilmişliğin ortasında güzelliğiyle büyüleyici. .
Bir ağaca onu gerçekten görerek baktınız mı hiç? Yapraklarının ışıltılı kıpırtısını, kimi zaman nazlı kimi zaman çılgın devinimini, her birinin o kendine özgü ve muhteşem biçimini, rengini gerçekten gördünüz mü? Bir ağacın tatlı tatlı ısıtan güneşin altındaki dingin keyfini fark ettiniz mi? Bulutlu kara bir günde nasıl da uyanık ve güçlü olduğunu?
Göğün mavisini, güneşin pırıltısını bir ağacın ıpıldayan yapraklarının arasından seyrettiniz mi hiç?
Bir ağacın, ister bir deli ağaç olsun ister suskun bir ağaç, kıpır kıpır yapraklarında etkileyici bir şeyler var.
Çınarın altına birkaç tahta bank yerleştirilmiş. Burası sitenin en güzel yeri, belki de tek güzel yeri.
Teyzem çınarın altında, bankta oturuyor. Otobüsün geliş saatinde bizi orada bekleyeceğini söylemişti. Yanında bir kadın. Geldiler seninkiler, diyor teyzeme, başıyla bizi gösteriyor. Teyzem çoktan gördü, kalktı yerinden.
Kadın bize elini uzatıyor. Hoşgeldiniz. Sefa geldiniz. Nuran hanım, bak bunlar sana geldi. Ah! Benim gelenim kalmadı. Arayanım soranım kalmadı. Kodular beni buraya gittiler. Bir başıma debelenir dururum koca gün. Nasıl geçer koca gün? Para da yok. Ne yer ne içersin Makbule, soran mı var. Ablam kızının peşinde. Kocaman evleri var Bursa’da. Çok iyi halleri vakitleri. Gittim. Gittim evine. Beni de götürdüler. Ama hep gideyim istemezler. Canları istemez. Onlar ana kız gezerler. Ben burda oturayım. Bir başıma.
Annem Makbulanım’la daha önce tanışmış olmalı.
Hep öyle, Makbulanım. Herkesin hayat gailesi ayrı. Ne yapacaksın. Biz de öyle hep gelemiyoruz ya...
Rahatlatmaya mı çalışıyor, yoksa Makbulanım’ın yüzüne dikilmiş gri mavi tuhaf bakışlarından kurtulmak için mi bir şeyler söylüyor belli değil. Teyzem bıkkın yüzüyle uzaklara bakıyor.
Boynunda kalın bir altın zincir var Makbulanım’ın. Solmuş çiçekli poplin elbisesinin yakasından içeri bir de altın kolye sokulmuş. Kulaklarında altın küpeler. Çok yıkanmaktan derisi kurumuş bacaklarını kımıldatmadan sırtı dimdik oturuyor. İyice eskimiş terliklerinden birini çıkartmış, terliğin üzerinde sararmış tırnaklı kemikli ayaklar.
Nasılsınızdır? İyisinizdir inşallah.
Değişik bir aksanı var.
Çok değişmiş burası, diyorum kime söylediğim belli olmadan.
Depremden sonra görmedin sen, diyor teyzem, Korkunçtu herşey. Çok kişiyi kaybettik.
Depremin üzerinden on yıl geçti. Ondan önce de bir sekiz on yıl vardır. Yaşamın içinde kaybolduğum yıllardı, hani şu hiç sevmediğim deyimdeki gibi, kaçmaktan kovalamaya vakit bulunmayan yıllar. Depremden bir yıl sonra Türkiye’ye gittiğimde ise, dört haftalık kısa yolculuğuma Yalova’yı da sığdırmak aklıma gelmemişti.
Makbulanım anneme anlatıyor.
Ben çok gün gördüm. İyi gün gördüm... Kocam iyi adamdı. Saydı sevdi beni hep. Yugoslavya’dan yeni gelmişiz. Yeni gelinim daha. Kaynanam cadı ah o kaynanam. Ama beyim ezdirmedi beni. Ana kendini de Makbule’yi de üzmeye değer mi dedi. Çocuğum da olmadı. Çok istedim olmadı. Ne yapalım Makbulem dedi benim adam, böylesi yazılıymış alnımızda. Kardeşimin çocuğu var. İki kız, bir oğlan.
Eh, onlar da sizin çocuğunuz sayılır Makbulanım.
Annem, hadi artık eve gitsek der gibi bakıyor teyzeme.
Blüzü pek güzel kızın, diyor anneme, bakışıyla beni işaret edip. Ben anlarım iyi kumaştan, iyi dikişten.
Oysa üzerimde yıllar önce aldığım, yeni kalmış bir blüz var. Belki siyah beyaz küçük desenli kumaşını sevdi Makbulanım.
Gün gördüm ben. Terzi elinden çıkma ne elbiselerim var ama dolapta dururlar, giymem. Çünkü giyersem anlarlar halim vaktim iyidir, Göze batarım. Kötü dolu ortalık. Bir başıma kadınım.
Ama o zaman altınlarını da takmasan Makbulanım, diye geçiriyorum içinden. Hem az önce para yok pul yok, arayıp sormazlar, ne yer ne içer demezler dememiş miydi?
Sanki herşey gerçeküstü. Boş tozlu yol, ıssız sahil, ilerdeki apartmanın önünde hareketsiz iki kişi... Kurumuş çimenlerin üzerine bırakılmış bisiklet. Makbulanım...
Sonunda, Makbulanım’a veda edip, eve doğru yürüyoruz.
Yıkılmadan kalan birkaç apartman sözde güçlendirilmiş
Merdivenler, küçük bir çocukken bana çok değişik gelen bir mimari biçimiyle, her daireye dışarıdan ulaşılmasını sağlar biçimde yapılmış..
Birinci katın sonundaki geniş basamakta uyuyan köpek biz geçerken kımıldamıyor bile. Öylesine boş vermiş.
Akşam yemeğinden sonra lokale gideriz, herkes orda toplanıyor geceleri, diyor teyzem.
Ansızın inen gecenin eşliğinde önemsiz şeylerden söz ederek yemeğimizi yiyoruz.
Lokali hatırlıyorum. Kızlı erkekli grupların toplanıp, konuşup gülüştükleri bir salon ve hemen önünde denizle kumun yanıbaşındaki masalar. O mutlu yer. Neşeli genç sesler...Müzik... Kimi zaman kasetten, kimi zaman coşan genç kızlardan erkeklerden gelen ve yukarıda, balkonda otururan biz çocukların kulaklarına ulaşıp, içimizi hevesle dolduran şarkılar.
Şimdi, çok yıllar sonra, donuk sarı lambalarla ay ışığının birleşerek yolunu gösterdiği lokalde tek bir masanın çevresine toplanmış konuşmadan oturan dokuz, on kişi, gündüz öğle güneşinin yıkadığı tozlu ve bomboş yol denli gerçeküstü görünüyor.
Selam verip ayrı bir masaya oturuyoruz.
Karanlık deniz, dalgaların kumsalla buluştuğu anlarda duyulan güçlü ve tok sesle “ben burdayim” diyor sessiz gecenin içinden.
Biz istemeden çaylar geliyor. Site yöneticisi çay ocağının başında, belli ki çayı o demlemiş. Genç bir çocuk tepsiyi dolaştırıp, dağıtıyor. İkinci çay isteyen kalkıp kendi dolduruyor bardağını.
Birden müzik başlıyor. Nilüfer söylüyor... Dünya dönüyor sen ne dersen de....
Konuşmadan müziği dinliyor, çayımızı içiyoruz.
Kimse gece on ikiden önce eve gitmiyor, diyor teyzem.
Daha sonra, karanlıkta yatıp uyumaya çalışırken, henüz çocuk olduğum ve erken yatırıldığım bir geceyi anımsıyorum. Gene bu evdeyim. Yatağımın hemen yanında apartmanın yan tarafındaki çimenlik alana ve patikaya bakan pencere var (depremden sonra apartman güçlendirilirken nedense yok edilmiş bu pencere). Saat henüz gece on bir buçuk ve dışarıda capcanlı, dopdolu, sıcak ve mutlu yaz gecesi sürüp gidiyor. Ansızın açık camdan gelen ağlama sesiyle irkiliyorum. Merakla pencereye koşuyorum, aşağıdaki duvarın üzerine bir genç kız ve erkek oturmuş. Kız hıçkırarak ağlarken, genç çocuk onu kolundan tutmuş, yatıştırmaya çalışıyor, özür dileyen kırık sözcükler mırıldanıyor.
Onu böylesine üzen şey ne olabilir diye düşünüyorum, ne yaşamış olabilir, Hayatın ne denli gizemli olduğunu düşünüyorum sonra ve kimi zaman ağlayacak bile olsam dopdolu bir hayat yaşamak istediğimi....
Sabah kahvaltıda konuşuyoruz. Yan dairedeki eczacı hanımla eşi her yaz geliyorlar, diyor teyzem. Onlar burada tanışıp evlendiler. İkisinin ailesinin de evi vardı burada. Tanıştıklarında kız eczacılıkta okuyordu, çocuk hukukta.
Bir de birbirini çok seven iki genç vardı, bak şimdi adlarını hatırlıyamıyorum. Kızın babası karşıydı ilişkilerine, unutsun diye İngiltere’ye göndermişti kızını. Kız gitti, döndü, sonunda gene de evlendiler..
Yıllar önce penceremin altında hıçkıran genç kız, dün lokalde karşılaştığımız asık yüzlü eczacı hanımmıydı yoksa? Ya da babasının İngiltere’ye gönderdiği kız... Belki de bambaşka biri. Bu sitede çok sevda yaşandığını duymuştum...
Dışarıda yeni bir gün var.
Kumsala doğru yürüyorum. Makbulanım yürüyüşe çıkmış. Hiç yemeğim kalmadı, diyor, sabah kahvaltı akşam kahvaltı. Ne biçim komşu bunlar. İnsan bir yemek getirmez mi, Makbulanım buyur ye demez mi. Bir başıma insanım.
Kumsal bomboş. Deniz sakin. İskelede biri oturuyor. Lokalin çatısına beton dökülerek oluşturulan alanda bir kadın ve bir erkek güneşleniyorlar.
Hepsi bu...
Yeni bir başlangıcı mı yaşıyor site, nekaheti mi, bilmiyorum. Belki de sondan, yok oluştan önceki dinginliği...
Ağustos 2009 İstanbul – Ekim 2009 Sydney
Yorumlarnilgün karababa
{ 15 Haziran 2010 05:22:01 }
iyi ki sizi buldum. sessiz sedasız seyrederken kainatı; elbet vardım olduğum yerde, rengim belli.
hiç bir şey söylemek istemiyorum artık size; sağlıklar dilerim ruhunuza. benim için yazın, yazın... deniz kızı
{ 29 Ekim 2009 08:21:15 }
"Bir ağaca onu gerçekten görerek baktınız mı hiç? "
Diğer Sayfalar: 1. sevgili Saba, herşeye artık görerek bakacağın bir uzun yolculuğa çıktın değil mi? ne güzel! insanın gördükçe de paylaşası geliyor değil mi? ne güzel! yüreğine sağlık. gözüne görüşüne.... sevgilerle........
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|