|
|
Yine İstanbulKategori: Yaşam | 5 Yorum | Yazan: Saba Öymen | 12 Ekim 2009 09:56:00 İstanbul on üç ay once bıraktığım gibi. Arap turistlerle sarılmış havaalanında yürüyorum. İşte annem ve babam... Kucaklaşıp dışarı çıkıyoruz. Uğultulu kalabalığa bakıyorum kısa bir an. Yine oradayım. Sayısını unuttuğum o dönüşlerden birinde. Bekleyen taksilere doğru ilerliyoruz.
Havaalanını çevreleyen gri semtlerden geçip Boğaz Köprüsü’ne ulaştığımızda İstanbul göğünde her zaman rastlanması mümkün olmayan dupduru maviyi, bulutların pamuksu beyazını fark ediyorum. Pırıl pırıl bir güne başlıyor İstanbul. Sabahın bu erken saatinde henüz tek tük insan olan sokaklardan geçerek eve ulaşıyoruz. Taksiden inince sokağı dinliyorum. Sabah havası serin, temiz. Yirmi iki buçuk saat süren yolculuktan sonra İstanbul’a akşam değil de, yeni bir gün başlarken varmanın hoş bir tadı var. Bir yaz sabahını selamlayarak varmanın. Duvarın üzerinde kıvrılmış uykulu bir kedi. Köşedeki bakkal dükkanının önünde kaldırım yıkanmış. Çocukluğumun çok sevdiğim yaz sabahlarını, mahalllemizin bakkalının, manavının dükkanın önünü yıkayarak güne başlayışını anımsıyorum. Öyle tanıdık ki serin ve sessiz yaz sabahında sokak... Bu sokak herhangi bir İstanbul sokağı olabilir ya da bildiğim bir başka Türkiye şehrinin sokağı, önemli değil. Yaz sabahında bir sokağın beklenti dolu durgunluğunu, sıcak güne teslim olmadan önceki tatlı serinliğini ve bu tanıyor olma, biliyor olma duygusunu belki de yalnızca çocukluğu bu sokaklarda geçmiş, şimdi uzakta yaşıyor olan biri fark edebilir. Apartmanın yan tarafındaki, araba parkına çevrilmiş alanın ortasında hep aynı yalnızlığıyla tek başına duran ceviz ağacının yaprakları hafifçe kımıldıyor. Altmış belki de elli yıl önce apartmanların yerinde yazlık köşkler, büyük bahçeler varmış buralarda. Gelinli, görümceli, eltili; valideli pederli büyük aileler sünnet düğünleri, şenlikler yaparlarmış bahçelerde. O yıllarda genç bir kız olan komşumuz anlatmıştı. Sıradan bir gün bile olsa, yaz gecelerinde bahçeye uzun masalar hazırlanır, evin kadınları Batılı kadınlara öykünen şık giysilerle yemeğe inerlermiş her akşam. Akşam üzerleri ağaçların altındaki hasır koltuklarda hep birlikte nakış işleyen kadınlar, çimenlerde yuvarlanan çocuklar düşlüyorum. Aklıma Amerikalı ressam Daniel Ridgway Knight’ın Sewing Circle adlı tablosu geliyor. Bir köy evinin yanındaki çimenlikte, evden çıkarıldığı belli olan tahta sandalyelere oturmuş, konuşarak dikiş diken köylü kadınlar vardır bu tabloda. Sade, mutlu, yaşamdan haz alır görünürler. Sanki toplanmış dikiş dikerek hayatı kutluyorlardır. Yapılacak işler için listeler hazırlamak, aynı anda bir dolu şeyi düşünmek, pek çok şeyi yapmaya çalışmak yerine yalnızca ellerindeki dikişi yaşıyor, yalnızca onu fark ediyor gibidirler. Belki de kadınlar eskiden daha mutluydular. Bir an durup rahat bir nefes almayı unutacağımız, ne yapıyorum ben diye sormayı düşünemeyeceğimiz bir hayatı hangimiz isterdik? Rekabete dayalı toplumun ilişkilerine ayak uydurmaya çalışırken paylaşmayı unuttuk. Yalnızlaştık. İçeri giriyoruz. Yazın sıcak günlerinde bile serin olan bu apartman girişini severim. Romanlarda yaşlı bir kadını tanımlarken çok kullanılan kalıplaşmış bir söz vardır; gençliğinde çok güzel olduğu belli oluyordu denir. Bu apartman da öyle tanımlanabilir bence. Bir zamanlar çok güzel, ya da peki peki, bir apartmana hiçbir zaman çok güzel denemez diye düşünürsek, bir zamanlar güzelce olduğu, aydınlık yüzlü mutlu neşeli iyimser bir apartman olduğu her halinden belli oluyor sanki. Son ayak basışımın üzerinden on üç ay geçse de, hangi katta hangi dönüş noktasında basamakların iyice daraldığını unutmadığım mozaik merdivenleri tırmanıyorum. Birazdan caddedeki fırından simit almaya gideceğiz ama önce ağır valizimi eve, dördüncü kata çıkartmalıyız. Kimi dairelerin kapısında herhalde geçen yılbaşında takılıp sonra orada bırakılmış çelenkten yılbaşı süsleri var. Amerikan filmlerinde göre göre hepimiz için doğallaşmış olan bu süsler, yeni yılın heyecanıyla, keyfiyle takılmış ve sonra çıkartılmaları kimsenin içinden gelmemiş olmalı. Sydney’de Noel yaklaşırken ışıklarla donatılan evleri, Noel ve ardından yılbaşı gelip geçse de kaldırılmayan, ışıkları yakılmasa da orada öylece bırakılan süslemeleri hatırlıyorum. Kimsenin tahammülü yok beklenenin, özlenenin geçip gidivermesine. İstanbul’a sabah varıyor olmanın ardından kahvaltı keyfi geliyor. Birazdan yeni demlenmiş çayın kokusu evi saracak, masa çeşit çeşit Türkiye peyniriyle, reçeliyle, közlenmiş biberle, domates, salatalıkla bezenecek. Simit olmazsa olmaz. Uzun uçak yolculuğundan sonra fırına kadar yürümek iyi gelecek. Tatilimin ilk İstanbul sabahının tadını duyumsayarak, bir yandan konuşarak yavaş adımlarla yürüyoruz. Başlangıçlar sonun başlangıcı olmaktan başka bir şey değil elbette. Tatilimin ilk kahvaltısı için simit ve poğaça alıp eve dönerken bunun bir süre sonra sona erecek Türkiye kahvaltılarının ilki olduğunu düşünmesem de çok iyi biliyorum. Bu yıl İstanbul yolculuğum bir yaz sabahında başlıyor ama çok sevdiğim eylül günlerine dek sürecek. *** Avustralya’dan Türkiye’ye tatile gidip dönenlerden çok duyulan bir cümle vardır. Aman! Istanbul’da yaşanmaz. Tatile gidip geleceksin, o kadar. İstanbul’daki kirlilikten, kalabalıktan, kültür karmaşasından, yoksulların daha yoksul, zenginlerin daha zengin oluşundan, çarpık yapılaşmadan söz ederler İstanbul’da yaşanmaz diyenler. Oysa İstanbul’da bütün bunlara karşın ve bütün bunlarla birlikte yaşanabilir, yaşamak istenebilir. Kimi zaman insanı isyan ettiren trafiğine, gri yüzlü çirkin apartmanlarına, adım başında karşınıza çıkan dilencilerine karşın yaşamak istenebilir. Çünkü onlar Galata köprüsünün altında yenen balık ekmek kadar, Türk kahvesi kadar, sokaklarda özgürce gezinen kediler, esnafın el birliğiyle baktığı köpekler, köşe başlarındaki Çingene çiçekçiler kadar İstanbul gerçeğinin parçaları. Belki de İstanbul’da bir süre yaşamış bir Avustralyalının İstanbul’u seviyorum, bu şehirdeki enerjiye aşığım demesi bundandı. Ramazan’da Türkiye’de olduğum için herhalde, her sokağın başında, her köşenin dönüşünde dilenciye rastlıyorum. Kimi de dilenmek yerine zorla bir şeyler satmaya çalışıyor. Kağıt mendil ya da Yasin veya namaz sureleri gibi kitaplar. Aralarında bu işi meslek edinmiş dilenciler vardır ama nereden bileceğim eli yüzü düzgün temiz pak adamın gerçekten evine ekmek götürmek için kağıt mendil satmaya çalışmadığını? Her zaman için iki olasılık var değil mi? Ramazanın ilk gecesi davulcunun güçlü ritmik vuruşlarıyla gazaba gelmiş gibi gürlüyor davul. Uyanıyorum. Tuhaf rahatsız bir uyanış. Neredeyse korkunç bir ses bu. Gene de hoşuma gidiyor. Çocukluğumun kış ramazanlarını, bölünmüş uykularımı, kalabalık ailenin yakın uzak üyeleriyle yenen iftar yemeklerini, iftardan sonra geçen bozacının boza kaymak diye bağırışını, bozanın yoğun tadını hatırlıyorum. Daha sonraki geceler gene duymak istememe rağmen davulcunun sesini, duymuyorum. Gece içinde ara ara uyandığımda ses yok. Ya geçmiş gitmiş oluyor davulcu, ya daha geçmemiş. Yeniden uykuya dalıyorum. O kadar geç yatıyoruz ki geceleri, davulcuyu işitmememe şaşmamak gerek. *** Bu yılki tatilimin iki sıra dışı olayı, kimini yirmi beş yıldan fazla bir süredir görmediğim üniversite arkadaşlarımla ve daha da uzun zamandır görmediğim lise arkadaşlarımla buluşacak olmam. Kucaklaşmalar, bağrışmalar… Birbirine, inanamıyorum, yirmi beş yıl mı oldu, hiç değişmemişsin ya da sokakta görsem tanımazdım, diyen sesler… Herkes yıllar önce yaşanmış günlerden bir şeyler anımsıyor. Bir öğretmene yapılan şaka... İçimizden birinin yaş gününü nasıl kutladığımız... Hep birlikte yapılan bir lunapark gezisi... Eski fotoğraflar önümüzde. Her birine tek tek bakıp, o günü, kameraya gülümsediğimiz tam o anı hatırlamaya çalışıyoruz. Resimlerdeki kimi yüzler geçen yirmi beş belki otuz yıl boyunca hiç aklımıza gelmemiş. Adlar unutulmuş. Birbirimize soruyoruz. Şu arka sıradakinin adı neydi? Ya da ansızın birini anımsıyoruz. Sema ne yapıyor bilen var mı? Bu heyecan... Bu haz... Neden böylesine mutlu olunuyor eski arkadaşlarla bir araya gelinince? Tasasız gençlik günlerine duyulan özlem mi? Uzun ve hayallerimizi gerçekleştireceğimiz bir yaşamın bizi beklediğini düşündüğümüz günlere. Coşkulu belki de huzurlu ama nasıl olursa olsun dopdolu, heyecan verici ve mutlu bir hayat bekiyordu bizi. Acıların mutsuzlukların da olabileceğini düşünmedik. Hayatın sıradan olabileceğini hiç düşünmedik. Bir zamanlar biz olan umut dolu genç insanı yeniden görüyoruz eski arkadaşlarımızda. Belki hayatın ötekilere nasıl davrandığını görmeyi de isiyoruz, mutluluğun da mutsuzluğun da herkese eşit dağıtılmış olup olmadığını bilmeyi... Aradan yıllar geçtikten sonra yeniden bir araya gelen arkadaşları anlatan romanlar sürekli olarak çok satanlar listelerinde yer alıyor. Kuzey Amerika’da okulların mezun toplantıları öylesine yerleşmiş bir gelenek ki, insan bilimciler bu konu üzerine çalışmalar yapıp kitap yayınlıyorlar. Facebook, Classmate gibi siteler sürekli üye kazanıyor, sanki insanlık yıllardır bunu bekliyordu. Gece ışığında güçlükle fotoğraflara bakmaya çalışılırken içimizden biri, hadi hadi diyor, ne saklıyorsunuz gözlüksüz göremediğinizi, çıkartın şu yakın gözlüklerinizi. Atılan kahkahalar ılık yaz gecesindeki lacivert İstanbul göğüne karışıyor. Belki de herkes birbirine ve kendine rol yapıyor. Söylenecek sözler hazır: Her yaşın ayrı güzelliği vardır. İnsan göründüğü değil hissettiği yaştadır. Ama rol değil bu. Gerçekten de yaşam anlamsızlık içinde öylesine anlamlı ki, garipliği nedensizliği içinde öylesine güzel ki, ne bozulan gözlerin önemi var, ne ilerleyen yaşların. Herşey aslında hep güzel. İstanbul’da ağustosta başladığım bu yazıyı Sydney’de bir ekim akşam üzerinde bitiriyorum. Bir ara mola verip msn’e giriyorum. Bir ay once birlikte olduğum arkadaşlarımdan ikisi İstanbul’dan, biri California’dan bağlanmış. İstanbul’un sabahında, California’nın gece yarısında, Sydney’in akşam üzerinde bir saatten fazla sohbet ediyoruz. Bahçelerde toplanıp nakış işlemesek de, bizim de teknolojimiz var. Ağustos 2009 - İstanbul / Ekim 2009 Sydney
Yorumlargulcihan tasöz kahyaoğlu
{ 30 Nisan 2013 17:34:31 }
sabacım harika yazmışsın akademide ne çok arkadaşmışız yazmaya yatkın...yıllar sonra gene yazılarımız buluşturuyor bizi bir yazımda seninle aynı kelimeleri kullanmışız inanilmaz..ayorum daki yazılarını okuyorum hepsi çok güzel ...kitabın için tebrik ediyorum...yolun açık olsun.....
levent ketenci
{ 09 Aralık 2009 12:19:40 }
Sevgili Saba
Bugün yazılarını okurken İstanbul'a senin penceren'den baktım ve o sade ifadeler'le yalın cümlelerle kurduğun yaşamdan kesitlerin şahsen benim ruhumda tatlı bir istanbul esintisi bıraktı.ne olur yazılarınla bizleri beslemeyi ihmal etme Evin Doğan
{ 21 Ekim 2009 10:19:16 }
Canım benim oyazıyı yazanın sen oluşu , benim arkadaşım oluşun çok güzelmiş .Kendimide yazının içinde bulmak ayrı bir keyif verdi.Ellerine sağlık canım arkadaşım.Tekrar farklı şeyler paylaşabilmek için yeni yazılarını ve İstanbulun yazını hasretle bekliyorum.....
NAZAN KAZAK
{ 14 Ekim 2009 12:42:23 }
Sevgili Saba merhaba..karşılaşmak çok iyi oldu.İstanbul yazını zevkle okudum..Birçok yerde kendimi buldum.İçten,sade güzel bir anlatımın var.Emeğine sağlık.2 yazını daha okudum.Diğerlerini de zamanla okumayı umut ediyorum.Ada''dan kucak dolusu SEVGİLER,SELAMLAR
Sezen Muslu
{ 13 Ekim 2009 11:38:13 }
Eline diline sağlık arkadaşım. İyiki teknolojimiz var. İstanbul şimdi önümüzdeki yazı bekliyor. Eski arkadaşlar bir araya gelsin, simitler yenilsin diye. İstanbul ne olursa olsun herşeyi ile güzelsin. Adası, Modası, Sarayları, konserleri, dostlukları say say bitmeyen özellikleri ile. Yeniden İstanbul da bir arada olmak üzere.....
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|