|
|
Tasavvuf EdebiyatındaKategori: Felsefe | 0 Yorum | Yazan: Metin Bobaroğlu | 14 Eylül 2007 15:07:29 Bilindiği gibi dünya edebiyatında simgesel anlatım çok yaygındır. Bu edebiyatın bir betimleme sanatı olmasıyla yakından ilgilidir. Felsefi kavramların açık seçik olmasına ve yalnızca insan usuna yönelik oluşturulmasına karşın, edebi metinler akıl ve duyguya aynı anda seslenebilmek için simgesel betimlemelere ağırlık vermiştir.
TASAVVUF EDEBİYATINDA CEVİZ SİMGESİ Bilindiği gibi dünya edebiyatında simgesel anlatım çok yaygındır. Bu edebiyatın bir betimleme sanatı olmasıyla yakından ilgilidir. Felsefi kavramların açık seçik olmasına ve yalnızca insan usuna yönelik oluşturulmasına karşın, edebi metinler akıl ve duyguya aynı anda seslenebilmek için simgesel betimlemelere ağırlık vermiştir. Tasavvuf edebiyatının edebiyat yazımı içinde özgün bir yeri vardır. Çünkü onun kullandığı simgeler yalnızca günlük yaşam duygu ve ruh hallerine yönelik değil, aynı zamanda belli bir “erek-bilimsel” bağlamda eğitim amaçlı, simgesel anlatım yolunu tutmuştur. Bu anlatı kişiliğin yeniden kuruluşu için yöntemli bir yol izlemektedir. Tasavvufa göre doğal bilinçle kendini sınırlamış insanın varoluş gayesine göre kişiliğinin yıkılıp yeniden özgürce yapılandırılması gerekir. Bu yeniden yapılanma süreci “seyr-i sülûk” diye adlandırılmıştır. Bu içsel dönüşüm süreci individüel olduğundan, içsel yaşantılar zihnin kavramlarıyla açığa vurulamamaktadır. Görünmeyeni görünür kılmak için ise sanatsal bir yolla bu yaşantı ve deneyimler görünür âlemden bazı benzetmeler, misaller ve alegoriler ile eşleştirilerek dile getirilmiştir. Simgesel anlatımın kavramlarla açıklanamayanı betimlemede kullanılması yanında, bir de dinlerin dış yorumunun doğuracağı baskı ve taassuptan sakınmak için şifreleme amaçlı kullanıldığı da görünmektedir. Zaten “Tasavvuf” taassubun karşıtı olarak ortaya çıkmış bir anlatım dilidir. Dünyadaki diğer mistik geleneklere oranla Türk Tasavvufu, simgesel anlatımda daha büyük üstatlar yetiştirmiştir. Bu dili doruklara taşıyan sûfi, ozan, şair ve ediplerin sayısı oldukça çoktur. Sûfi’ler, insanın varoluş gayesiyle ilgili Tanrısal sırları şifreli bir biçimde dile getirerek cahillerden saklayıp ariflere açmışlardır. Bir sûfi öz deyişi şöyle der: “Ehline helâl, na ehle haram” Bu şifreleme belli bir geleneğe bağlı olarak oluşturuldu için, geleneğe bağlanmayan insanlar bu dili anlayamazlar. Bu simgesel dile sûfiler “Kuş-dili” demişlerdir. Yunus Emre bir beytinde şöyle der: “Süleyman kuşdili bilir dediler, Süleyman var, Süleyman’dan içeru.” Feriduttin-i Attar adlı bir sûfi, “Mantık-ı Tayr” adlı (ki kuşdili demektir) bir özgün eser yazmıştır. Bu kuşdilini öğrenmek isteyen talipler, önce nefs terbiyesinden geçirilir; arınma ve aydınlanma aşamalarından geçirilerek ahlâkı güzelleştirilir ve ondan sonra sırlara agâh olurlar. Sırlar talibe derece derece açılır. Talip sırların yükünü kaldıramadığı zaman “göğsü genişletilir”, yani anlayış, nitelik ve kapasitesini artıracak mistik deneyimler uygulanır. Bu sırlar için Hz. İsa inci deyimini kullanmış ve “incileri domuzların önüne atmayın” demiştir. Simgelerin hem örtücü hem de açıcı özellikleri vardır. Simge akıldan çok sezgiye hitap ettiği için belli bir ruh olgunluğu ve belli bir estetik duyarlık olmadan örtüleri kaldıramaz. Antik Mısır menfiz tapınağının girişinde yüzü peçeli bir kadın heykeli bulunmaktadır. Bu heykel İsis’in heykelidir ve üstünde ilginç bir yazı bulunmaktadır: “Hiçbir ölümlü yüzümdeki örtüyü kaldırıp yüzümü göremez.” Sûfî geleneğimizin kökleri çok eskiye dayanır. Bir yanı Hind’de bir yanı Eski Mısır’dadır. Sûfî’nin deneyimlediği mistik haller dile getirilemez olduğundan zorunlu olarak simge alegori ve teşbih sanatını kullanmışlardır. Kavramlar olguları tanımlar, ruhsal halleri ve duygulanımları değil. Ruhsal haller ancak benzetme dili ile anlatılabilir. Her ruhsal hâl onu deneyimleyen insân sayısı kadar farklılık arz eder. Bu nedenle hiç kimse bir diğerinin yaşadığını tam olarak bilemez ve kendi yaşadığını da tam olarak dile getiremez. Bu nedenle ancak işaret eder. İşte bu işaret dili simgesel bir dildir. Yinelersek, kavramlar olgulara karşılık gelirken, simgeler yaşantılara karşılık gelir. Bu bakımdan sûfîlerin simge dilini seçmeleri keyfi değildir. Ruhsal deneyim ve iç görüler simgesel bir temsil yoluyla zihne ulaşırlar. Buna en iyi örnek rüyalardır. Freud’un da belirttiği gibi rüyalar yorumlanmaya muhtaçtırlar ve bu ancak rüyaların simgesel yapısını çözmekle olanaklıdır. Kavramlar tek anlamlıdır buna karşın simgeler ise çok anlamlıdır. Her simge bir anlam çoklusunu birliğe getirici rol oynar. (simbolon: bireşim) Rüyalarda ortaya çıktığı gibi bazı simgeler arketipal bir nitelik taşırlar. Bu türden simgeler irâdî değildir. Bu nedenle ortaya çıktıkları kişilerce de bilinmezler. Ancak ruh çözümleme üstadlarınca (mürşid) anlamlandırılırlar. Diğer bazı simgeler ise irâdî olarak gizleme amaçlı ya da şifre olarak kullanılmıştır. Bu tarz bir şifreleme ise ancak belli bir gelenek içinde olanaklıdır. Özetleyecek olursak, sûfî anlatımı özel bir edebiyat türü olarak (tasavvuf edebiyatı) bir simgeler dizgesidir. Sûfîlerin eğitim ve anlatımında işaret, mecaz, benzetme ve simgelerle örülü öyküler, mantık, açıklama ve analiz yöntemlerine yeğ tutulmuştur. Bunun nedeni sûfî deneyiminin her bireyde farklı bir algısının olması ve her sûfînin bu deneyime tanıklık etmesinin istenmesidir. Simgeler berzahtırlar yani zahir(dış) ile bâtın(iç) arasını birleştirme özelliğine sahip birer köprü görevi görürler. Simgeler, kişinin kültürel yapısı, yaşam deneyimi, bilgi birikimi, algılama düzeyi ve tinsel eğilimleri ölçüsünde bir anlam yüklenirler. Bu nedenle simgesel anlatım tarih içinde gittikçe gelişen ve derinleşen bir geleneğin bereketi olarak da tanımlanabilir. Tüm kutsal metinler simgesel bir dille söylenmiş ve yazılmıştır. Bu nedenle kutsal metinlerin derin anlamlarına ancak safiyet, irfâniyet ve aşkla yaklaşanlar ulaşabilmiştir. Kutsal metinlerde dahil, sûfî yazımında ve sözel geleneğinde sıkça rastladığımız simgeler daha çok herkesin tanık olduğu ortak kültürden hareketle yaygın olarak doğa nesnelerinden seçilmiştir: Ay, güneş, dağ, yıldız, ırmak, deniz, yağmur, damla, gök, yer, ağaç, meyve, taş, toprak, hava, su, ateş… vb. Her sûfî kendi yaşadığı zaman, çevre ve kültüre bağlı olarak simge kullanmıştır. Kullanılan simgeler farklı da olsa erekbilimsel bir bağlam içine yerleştirildiklerinde anlam birliğine ulaşırlar. Dinsel çerçevede bazı inanırlar bu simgeleri, simge olarak değil de literal olarak kabul ederek asıl anlamı örten benzetmeye (teşbih) bağlanıp kalarak anlayışsız ve bağnaz olurlar; bu duruma sûfîler putperestlik demektedir. Örneğin simge olarak kullanılan doğa, nesne ve olaylarına kutsallık atfederek doğa tapımı kültleri ortaya çıkmıştır. Türk tasavvuf edebiyatında simgesel anlatımın büyük ustası Mevlânâ mesnevî ve rubailerinde doğa ve kültürün birçok öğesini simge olarak kullanmıştır. Sanki bu büyük ustanın manevi dünyasında tüm bu doğa, kültür ve toplum nesne ve kişileri rol alarak evrensel bir tiyatro oluşturmuşlardır. Mevlânâ, meyveleri kendilerine yüklediği anlamlar ile birer simge olarak kullananların başında gelir. Özellikle üzüm ve üzümle ilgili bağ, mey, meyhane, sâki, sarhoş… vb. gibi simgeler en çok kullanılan simgelerdir. Meyve, bolluk, bereket, verimlilik; feyz (irfânî), manevi rızk, hikmet ve sırlara işaret etmek amacıyla simgeleştirilmiştir. Rahmet meyvesi (M. III / 3635-3657) ve yokluk meyvesi (M III / 4749-4779) gibi manevi tabirleri meyve ile anlatmıştır. Bu nedenle: “Meyvenin kabuğu hayvan yemidir. İçi arayan kabuğu sevmez. Sevgiliyi arayan, onu tende değil tinde (gönülde) aramalıdır.” ( M III / 3417) diye söylemiştir. Sûfî anlatımında aynı simgeler farklı bağlamlara oturtulduğunda anlam boyut kazanır. Örneğin Gâzâlî “ağaç-meyve” simge çifti akıl ve bilgi arasındaki bağı anlatmada kullanırken Mevlânâ ise “ölüm-insan” bağını açıklamada kullanmıştır. Her ne kadar meyve görünüşte ağaçtan oluşmuşsa da gerçekte ağaç meyvede vücut bulmuştur: “Meyve dalın ucunda Dal meyvenin içinde” Mevlânâ “Meyve elde etmeye ümidi olmasa, bahçevan hiç ağaç diker miydi?” (M IV / 523) diye sorar Mevlânâ. Tanrının âlemi yaratmasından muradının insan olduğu vurgulanır. “İnsan evrende, evren insanın içinde” Mevlânâ Ünlü sûfî ozan gaybi de buna işaret ederek: “Ağaç oldu bu âlem, Meyvesi oldu Âdem, Maksud olan meyvedir Sanma ki ağaç ola” demiştir. “Olmayan meyveye el uzanmaz” diyerek sûfî varlığın sırrının keşfedilmesi için tinsel olgunlaşmaya işaret etmiştir. Meyvenin kabuğu ilm-i kâl, içi ise ilm-i hâl’e işaret olarak kullanılmıştır. Mevlânâ bir beyitinde, “Cevzin asıl tadı, gıdası yağında, üzümünki suyundadır. Hakk erinin cismi ceviz ve üzümdür.” (M II / 200 ) diyerek bu mânâyı dile getirmiştir. Metaforik meyve simgeselliğinin paradoksal bir biçimde en yoğun anlatımı Yunus Emre’nin şu ünlü dizesinde görülür: “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü; Bostan ıssı kakıyıp dir ne yirsun kozumu” ünlü sûfî Niyâzi Mısrî Yunus’un bu dizelerini şerh etmiştir: erik: şeriat’ı simgeler, ekşidir. Üzüm: tarikatı simgeler ve tatlıdır ceviz ise hakikatı simgeler ve temkin’i gösterir. bostan ıssı ise, olgun İnsân-ı Mürşid’i simgeler Yunus gibi Mevlânâ, Niyazi Mısrî ve birçok sûfî ortak bir seçimle ceviz meyvesinin hakikati simgelediğinde birleşmişlerdir. Niyazi Mısrî: “Cevzin yeşil kabuğun yiyerek hakikati arzularsın” diyerek cevizi hakikatin metaforu olarak dile getirmiştir. Sûfî anlatımında ceviz yalnızca hakikati değil aynı zamanda hakikate giden yolu da anlatmada en güzel simge olarak seçilmiştir. Ceviz tümüyle nefse benzetilmiş ve dıştan içe doğru nefsin perdelerinin kaldırılmasıyla hakikate eş deyişle öze nasıl ulaşılacağının bir göstergesi olarak kullanılmıştır. Cevizin en dış kabuğu yeşil ve acı olan kabuğu Nefs-i Emmâre’ye benzetilmiş. Onun soyulmasıyla ortaya çıkan sert tahta kabuk Nefs-i Levvâme’ye, onun soyulmasıyla ortaya çıkan kalınca kahverengi bir zâr olan kabuk “nefs-i mülhime’ye”, onun soyulmasıyla ortaya çıkan şeffaf ince sarımsı kabuk ise, “nefs-i mutmainne’ye” benzetilmiştir. Bu şeffaf kabuk artık özü gizlemez ve özü gören iç göz de mutmain olur. Şeffaf kabuğun soyulmasıyla insan beynine benzeyen kıvrım kıvrım cevzin kozu ortaya çıkar. Bu ise nefs-i raziyenin simgesi sayılır.bu kozun ezilip yağının ortaya çıkarılmasına nefs-i marziyye, yağın içindeki kudrete de nefs-i safiye denmiştir.bu yedi aşama aşılarak öze yani Tanrısal sırra erildiği imlenir. Ceviz için bu metaforik anlatım, tek yorum değildir. Sûfinin muradına uygun bir simgesel bağlama oturtularak daha bir çok anlam türetilmiştir. Bu nedenle doğrusu şu ya da bu anlamdır denemez.her anlatım kendi anlam bağlamına bağlı olarak maksada uygun görülmüştür. Örneğin, ceviz ağacı insan vücuduna, cevzin meyvesi de insan kafasına benzetilmiş; sert kabuk kafa tasına, cevzin kozu insan beynine, zarı beynin zarına, içindeki yararlı içeriğin hikmete ve cevzin yağının da akla işaret olduğu da söylenmiştir. Başka bir yorumda: cevzin yeşil kabuğu ilm-el yakîn, sert kabuğu, ayn-el yakîn ve cevzin içinin de Hakk-el yakîn’e işaret ettiği söylenmiştir. Özetle bu tür metaforik, alegorik, simgesel yorumlar öğretmeye değil, keşfetmeye ve zevk etmeye yönelik bir işlevi üstlenirler. Bu keşf olgusunu Mevlâna şöyle dile getirmiştir: Alimin azığı ve sermayesi, kalemden oluşan eserlerdir. Sûfinin azığı ve sermayesi ise, “ayak izleri” dir.” (M.II/160). Mevlâna sufiyi avcıya benzetir. “Sûfi önce ceylanın ayak izlerini sürer. Nihayet ahunun misk kokusunu duyunca muradı hasıl olur.” Der.
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış
|
| Tüm Yazarlar |
|