|
|
Neden Solcu Oldular? Nasıl Komünist Oldular?Kategori: Ayorum Güncel | 1 Yorum | 02 Ekim 2009 06:55:26 30 Yıl Önce... Herkesin çok özel bir "neden"i ve "nasıl"ı vardı kuşkusuz... Ama genel olan neydi? Bugüne dek, "Neden solcu oldun?" sorusuyla başlayan bir toplumsal araştırma yapıldı mı bilmiyorum. Ama bu soru, 80'li yılların başında, 12 Eylül darbesinden kurtulan çok sayıda solcunun, devrimcinin yurtdışına birikmesiyle birlikte, kafamı kurcalamaya başlamıştı.
Gelenlerin çoğunluğunun Avrupa’daki komünistleri küçümser tavırları; kendilerini birer kahraman, diğerlerini de komformizmin, sağ oportünizmin, revizyonizmin - batağına sürüklenmemişse bile - sınırlarında duran insanlar olarak görmeleri; kendi doğrularının tartışılmaz doğrular olduğunda, gerekirse şiddete dayanarak ayak diremeleri ve hiçbir tartışmaya tahammül gösterememeleri karşısında, sürekli olarak kendime şu soruyu sorar olmuştum: “Bunlar nasıl Marksist, bunlar nasıl komünist?” Aradan yıllar geçti. Şu soru hâlâ beni meşgul ediyor: Türkiye’de özellikle gençleri solcu, devrimci ve komünist olmaya yönlendiren etmenler nelerdir? 70’li yıllarda bu soruya verilecek en basit yanıt şuydu:
(Tabii, bir de okuyarak, düşünerek, eylemde pişerek, öğrendiklerini hazmederek, zaman içinde komünistleşenler var, ama bunlar genel sıralamada göz önünde bulundurulamayacak kadar küçük bir azınlık.) Devrimci hareketler, ağırlıklı olarak yukarda saydığım üç ana nedenle milyonlarca insanın dikkatini topladı. Politik tartışmalar orta düzeydeki okullara dek yayıldı. Devrimci hareketler yüzbinlerce taraftar kazandı. Bundan sonra gelen aşama da yine aynı yıllarda çoğunlukla şöyle gelişirdi: Akrabalar arasında, mahallede, okulda, yurtta ya da benzeri yakın çevrede bir ağabey / abla / tanıdık / öğretmen, kısacası saygı duyulan bir kişiliğin çekim alanına, dolayısıyla onun bağlı olduğu harekete / örgüte / partiye girilirdi. Ve militan olunurdu… Olunurdu da, bu hareket noktası (tepki) ve sonuç (militan haline gelmek), gerçek bir Marksist, gerçek bir komünist olmak için yeterli miydi? Tabii ki HAYIR! Çünkü o yıllarda, aynı noktadan hareketle ve benzer tepkilerle faşist olan ya da tarikatların kucağına sürüklenen yüzbinlerce genç mevcuttu Türkiye’de. Hiçbir toplumsal teori, onu dünya görüşü olarak benimseyen ve gerçekleştirmeye çabalayan “insan”dan bağımsız düşünülemez. Her ideoloji, ister istemez ona inanan “insan”ın içinden geldiği sınıfın genel karakterine olduğu kadar, bireyin karakterine, duygusal yapısına, davranış biçimine, bilinç altına dek yerleşmiş alışkanlıklarına v.s. göre de bir dönüşüm/değişim geçirmeye mahkumdur. İşte bu nedenle, Türkiye Sol’unun zafiyetinin nedenlerinden birini de bu alanda aramak gerektiği kanısındayım. Tepkiyle yola çıkmakta bir sakınca yok. Zaten de amaç, tepkiye neden olan haksızlıkları, sömürü ve baskı düzenini değiştirmek olduğuna göre… Ancak yola çıktıktan sonraki dönem, yani tepkiyle yola çıkan bireyin katıldığı sol hareket içindeki gelişimi, bilinçlenmesi; tepkilerini soğukkanlı, bilgi ve düşünceye dayalı bir kavrayışla değiştirmesi süreç neydi? Bu genç insanlar, katıldıkları örgütlerde ne yaptılar? Marksizm ve devrim teorileri üzerine ne öğrendiler? Kişiliklerini, davranışlarını ne yönde değiştirdiler? Bu soruları yanıtlamak için çevreme baktığımda, bireylerin politik hareketler içinde kendilerini değiştirip gelişmelerinden çok, ideolojik ve teorik temelleri, kendilerine göre değiştirdiklerini, beraberlerinde getirdikleri alışkanlıkları hareketin içine taşıdıklarını görüyorum. Örgütler ve partilerde, köyden/kasabadan/kent yoksullarından gelen tepkili gençler, içinde yetiştikleri toplumun eklektik, baskıcı, çoğunlukla şiddete dayalı düşünce ve davranış biçimlerinden arınamadılar. Aksine, bunları temelde hiç değiştirmeksizin, Sol adına uygulamaya koyuldular. Ve hareketlere kendi damgalarını vurdular. Marksizm’in teorisi diye bir dizi basitleştirilmiş formüller ve aforizmalar ezberlendi. Kör inanç, düşüncelerini karşısındakini ikna yoluyla değil, dikte ederek kabul ettirmek, bunun için gerekirse şiddete başvurmak, kendisine benzemeyeni, kendisi gibi düşünmeyeni düşman görmek v.b. yaklaşımlar çoğu hareketin ortak karakteri haline geldi. Feodal ilişkiler devrimci hareketlerin başlıca ithal malı oldu. Bu durum, örgütlerin yarı çöl düşünsel ortamında yönetimlerin de işine geldi. Zaten yönetici dediğimiz kimlerdi? Onlar da bu kategoriden farklı insanlar değillerdi ki. Kimler tarafından düşünüldüğü, hangi organlarda tartışıldığı, nasıl oylandığı belirsiz, “örgüt kararı” olarak dikte edilenleri düşünce süzgecinden geçirecek, tartışmaya koyacak insanı kim ister? Bu doğrultudaki her türden yaklaşım, “hareket içinde pürüz çıkarmak” olarak görüldü ve derhal mahkum edildi. Örgütlere “düşünen insan” değil, “koşan insan” gerekiyordu. Dolayısıyla, bu devrimciler kendilerini değiştirecekleri ve gelişecekleri yerde, harekete getirdikleri tüm olumsuz yanlarını muhafaza ettiler. Muhafaza etmenin de ötesinde, bu yanlarıyla hareket içinde iltifat gördüler. En inançlı militanlar olarak öne çıkarıldılar, örnek gösterildiler. Bu çemberin içine sıkışmayı reddeden çoğu insan dışlandı. Hatta bazı hareketlerin kendi yoldaşlarını infaz ettiği bile gözlendi. Çekilen acılar, verilen kurbanlar, yitip giden yaşamlar… Türkiye tarihinde hiç unutulmaması gereken tüm bu fedakarlıklara diyecek yok. Ancak, yukarda değindiğim açıdan, o geçmişin soğukkanlı bir değerlendirmesini yaptığımızda, ister istemez şu sonucu da görmek zorundayız: Böylece, onbinlerce “Marksist devrimci” değil, “ezberci eylemci” yetişti! 30 Yıl Sonra... Aradan otuz yıl geçti...Çok şey değişti: Örneğin, zifroz sıçratan otomobillerin ve onların çamur sıçrattığı insanların sayısı çoğaldı. Zenginle fakirin arasındaki uçurum büyüdü. Tüm demokratikleşme avazları arasında, çalışanların demokratik hakları sınırlandı. Yani, işçi/işsiz/yoksul yığınları Solcu/devrimci/komünist olmaya itecek etmenler daha da güçlendi. Ama… Ama artık ne “aydın olmak demek solcu olmak demektir” diyen kaldı, ne de komünistlerin sendikalarda etkinliği. Kim yenik düşenin yanında yer almak ister? Hiç kimse… Dolayısıyla Solculuk/devrimcilik/komünistlik moda olmaktan çıktı. Yeni nesillerin artık devrimci saflarda yer alması, Marksist, komünist ideleri benimsemesi, bunu gerektirecek tüm somut toplumsal koşullara rağmen zorlaştı. Özellikle 12 Eylül’den sonra üst yapıda büyük çatlaklar oluşturuldu. Toplumsal vicdan ağır yaralar aldı. Genel geçer ahlaksal değerler değişti. En önemlisi “biz”, yerini ”ben”e bıraktı. “Birlikte kurtulmak” için çabanın yerini “gemisini kurtaran kaptan” aldı. Soru: Bırakalım sayıca çoğalmayı, bir zamanlar devrimci hareketlerin yüzbinli rakamlarla sayılabilecek yakın sempatizanları, onbinli rakamlarla sayılabilecek o inançlı, fedakar devrimci militanları ne oldu? Yani, o yılların devrimci düşüncelerini yeni nesillere aktaracak olanlar nereye gittiler? Yanıt: Geldikleri yere döndüler! İdeolojik olgunluğa varamamış, gerçek birer Marksist olamamış insanların kaçınılmaz kaderi bundan başka bir şey de olamazdı. Artık ikide bir 12 Eylül’ün terör ve şiddetine, sosyalist sistemin dağılmasına atıf yapmaktan vazgeçelim. Çayır biçilirse daha gür yeşerir, çürürse çölleşir. Ne yazık ki, devrimci hareket biçilmekle kalmadı, aynı zamanda çürütüldü. Çünkü kökleri sağlam değildi! Yenilgi karşısında hayal kırıklığına uğrayan, ezberi bozulan ve umutları tükenen insanların tutunacak dalı kalmadı. Darmadağın oldular. İşçiler fabrikalarına döndüler, çoğu şimdi ya camilerde ya da Alevi derneklerinde toplanıyor. Burjuvazinin orta ve üst katmanlarından gençler işlerinin başına döndüler. Kimileri büyük firmaların menajerleri oldular. Aydınların bir kesimi sol söylemlerini unuttu. Kimi militanlar, “her şey boşunaymış” diyerek kabuğuna çekildi, tümüyle politikadan uzaklaştı. Kimi kendi hareketine düşman oldu, kendi geçmişi dahil her şeyi lanetlemeye başladı. Tabii bu arada kendisini alkole verenler, dine yönelenler v.b. dahil, her türden savrulma sayılabilir. Bir de politikadan ayrılmayanlar var. Önemli olan da işte bu kesim. Bunların önemli bir kısmı ne oldu? Onlar da, politikadan uzaklaşmamakla birlikte, aynı kaderi paylaştılar: Başka bir yana savruldular. Bir zamanlar salt tepki ile yola çıkan ve ideolojik fakirlikten kurtulamayanlar, yeni bir tepkinin kurbanı oldular. Bu sefer de kör inanç ve ezbere dayanan, özgür düşüncenin sınırlandığı, her şeyin dikte edildiği, tartışmanın yasaklandığı döneme tepki göstermeye başladılar. O dönemde solun önemli bir bölümünün güdük, tek yanlı, hatta takıyye denebilecek demokrasi anlayışına tepki göstermeye başladılar. Ve bu tepki ile salıncağın öbür ucuna savruldular. Özgürlük ve demokrasi adına, burjuva liberal düşüncelerin sözcülüğünü yapmaya başladılar. İşin üzücü yanı, bu insanların, yıllar boyu devrimci hareketin sağladığı olanaklardan yararlanarak, yazdığı okunur, söylediği dinlenir hale gelebilmiş olmaları. Ve aynı zamanda, bu kişilerin, hem bir zamanlar bulundukları konumlar gereği, hem de yıllar içinde biriktirdikleri bilgi ve deney sayesinde, Sol’a meyleden yeni nesillerin kulak verdiği insanlar olarak zaman zaman öne çıkmaları. Deneyli ve bilgili Marksistler olarak kabul görmeleri. Şimdi, ülkeyi kasıp kavuran sağcı, ırkçı/milliyetçi, dinci, yeni liberal akımlara karşın -yani her şeye rağmen-Sol’a gönül veren, devrimci düşünceleri benimseyen gençlere bir uyarı: DİKKAT! Çünkü bir zamanların “inançlı devrim savaşçıları”nın bazıları, artık “inançlı liberaller” haline gelmiş bulunuyorlar. İdeolojik olgunluk, yıllar içinde sadece bilgi ve deney biriktirerek sağlanamıyor. Eğer “birikim” dediğimiz şey, eklektik bilgilerden, kısmen de bir zamanların ezberlerinden oluşuyorsa… Buna bir de duygusal “tepki”yi ekleyelim… İşte bu bileşimden çıkacak sonuçların ne olacağı bilinemez. Bu yolların sonu sadece burjuva liberalizmine değil, her türden gericiliğe, darbeciliğe, milliyetçiliğe, dinciliğe de çıkabilir. Bir zamanlar, Avrupa’da önde gelen faşistlerin bazılarının sosyalist harekete bulaşmış insanlar olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu nedenle, günümüzde (21. Yüzyılda) her şeyin değiştiği, sınıfların giderek ortadan kalktığı, böylece işçi sınıfının da nicel olarak azaldığı ve nitel karakterinin değiştiği, Sağ-Sol diye bir şeyin de giderek ortadan kalktığı v.b. propagandaları yayanların yazdıklarını ve söylediklerini bu açıdan süzgeçten geçirmek gerekiyor. Kapitalist üretim ilişkilerine son verilmeden, sınıfsal kökenlerine değinmeksizin sadece ”demokrasi”yi genişletmekten bahsedenlerin sözcüklerinde hangi ideoloji ifadesini buluyor? Bunların gösterdiği yol nereye gidiyor? Yayınlanan her makaleyi, her söyleşiyi okurken, söylenenleri dinlerken defalarca bu soruları sormak şart! Onların savları, Marksizm’e, devrimciliğe eğilim gösteren yeni nesillere hedef şaşırtmaktan başka bir işlev görmüyor. Onlar, dünya yüzünde halen tüm sömürü, baskı ve haksızlıkların en temel kaynağı olan kapitalizmi gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Burjuvazinin iktidarı altında, “sınıfsal tarifini yapmaktan çekindikleri bir demokrasi” ile yığınların kurtuluşa gidebileceği hayalini yayıyorlar. İşte bu nedenle, söz konusu yazıları okurken şunu unutmamalısınız: Marksist olmak başka şeydir, Marksist kavramları kullanmak başka… Marksizm’in kavramlarının içeriğinin burjuva ideolojileriyle değiştirilmesi çabası hiç de yeni değil. Bu işi de, oldum olası en iyi, en inandırıcı şekilde yapabilenler de tabii ki, “eski” Marksist’ler. Bu nedenle “eski” Marksist’lerin “yeni” söylemlerini, somut politika adına ortaya döktükleri savları, önerdikleri “alternatif”leri, ilk anda kulağa çok “makul”, “sağduyulu”, “hoşgörülü” gelen sözcüklerini özel bir dikkatle izlemelisiniz. Dikkat etmeye çağırmak benden, gerisi sizden… Cemil Fuat Hendek
Yorumlarsenol mat
{ 23 Ekim 2009 04:46:06 }
Cok guzel bir degerlendirme yazisi.kendisine solcuyum diyen herkesin okumasi gerekli diye dusunuyorum.
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|