“BEN KİMİM”
Ben kim miyim?
Ben kim miyim? O kadar sordum ki bu soruyu...
Kime mi? Tabii ki hep kendime.
Haydi bir yolculuğa çıkarayım sizi kendimle...
Bu soruyu belki daha önce de sormuşumdur, ama şimdi geriye baktığımda ilk hatırladığım, Türkçe bilmeyen bir hostesin elinden tuttuğu dört yaşında bir kız çocuğunun, dedesine ve ninesine sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlaması ve onlardan zorla koparılmasıydı.
“Anne” diyorlardı, ”Baba” diyorlardı, onlara kavuşacak mışım...
Ama “Anne” kimdi? ”Baba” kimdi? Ben kimdim?..
Ablamla birlikte uçağa bindiğimde, dilini bilmediğim bir hostes beni güldürmek için elinden geleni yapıyordu ama ben gene ağlamaya devam ediyordum. Gözyaşlarım bazen gözpınarlarımdan dışarı, yanaklarıma süzülüyor ama çokluk içeri, yüreğime akıyor, akıyordu. Kıvranıyordum acıdan...
Sonra, sarılmalar, kucaklaşmalar... Annemin - resmine benziyordu - ve babamın - resmine benzemiyordu - sevinç gözyaşları... Üç yıllık bir aradan sonra kızlarına, bana kavuşmuşlardı...
Ama onlar kimdi? Ben kimdim?
Elim mi? Elim hep koynumdaydı. Babaannem oradaydı. Kim diyor, resim ısıtmaz diye? Şimdi aynı sıcaklıkta anımsıyorum, koynum hep sıcaktı, sımsıcaktı... Sağolsun babaanneciğim, o zor günlerdeki tek sığınağım, gögsümdeki resim, herkesten sakladığım sırrım, sağolasın...
Ardından yine ağlayan, annesinin binbir avutmayla iknaya çalıştığı, sırtında kreşe taşıdığı çocuk kim? Ben miyim? Yoksa yalnızca ”Hayır!” diyen sesim mi? ”Hayır,İngilizceyi öğrenmeyeceğim! Öğrenmeyeceğim!..” Öğrenmek ne mi? O gün bana sorduğunuzda “öğrenmek” hep burada kalmak demek.. ”Öğrenmek” babaannemi bir daha görememek demek... Artık hep ”Hayır!” diyen bir ses miyim? Bir yıl boyunca ağzından bir kez olsun İngilizce sözcük çıkmayan, direnen ben miyim? Ben kimim?..
Sonrası ise sınıfları sınıflara, okulları okullara bağlayan yıllar ve yine sesler... Artık canım olan annemin ve babamın ”Türkçe yanıt ver!..”, ”Hayır İngilizce değil!..”, ”Bak!Yine İngilizce!..” diyen sesleri... Beynim zonkluyor... Allahım neydi Türkçesi?.. Hah, buldum... Ama sonrası?.. ”Ne olur, İngilizce tamamlayayım!..”, ”Karışık olmazmı?..”? Ama anlatamadıktan, aktaramadıktan sonra ne yapabilirim? Türkçe yalnız sözcük mü? Ses mi? Ya duygular?.. Oysa öğrenmemek için direndiğim İngilizce artık içimde sular seller gibi kabarıyor, taşıyor...
Birden sorular artıyor... ‘Biz Türk müyüz?..’, ‘Ana dil mi?’, ‘Ya Avusturalya? Ya arkadaşlarım? Ya okul? Ya mahalle? Ya..?’ ‘Bunlar ne? Ben neyim? Kimim? Avusturalyalı mıyım?’ ‘Acaba biz peçe takar mıyız? Kapkara çarşaflar mı?’ ‘Kültür mü, uygarlık mı? Hepsi burada mı?!! Yoksa Türkler gerçekten barbar mı?...’
Bazılarının açık söylememelerine rağmen, o bakışların karşısında ezilip büzülmemek elde değil... ’Barbar, karanlık Türk ben mi?..’ Yine mi o soru Tanrım, kimim ben?.. Ve babamın kararlı, tok sesleri; Türkiye’de mi okuyacağım?.. Ama ben ne yaparım?.. Nasıl yaparım?.. Dersleri nasıl anlarım?.. Nasıl uyum sağlarım?..
Artık ben uçağa yaprak gibi titreyerek binen kız mıyım?..
Dört yaşındaki kızın Avusturalya’daki ilk günlerini anlattım. Gözyaşlarını içime mi akıtmıştım?.. Gelin bu kez ondört yaşındaki kızın Türkiye’deki ilk günlerini anlatayım. Bu kez babaannemin resmi yok koynumda. Ben onun koynundayım. Ama ya annem, ya babam, ya canım Evrim’im ablam? Onlar nerede? Peki ben neredeyim? Türkiye’de mi? Yine mi gözyaşı?..
Herşey siliniyor... Ama ya Avusturalya’daki öğretmenimin, hatırladıkça hala kulaklarımı zonklatan sözleri... ’Peçeye sokacaklar seni’, ‘O geri kalmış ülkeye gidilir mi?’, ‘Baban ilkel mi?..’ Yeter! Yeter artık!..
Sonra... Sonrası mı?.. Aydınlık, içime doğan güneş, içimi ısıtan sıcacık yanıt, kendini bulmanın yanıtı... Bir o kadar önemlisi, çevremdeki arkadaş,dost... Bu sözcük de ne güzelmiş, nasıl da güzel yansıtıyor duygularımı... Bu kez yine kendime soruyorum, gerçek arkadaşlık bu mu? Avusturalya’da da vardı arkadaşlarım ama bu farklı mı? sarılmak, kucaklaşmak, beraber gülüp beraber ağlamak mı? ’Ben’in ‘Biz’, ‘Biz’in ‘Ben’ mi olması? Bir sevgi seli mi? Bir topan sevgi mi?..
Ardından Efes, Aspendos, Perge, Side... Eyvah, adlarını yazmazsam hemen yanıbaşımdaki Sard, Bergama, güzel İzmir’in Agora’sı küser mi bana?.. Ama ya Ayasofya’nın kulesi, Sultan Ahmet’in mavi, masmavi çinileri.. Antalya’da Kaleiçi’ mi? Halikarnas mı Bodrum’da? Hangi Halikarnas? Sahnede dans eden kız, bu, ben miyim? Yoksa çalan pop müziği değil, yılların ötesinden gelen Halikarnas Balıkçısı’nın sesi mi?
Bu ne görkem... Yani ben Trova’da mıyım? Aşil’in topuğu muyum? O muhteşem caminin içinde yankılanan benim sesim mi? Yoksa Mimar Sinan ben miyim?.. Eti’ler, Sümer’ler, Akad’lar... Sonra Selçuklu’lar, Karaman Oğulları, Osmanlı’lar... Bizans ben miyim? Ya kuledeki Ulubatlı Hasan? O da mı ben?.. Yoksa oturmuş da türkü tutturan Orhan Veli mi İstanbul? İstanbul’mu ben?.. Ankara’da Hitit Güneşi’miyim? Akdeniz’de Kral Mezarları’mı?..
Türkçe benim dilim mi? Bu ses uyumu, bu ahenk, bu güzellik... Bu dil benim dilim mi? Ben Türkçe miyim? Türkçe ben mi?..
Gidip göremediğim yerler bağışlasın beni.. Gelecek kez sıra sende Kapadokya... Ürgüp Göreme...
İki yıl sonra Avusturalya’dayım. Ama artık ayrılırken bana ‘ilkellik’diyen, ‘barbarlık’ diyen öğretmenime söylediklerim ve yıllarca sorduğum soruya verdiğim yanıt geliyor aklıma:
‘İkiyüz yıllık değil, binlerce yıllık medeniyetin bileşkesi, eski Mezopatamya’nın, Bizans’ın, Osmanlı’nın, çağdaş Atatürk Cumhuriyeti’nin, Anadolu toprağının ürünüyüm ben, medeniyetlerin beşiği toprakların ürünüyüm, ÜRÜN TOPRAKCI’yım ben!..’diyen sesim...