|
|
İkizler: Şehvet - ŞiddetKategori: Felsefe | 2 Yorum | Yazan: Mustafa Alagöz | 14 Eylül 2009 01:46:18 Yaşamımız korku ile ümit arasında salınıp durur. Bu duygular geleceğe aittir, ama şimdide duyumsanır. Olmayan bir durumun şimdideki kaygısı olarak yaşanırlar. Günlük uğraşılarımız, yaşamı anlamlandırma gerilimimiz, ilişkilerimizi belirleyip yönlendirme telaşımız bu iki kutup arasındaki salınımlarımızın görüngüleridir.
Korku ve ümit geleceğe; pişmanlık ve hasret geçmişe; sıkıntı ve sevinç şimdiye aittir. Ne yaparsak yapalım herşeyi şimdide duyumsar, şimdide kurarız. Aslında “An”ı nasıl yaşarsak geçmiş ve gelecek buna göre içerik kazanır. “An tamdır”, başka türlü olması mümkün değil zaten. Varolan durumda; çevredeki eşyalar, gökyüzündeki bulutlar ve güneş, duyulan sesler ve bizim onları algılayışımız hep birlikte ve birbirleri için anlamlılık taşırlar. Tamlık, varolanların birbirleri için varolmaktan başka şanslarının olmadığı anlamına da gelir. “Birbiri ile birlikte varlık” (Heidegger) yadsıyandır, onaylayandır, bildirendir ve çağırandır. Sadece An’da etkiniz, An’a müdahale edebiliriz. Kabul etmemiz, ona katlanmamız için An kendini sürekli olarak bize dayatır. Ama özgürlük potansiyeli ile donanımlı özneler olarak seçim yaparız. Özgürlük keyfilik değil ama keyfi de davranabilme olanağıdır. Eğer özgürlüğü iki kutuplu bir bütün olarak düşünürsek, bir yanı keyfilik bir yanı sorumluluktur; zorunlu olanla olumsal olanın birliğidir. Nasreddin Hoca’ya sormuşlar,”mutlu olmayı nasıl beceriyorsun”? Yanıt; “zorunlu olanla işbirliği yapmayı becererek.” Zorunlu olana olduğu gibi boyun eğmek değil, zorunlu olanla işbirliği yapmak. Düşünce ve duygu alanı doğa gibi işlemeyip bir özne üzerinden açığa çıktığı için tamamen keyfe kedermiş gibi algılandığına sıkça rastlanır. Aslında o dünya da (Tinsel) kendisini bir içsel bütünlüğü ve kendine özgü yasalılığa bağlı olarak gerçekleştirir. Psikolojik rahatsızlıkları ve insan tiplerini kategorize ederken hangi ölçülere bakıyoruz. Örneğin “paranoya”, “şizofren”…vb diyorsak her birinin kendine göre olmazsa olmazları vardır. Başka bir biçimde; Öfke, şefkat, hırs, şehvet gibi belirlemeler yaptığımızda da yine her birisinin kendine özgü niteliklerine bakarız. Her beklentinin kendine göre bir gerilimi, her sürecin kendine göre bir sonucu vardır. Belirli bir ruh hali kendini besleyecek kaynağı kendisi yarattığı gibi kendisini karşıtına çevirecek gücü de içinde taşır. Gümünüz yaşantısının insanlar üzerinde yatattığı en belirgin iki olumsuzluk “Öfke ve Şiddet” duyguları olarak görülüyor. Bütün olumsuz duyguların buluştuğu kavşak öfkedir. Ancak öfke başlangıç değil sonuçtur. Öfkenin oluşum biçimleri konusunda çeşitli kaynaklar gösterebiliriz, ancak genel bir odağın olduğunu söylemek bir indirgeme olarak görülmemeli, bu odak ise Şehvettir. Gerekli olandan daha fazlasını arzulayıp bu arzunun güdümüne girmek şehvettir. Bu kavram daha çok cinsel içerikle doldurularak dillendiriliyor olsa da aslında her halimizin aşırı yanına şehvet diyoruz. Şehvetin kaynağı arzulardır. Arzular hem bedensel hem kültürel -toplumsal olabilir. Temel özelliği ise; nesne odaklı, doyurulmasının dışarıya bağlı ve tüketip yok etme nitelikli olmasıdır. Açlık, cinsellik, şöhret, saygınlık isteği, otorite özlemi … kaynağı içimizde, ancak doyrulması dışarıdan elde edilecekler üzerinden olur; arzularımızı yok edemeyiz, yok sayamayız. Önemli olan bunların benliğimizi ve bilincimizi ele giçirip tüm enerjmizi kendisinin doyurulması yönünde kullanmasının önüne geçebilmektir. Bunun iki yolu vardır: Bastırmak ve aşmak. Bastırma hiçbir sorunu çözmüyor, sadece erteliyor, ilerde şiddetle patlamak üzere gerilimli bir enerji biriktiriyor. Bu olguyu hem toplumsal hem de bireysel yaşamda rahatlıkla görmek mümkün. Öfkenin eylem biçimi şiddettir; o halde şehvet-öfke-şiddet bir sarmaldır, tek bir insani halin farklı varlık katmanlarımızda kendini göstermesidir. Şehvet yoğunlaşmış arzu olarak bedensel ve nefsanidir. Öfke bunun algılanması olarak akıldadır, şiddet ise uygalama olarak eylemde, pratik uygulamadadır. Sarmal derken ne anlatılmak isteniyor? Bu noktalardan herhangi birisini yaşarsanız diğeri kendiliğinden orataya çıkacak demektir. Şehvetli olan birisi ruhsal olarak öfkeli, yaşantısında ise şiddet eğilimli olacaktır. Yaşamına şiddet sokan bir kimse kendine rağmen öfkeli ve şehevi arzularla dolmaktan kurtulamaz. Bütün hallerimiz bir enerji biçimi olarak iki yönlüdür: Bir yönü doğaya, bedensel olana aşağıya yöneliktir, diğeri ise değerler, erekler olarak ruhsallığa, manevi yücelmeye… Aslında bir tek yaşam enerjsi taşıyoruz, ancak bu enerji kendini gerçekleştirirken araca gereksinim duyar. Araç bedensel ve akli güçlerimizdir, fakat bunlarda yönlendirilmeye açıktır. Bu yaşam enerjisi uzak doğuda “Kundalini”, tasavvufta nefs olarak adlandırılmıştır. Freud’un içgüdü anlamında “İd”, eros dediği aynı şeydir. Varoluşsal olan bu enerji başıboş bırakılırsa doğal olana, hayvani olana kendiliğinden kayıyor. Bu noktada herhangi bir çabaya gerek yok. Suyun kendiliğinden aşağıya akması gibi. Ancak akarken kendine uygun bir zemin bulmak zorundadır. Bedensel arzular, toplumsal itkiler, kültürel şartlanmalar güçlü uyaranlar olarak bizi motive ederler. Eğer bu güçler benliğimize egemen olursa tüm akli yetileri kendi hizmetine sokar. Yaşam bu yönde akarsa hem bireysel hem de toplumsal yaşamın nasıl kaosa sürüklendiği, yaşamı acılara boğduğu, her türlü yıkımın ve mutsuzluğun nasıl serpilip yayıldığı deneyimlerle sabittir. Ancak aynı yaşam enerjisi tersine dönebilir. Bunun için düşünsel sorgulama, vicdan uyanması, kendini anlama kaygısı, sorumluluk duygusu ve hak olana bağlı olarak yaşamı gerçekleştirme isteği olması gerekir. Burası bilinçli ve sürekli bir çaba gerektiriyor. Bu iki yönden hangisinin bize egemen olacağı tamamen bizlere bağlıdır. Bunun için insana arada (Berzahda) varlık denmiştir. Kadim bilgelik baştan sona bu merkez üzerinden kendini oluşturmuştur. Ritüelleri ve inanç ilkeleri ne denli farklı olursa olsun tüm dinlerin aslında insana yapmış olduğu çağrının özü budur: Varlığında iki yön var; hayvani ve ilahi. Hayvani olan verili ve hazırdır. İlahi olan bir tohum olarak içindedir, ancak senin çabanla çiçek açabilir. Bizzat hayvani enerjinin kendisi seni ilahi olana ulaştıracak olandır da, demek ister. “Biz emaniti göklere, yere, ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi). Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.” (Azhab/72) Hz. İsa “isteyin verilecektir, kapıyı çalın mutlaka açılacaktır” derken aynı hakikatten haber verir. *** Günümüz insanı öfkelidir, günümüz insanı şehvetle dopdoludur. Bu iddialı ve aşırı bir söylem olarak görülebilir, ama daha çok gelişen bir eğilimi anlatmak adına böyle söylüyoruz. Tekniğin gelişimi, kişiselliğin giderek güçlenmesi buna yol açıyor. Çünkü öznelik giderek çok yönlü oluyor, buna bağlı olarak arzular yoğunlaşıp beklentiler yüksek tutuluyor. İnsan her yönden daha fazla uyarıya ve kışkırtmaya açık hale geliyor: Turizm, eğlence, tüketim nesnelerinin çoğalması, cinselliğin bedensel ilişkiye indirgenmesi durmaksızın yayılıyor. Bu durum bireyler üzerinde hep daha fazlasına erişme arzusunu kışkırtıyor. Beklentileri yüksek tutmuya yöneltiyor. Kışkırtılan arzular şehveti doğuruyor, elde edilecek şeyler öylesine insanların önüne geliyor ki; fakat öne sürülenlerin sınırsızlığı karşısında ona erişme gücü çok yetersiz kalıyor. İşte bu ikisi arasındaki orantısızlık öfkeye yol açıyor. Şehvetle öfkenin birliğinden hırs doğuyor: Her türlü kötülüğün, kendini kaybedişin, delirmenin anası; HIRS. Maddi manevi her gereksinim nesnesi masumdur, insanın hizmetindedir. Bu nesneler değil de onlar aracılığı ile insanlar üzerinde otorite kurma isteğidir hırs. Çatışma burdan doğar, hem içimizde hem dışımızda. Nerde hırs varsa orda gerginlik, saldırganlık vadır. Cehennem ateşi bu olsa gerek. Feragat ahlakı giderek zayıflıyor. Bireylerin kişisel yaşamlarına kolaylık getirmeyen, onların konforuna ve çıkarlarına hizmet etmeyen herhangi bir şeye karşı ilgileri günbe gün zayıflıyor. Ama bu durum bir başka olguyu da beraberinde getiriyor; yalnızlık, güvensizlik, mutsuzluk. Ama bu durum bile olumlu bir süreç. Öncelikle kaçınılmaz bir süreç olduğunu söylemek gerekiyor. İnsanlık yaşayarak kendi hakikatine erişecektir. Çok tüketmekle, çok iktidar olmakla, çok hırslı olmakla, çok şeye sahip olmakla yaşam kolaylaşır, belki; ama asıl aradığımız kendi manevi güzelliğimiz eğer çorak kalıyorsa tüm bu sahip olduklarımızın ne anlamı olabilir? Kendi insani tohumunu çiçeklendirmek isteyen, kendi varoluşsal tamlığını kendi sorumluluğu ve bilinçli çabasıyla açığa çıkarmak isteyen insan hiçbir şeye kendini kapatmaz. Her olgunun, her nesnenin… varlığın bütünlüğünün bir dışlaşması olduğu heyecanıyla yaşar, tutkusu hep canlı kalır. Başa gelen her şey deneyim anlamında insana yararlıdır; yeter ki üzerine dönüp sorgulansın. Yaşam akıp gidiyor, biz bunu farketmesek de… Akıp giden, sürekli kendini yenileyen varoluşun bütünlüğüne farkındalıkla uyum sağlamak mümkün, ama bu bizden bir içsel disiplin, kendi kendine kaşı hesap verme dürüstlüğü ve hak olana boyun eğme erdemini talep ediyor; arayan buluyor. “Talebena vecedena” (Talep edene icabet edilir) Gezinip dururlar halleriyle
YorumlarHulusi Akkanat
{ 19 Eylül 2009 11:16:11 }
Yaşam yaratmak, yaşamın içine zar gibi rastgele fırlatılıp atılan insanın salt bir yaratık olma durumunu aşması demektir. Oysa yaşamı yok etmek yaşamı aşmak, edilgenliğin dayanılmaz acısından kurtulmak demektir. Yaşam yaratabilmek güçsüz insanda bulunmayan bir takım nitelikler gerektirir. Yaşamı yok etmek içinse yalnızca bir tek nitelik; şiddete başvurmak yeter. Güçsüz insan tabancası, bıçağı ya da kuvvetli bir bileği olduğu sürece başkalarının ya da kendisinin içindeki yaşamı yok ederek aşabilir onu. Böylece kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratmayan insan yok etmek ister; yaratırken, yok ederken salt bir yaratık olma rolünün ötesine geçer. Bu, sakatların, yaşamın kendilerinden insanca güçlerini olumlu bir biçimde ortaya dökme yetisini esirgediği kişilerin kullandığı şiddettir. Böyle insanların yok etme gereksinmesi duymaları salt insan olmalarındandır; çünkü insan olmak, nesne olma durumunu aşmak demektir.
Bir kez kendi kendine düşünmeye alışmış olan insanı çaresizlikten ancak bir tek şey kurtarabilir: Başkalarından aldığı, kendi adına kaydettiği ve unuttuğu, sonradan da hayretle yeniden bulduğu söylem. Çünkü bu insanın bilinçli olarak sürdürdüğü her şey, her gün aynı şekilde düşünmeye devam ettikleri, onu zorlamakta olan dünyayla bağlarını daha da yoğunlaştırır. O, ancak boşuna düşündüğü takdirde özgür kalabilir. Onu çelişkilerinin, bu çelişkilerin çeşitliliğinin, nedenine inilemez anlamsızlığının kurtarması gerekir. Çünkü yaratıcı insan, kendi titizliğinin kurbanı olur; onun zehri, kendini kurtaramadığı hep sürdürme konumudur, onun için okuma eylemi bile, sanki çevirdiği sayfalar daha önce kendi içi dünyasında hazırlanmışcasına, bir kendini sürdürmeye dönüşür. Ona yardım edebilecek tek bir şey vardır: Düşünceleri tikel kalabildiği, sürdürülmediği, unutulduğu ölçüde, bu düşüncelerden kendisinin yaratmış olduğu kaos. İnsan bedelini ödemek zorunda olmadığı güçlü arzu yoktur. Ama arzunun en yüksek bedeli, gerçekleşmesidir. Bir kez olsun, kendimi tanımaksızın, bir yabancıymışım gibi kendime kulak vermeyi ve ancak ondan sonra dinlediğimin ben olduğumu öğrenmeyi çok isterdim.. Sevgili dostum yazındaki Şehvet ve Şiddet; kavramlarının çağrışımları paradoksal bunaltılar olma niteliği taşımakta ,özseverlik olgusunun nedensel olabileceğini de göz önünde tutabilir miyiz? Ne dersin? Sevgi ve saygı dileklerimle mine
{ 14 Eylül 2009 19:42:24 }
Şehvet, şiddet, öfke kavramlarının birbirleri ile olan bağlantısı kurularak, kökenlerine inilmiş. Alagöz'ün çıkarsamalarındaki, tahlillerindeki isabet bu metin için de geçerli. Felsefenin işlevi,
Diğer Sayfalar: 1. bu etkinliğin ereği değildir durumlar üzerine çözümler üretmek ancak metinin son iki paragrafındaki çözümler biraz daha açılabilirdi.Her olgu,her nesne varlığın bütünlüğünün dışlaşması ise bu durumu kabullenişle mi yaşayacağız kendimizde dönüştürerek yeni sentezlerle mi bütünlüğe ulaşacağız? Biri kabullenişin getirdiği iç huzuru ve dinginlikse öteki çelişkinin, devinimin getirdiği çatışkı ve çelişki. Hangisi?
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|