|
Erkekte Eşduyum EksikliğiKategori: Kul / Özerk Benlik | 0 Yorum | Yazan: Prof. Dr. M. Orhan Öztürk | 29 Ağustos 2009 06:36:18 Özgüveni ve özerk benlik duygusu yerinde olan bir kişi, bir an için kendi kimliğinden ayrılıp, ötekinin kimliğine girerek ötekini anlamaya çalışmada güçlük çekmez. Böyle bir kişi, eşduyum yoluyla başka bir kişiyi anlamaya çalışırken kendi kimliğini yitirmekten kaygılanmaz.
Erkek egemen toplumlarda erkeğin erkek kimlik duygusu büyük oranda kadına bağımlıdır. Bir başka deyişle, kadın erkeğe teslim oldukça, erkeğin egemenliğini kabullendikçe erkek, kendinde sahte bir erkeklik duygusu bulur. Böyle bir erkeklik duygusu ile de kadına karşı eşduyumla yaklaşımı olanaksızlaşır. ERKEK EGEMEN TOPLUMDA ERKEKTE EŞDUYUM EKSİKLİĞİNİN KÖKENLERİ (*) Konuya girmeden önce üç olgu öyküsü vereceğim. 1. Olgu Kızılcahamam’ın bir köyünden, 50-55 yaşlarında bir karı koca Hacettepe Hastanesindeki odamın kapısında duruyorlardı. Köyünde imamlık yapan koca, eşini muayene için getirmişti. Her ikisine açıklama yaparak önce odaya hasta diye getirilmiş Ayşe hanımı aldım. Ayşe hanıma değişik yollardan sorular sordum, susarak bekledim, onu bir türlü konuşturamadım. Hiç bir yanıt alamayınca kocasını da odaya çağırdım. Ona, eşinin hiçbir şey anlatmadığını söyleyince, “Efendim, bir haftadır bana yeşil bir kuş olup uçup gidecektim, sen beni önledin deyip duruyor.” dedi. Ben bir yandan kocanın anlattıklarını dinlerken, bir yandan da Ayşe hanımı izliyordum. Koca bir an duraklayınca, Ayşe hanım birden ona kin, nefret dolu bir bakış fırlatarak, vurgulayıcı bir ses tonu ile, “Seni cehennem zebanisi, evlendiğimiz günden beri bir gün olsun beni hoşnut eden bir çift söz söyledin mi, bir hareketin oldu mu?” dedi ve bana dönerek anlatmaya başladı: “Namaza durmuştum, bir şeyler gördüm, ben yeşil bir kuş olup uçup gidecektim. Tam o sırada (kocasını göstererek) aha bu, öteden bağırdı, karı makas nerde diye, o sırada gördüğüm şey gözümden silindi, namazım bozuldu, yeşil bir kuş olup uçup gidemedim.” Bunca yıldır çok hasta gördüm, çok öykü dinledim. Anadolu kadınının çilesini, çaresiz liğini, seçeneksizliğini bu denli açık, bu denli çarpıcı anlatan bu öykü gibisini duymadım ben. Ayşe hanım bize, erkeğin anlayışsızlığı, duyarsızlığı karşısında içinde bulunduğu seçeneksizlik, çaresizlik duygusu ile tek çözümün ancak bir düşlem dünyasında olabileceğini anlatıyordu. Onun tek kurtuluş yolu, inançlarına da uygun biçimde, uçup gitmekti! Anadolu toplumu, kadın erkek eşitsizliğini, kadına karşı erkeğin duyarsızlığını, kadının yalnızlığını gösteren sayısız yaşam öyküsü ile doludur. 2. Olgu On iki yıllık evli, iki çocuklu, 35 yaşlarında karı koca; her ikisi de üniversite mezunu, meslek sahibi kişiler. Erkek, karısına karşı yıllar süren anlayışsızlıklarından sonra, karısının, kesin bir kararla, baba evine son kez dönmesiyle, artık karısının ondan ayrılabileceğini iyice anlayınca, bana başvurmuş ve bir ara çok içtenlikle, şunları söylemişti: “....Ben, bir şey keşfettim hocam, karım benden saygı bekliyor....”. Ben, hayret belirtisi gösteren bir yüz ve ses tonuyla, bu “keşfi” ne zaman yaptığını sorduğumda, son haftalarda çok düşündüğünü ve bunu anladığını açıkladı! 3. Olgu: Anadolu’nun bir kasabasından 33 yaşındaki kadın hasta eşi ile birlikte geldi. Hasta çok ağır bunaltı (anksiete) belirtileri tanımlıyordu. Değişik yönlerden bunaltının kaynaklarını incelemeye koyuldum. Hasta yaşamında ağır zorlanma (stres) olayları tanımlamıyordu. Anadolu kadını için bu anlatım eksikliği sıklıkla olağan bir durum. Birkaç hekime gitmiş verilen ilaçlardan yararlanmamıştı. Ben de ilaçların dışında ne gibi öneriler yapabileceğimi araştırıyordum. Yaklaşık 12 yıl kadar önce evlenmişti. 4 çocuğu vardı ve bu süre içinde 8 kürtaj olmuştu. Sıkıntısının bunlarla ilgili olabileceğine ilişkin ipuçları da vermiyordu. Görüşmenin sonuna doğru eşini de görüşme odasına aldım. Yaklaşık 35-36 yaşlarında bir kasabalı iş adamı olan kocaya karısının çok sıkıntılı olduğunu, bu sıkıntıların kaynaklarının neler olabileceğine ilişkin olarak eşinin fazla bir ip ucu veremediğini söyleyerek bu konuda kendisinin neler düşündüğünü sordum. Kocası kendine güvenen bir eda ile yaklaşık şöyle konuştu: “Vallahi ben de anlıyamıyorum. Hiçbir şeyi eksik değil, evin her türlü ihtiyacını karşılıyoruz. Evde kaynana, görümce yok. Ben işimde gücümdeyim, içkim, kumarım yok.....” . Ben: “ Bakınız bu kadın, 12 yıllık evlilik yaşamında 4 çocuk doğurmuş, 8 kürtaj olmuş. Anladığıma göre eşinizi gebelikten korunması için pek desteklememişiniz. 12 yıllık evlilikte 8 kürtaj 4 doğum bir kadını azçok örseleyebilir. Bunlar acaba etkilemiş olamaz mı?” Koca, büyük bir içtenlikle: “Neden olsun doktor bey, Allahın emri ile gebe kalıyor, çocuk doğuruyor. Burada bizim ne günahımız olabilir?” Ben: Peki, o halde bundan sonra her gebelik için bir size, bir ona kürtaj ne dersiniz?” Koca: Şaşkın ve korkmuş bir yüzle, “Aman Doktor Bey, olur mu?” Ben: “Neden olmasın, siz de bir kürtaj olunca bu işin insanı nasıl etkileyebildiğini belki anlarsınız”. Koca şaşkın ve ürkek ne söyleyeceğini şaşırmıştı. 12 yılda 12 gebelikle 4 doğum, 8 kürtaj yaşıyan karısına karşı böylesine duyarsızlık gösteren bir erkeğin, başka alanlarda da nasıl duyarsızlıklar gösterebileceğini kestirmek güç olmasa gerek. Bu örneklerle aşırı durumları tanımlamış olduğum düşünülebilir. Ama, uzun yıllardan beri, gerek ruhsağaltım (psikoterapi) sırasındaki anlatımlara, gerekse günlük yaşam içindeki gözlemlerime dayanarak, kentli köylü, eğitimli eğitimsiz erkek kadın ilişkisinde şu olaylarla sıklıkla karşılaştığımı söyleyebilirim: Kadın, doğum yaparken kendisini hastaneye eşinin götürmesini, orada beklemesini umuyor. Lohusa kadın, geceler boyunca uykusuz kaldığında, eşinin bir miktar bebek bakımını paylaşmasını bekliyor. Kadın, çocuğu hakkında öğretmenle konuşmaya eşi ile birlikte gitmeyi, eşi ile birlikte bir aile olayını konuşmayı, dertleşmeyi istiyor. Kadın, bir evlenme yıldönümünün, yaş gününün, sevgililer gününün belki bir çiçekle, bir armağanla, bir akşam yemeği, bir güzel söz ile anımsanmasını bekliyor. Kadın, kuşkusuz, erkeğin kendisinden ve ailesinden hakaret görmemeyi, insan yerine konmayı, kaynana, kayınbaba, görümce ile bir sorun olduğunda, eşinin kendisini dinlemesini; ona saygı, sevgi ile yaklaşılmasını, cinsel ilişkide kendisinin de haz duymasını bekliyor. Ama, kadın-erkek ilişkisinde, erkeğin bu beklentilerden çoğu kez haberi bile olmayabiliyor; kadının iç dünyasında böyle beklentilerin bulunabileceği aklına gelmeyebiliyor. İsteklerini, beklentilerini uygun anlatımlarla ya da taktikle dışa vurabilen bir kadın, beklentilerine belki az çok karşılık bulabilir. Ama, okumuş olsun olmasın, Anadolu kadınının beklentilerini açıkça anlatabilmesi pek olağan değil. Kendi beklentileri, istekleri, gereksinimleri dışında başkalarının beklentilerini algılayamayan bir ben-merkezci kişi karşısında kadın, çoğu zaman çaresizce beklemek zorunda. Sıklıkla, bu beklemek pusuya yatmak türünden küskün bir bekleme olabiliyor. Erkek tarafından nedeni anlaşılmayan bu küskünlük, erkekteki öfkeyi artırarak daha ağır boyutlarda eşduyumsuzluğa neden olabiliyor. Kimi kadın da çaresizlik içinde düşlem dünyasında yeşil bir kuş olup uçup gitmekten başka bir yol bulamıyor. Eşduyum Nedir? Uzun yıllar edindiğim klinik gözlemlerime dayanarak, ülkemizde kadın erkek ilişkisindeki eşitsizliğe koşut olarak, erkekte kadına karşı eşduyum yetisinde belirgin bir eksikliğin bulunduğu kanısındayım. Bu sunumumda özellikle bu sorunun kökenlerine inmeye çalışacağım. Empati karşılığında, Türkçe’de daha iyi bir karşılık önerilinceye dek, eşduyum sözcüğünü kullanacağım. Eşduyum, kişinin kendisini bir başkasının yerine koyarak, o durumda neler duyabileceğini, düşünebileceğini, nasıl davranabileceğini anlamaya çalışma sürecidir. Dikkat edilirse bu, yalnızca ötekinin ve kendisinin içine yönelik bir bakış değildir. Eşduyumda, kişinin, kendi özbenliğinden (kendilik) kısa bir süre için ayrılması, ayrı bir özbenliğe doğru uzanması; algıladığı öteki kişiye ilişkin deneyimi kendi içine alarak kendisinin deneyimi gibi yapması, bir bakıma onun gibi olması; aynı anda kendine özgü bilişsel-duygusal çağrışımlarının da ayrımında olarak, ötekinin yaşantısını anlamaya çalışması vardır. Burada geçici bir özdeşim ya da kimilerine göre bir özdeşim denemesi söz konusudur. Klasik psikanalistler arasında ruhçözümlemenin (psikanalizin) en önemli etkileyici aracının yorum ve içgörü olduğunu ve eşduyuma fazla yer olmadığını ileri sürenler bulunsa bile, önemli bir kesimi de eşduyumu insan gelişiminin ve ruhçözümlemenin çok etkili bir aracı olarak görmekte ve uygulamaktadırlar. Özellikle, ruhçözümsel kendilik psikolojisinin kurucusu Heinz Kohut, eşduyumu bir yandan “psikanalitik gözlem yapmanın en önemli ve temel öğesi”, “bir başkasının deneyimlerini nesnel olarak anlayabilmek için bir bilgi toplama aracı” olarak görmüş; bir yandan da, kendimizden başka insanların iç deneyimlerini eşduyum yoluyla anlayabilme gücünün görme, işitme, dokunma, tat duyma, koklama algıları gibi temel bir yeti” olduğunu vurgulamıştır. Eşduyumun Gelişimi: Eşduyum yetisinin evrimsel doğası genellikle kabul edilmektedir. Hayvanlarda tehlike durumlarının özel işaretlerle birbirlerine iletilmesi, hayvanların güç durumlarda dayanışma göstermeleri, sürüler, kümeler oluşturma eğilimleri, birbirlerine öykünebilmeleri, duygusal iletişime girmeleri hayvanlarda eşduyum yetisinin bulunduğu izlenimini veren davranış türleri olarak tanımlanmıştır. Bu yeti, ayrışmış, gelişmiş bir duygusal tepki olmaktan çok, tehlike karşısında korunmacı, yaşamı sürdürücü duyguları ve iletişimleri başlatan bir tetikleme düzeneği olarak da tanımlanmaktadır. Bunun yanı sıra eşduyum, bireylerin, özellikle anne ve çocuğunun birbirine bağlanmasında önemli bir etkendir ve evrimsel anlamda sağkalımı sürdürücü bir işlev görmektedir. Eşduyumun insanlar arasındaki bağlanmayı, yakınlaşmayı, birlikteliği destekleyici işlevleri yanı sıra, humanist etik duyguların da kökenini sağladığı ileri sürülmüştür. Dinlerin, hak, hukuk anlayışının kaynağında bulunan ‘kendine yapılmasını istemediğin bir davranışı sen de başkalarına yapma’ söylemi insanın evrimsel doğasındaki eşduyumsal sürece bağlanabilir. Ayrıca, tiyatro, roman, resim gibi sanat dallarında, hem yaratıcı olabilmede, hem sanat yapıtlarını daha iyi anlayabilmede eşduyumun önemli yeri olduğu bilinir. Başka çocukların acılarını anlama ve yardım etme eğilimleri olgun eşduyum yetisinin öncüleri olarak, henüz tam ayrışmamış ve özgülleşmemiş olsa bile, çocukluğun ilk yıllarında gözlenebilmektedir. Araştırmalar yaklaşık bir yaşından başlayarak, çocukta bir başka kişinin acısını sezme davranışlarının belirdiğini tanımlamışlar ve ikinci yaşın ortalarından sonra da, bu sezinin daha belirgin olduğunu, yanı sıra yardım etme eğilimlerinin de ortaya çıkabildiğini göstermişlerdir. Bu yetinin gücü çocuğun doğal yapısına ve anne çocuk ilişkisindeki niteliğe bağlı olarak, çocuktan çocuğa değişebilmektedir. Ayrıca, çocuklardaki eşduyum yetisinin uygun sıcak bir aile ortamında uygun örnek davranışlarla, eğitimle geliştirilebildiği de gösterilmiştir. Yetişkin yaşamda da, eğitimden bağımsız olarak, kimi kişilerin başka kişilerin duygu ve düşüncelerini anlamaya, tanımaya yatkın olduklarını sıklıkla görürüz. Eşduyum ve ona ilişkin tepkilerin gelişimi için uygun çevre koşulları şöyle özetlenebilir. - Çocuğun duygusal gereksinimlerini karşılayarak onun kendi benliğini aşırı algılamasını önleyen, böylelikle başkalarının duygularını, gereksinimlerini tanımasına olanak sağlayan, - Çocuğun değişik türden duygusal tepkileri ve deneyimleri yaşamasını, bunları tanımasını, ayırt etmesini destekleyen, - Başkalarını gözlemlemesi, onlarla etkileşime girebilmesi için, çocuğu, yeterince çeşitli ortamlarda bulundurarak, onun başkalarına karşı duyarlığını, tepki verebilme yetisini pekiştiren ortamları sağlayan çevre. Kız, erkek çocuklarda eşduyum gelişimi: Eşduyum yetisinin kız çocuklarında, erkeklere oranla çok daha erken ve güçlü geliştiği kanısı, ruhbilimciler ve toplumbilimciler arasında oldukça uzun süreden beri yaygındır. Bu kanı, kız ve erkek çocuğa aile içinde verilen rol ve işlevlerle ilgili toplumbilimsel rol kuramına ve gelişimsel ruhbilimcilerin araştırmalarına dayanarak oluşmuştur. Bu konuda yapılan araştırmaların sonuçları tartışmalı olsa bile, bunların çoğu, eşduyum yetisinin kızlarda erkek çocuklara oranla daha güçlü olduğunu desteklemektedir. Bu farkın ne denli temel biyolojik özelliklere, ne denli toplumda kız ve erkek çocuklara verilen işlevsel rol farklılıklarına bağlı olduğu henüz açıklanmamıştır. Ancak, şu da araştırmalarla gösterilmiştir ki, eşduyum yetisi büyük oranda ergenlik çağına dek önemli değişiklikler, gelişmeler gösterebilmektedir. Bu da çocuğun kalıtsal yapısına, ailenin tutumlarına, aile içinde verilen rol işlevlerine, kötü muamele ya da yoksunluk durumlarının olup olmamasına göre değişebilmektedir. Eşduyum yetisinin çocukluğun ilk dönemlerinde geliştiğine ilişkin araştırmalar olduğunu belirtmiştim. Daha önce açıkladığım gibi, eşduyum insanın doğasında kuşaktan kuşağa geçen evrimsel bir yeti olsa bile, bu yetinin, çocukluğun ilk dönemlerinde ana baba tutumları ile gelişebildiği ya da kısır kaldığı bilinmektedir. Daha ön de belirttiğim gibi, kız-erkek farklılıkları üzerinde yapılan gelişimsel araştırmalarda, erkek çocukların başkalarının acılarını daha az algılayabildikleri, paylaşabildikleri; başka çocuklara bakım vermeye yönelik davranışları daha az gösterdiklerine ilişkin yayınlar vardır. Bu verilere ve elli yıllık klinik izlenimlerime, toplumsal çocuk yetiştirme üzerinde yaptığım gözlemlerime dayanarak bir açıklama getirmek istiyorum. Toplumumuzda, erkek çocuk göreli olarak, daha çok kendi gereksinimlerini algılamaya ve bunları dışa vurabilmeye yatkın, dolayısıyla da kıza yönelik eşduyum yetisinden eksik ya da yoksun yetişmektedir. Yani erkek, kadının yerine kendini koyarak kadının duygularını, düşüncelerini, gereksinimlerini ve bunlara dayalı davranışları algılamakta, anlamakta göreli olarak yetersiz kalmaktadır. Kız çocuk ise, göreli olarak karşısındakilerin, özellikle erkeklerin gereksinimlerini algılamaya, erkeğe hizmet etmeye, ona boyun eğmeye yönelik yetişmektedir. Ancak, kız çocuklar da, gene göreli olarak, kendi duygu, düşünce ve gereksinimlerini sözlü ya da sözsüz olarak dışa vurma davranışlarında daha çekingen yetiştirilmektedir. Eşduyum, erken çocukluk çağında gözlenebilen ve eğitimle, uygun örnek davranışlarla geliştirilebilen ya da uygunsuz koşullarda eksilen ya da sönen bir yeti olduğuna göre, Anadolu toplumunda erkek ve kız çocukların yetiştirilme biçimlerini bu bakımdan incelemek gerekir. Erkeklerin egemen olduğu bir toplumda erkekteki ben-merkezcilik doğal görülebilir. Erkek çocuğa daha çok değer vermenin altında birçok sosyal, ekonomik, psikolojik etken yatabilir. Ben, bu etkenler arasında, annenin özel bir durumuna değinerek, erkek çocukla kız çocuğu yetiştirme, onlara bakım verme arasındaki ayrımcı tutumları ele almak istiyorum. Evli çiftlerden öykü aldığımda, sıklıkla erkeğin annesinin özel durumu dikkatimi çekiyor. Geleneksel toplumdan eğitimli, çağdaş toplum kesimlerine doğru giderek azalan oranlarda, bu gözlemlerimin bütün aileler için olmasa bile, önemli bir çoğunluğu için geçerli olabileceğini düşünüyorum. Anne, eşduyumdan yoksun bir koca ile mutluluk umudunu yitirmiş bir kadındır. Çaresizlik içinde, bu umudu oğluna yüklemektedir ve ona yaşamında özel bir yer vermektedir. Bir gün gelecek, oğlu büyüyecek, onun uygun gördüğü bir kızla evlenecek, oğlu ve gelini ona yitirdiği, daha doğrusu bulamadığı mutluluğu sağlayacak. Anaların oğullarını ayrıcalıklı yetiştirmeleriyle ilgili olduğunu düşündüğüm, kuşaklar boyunca süren bu ütopyaya dayalı olarak, annenin oğluna verdiği bakıma ilişkin çok örnek gösterilebilir. Oğulların yetişkin yaşamında anaların bu ütopik beklentilerini doğrulayan örnekleri kaynana davranışlarında bulabiliriz. Özellikle geleneksel, yarı geleneksel ailede yetişmiş erkek çocuğun, evlenince, eşinden çok annesini tutması, onu hoşnut etmek için eşinin kırılmasına aldırmaması gibi örnekleri hepimiz ailece başvuran hastalarımızda, günlük yaşamda karşılaştığımız olağan ilişkilerde de görebiliriz. Balayına çıkan bir çiftin yanlarında giden ve otelde, yeni evli çiftten ayrı bir odada kalamayan oğlan annesi bilirim. Annenin sağladığı ayrıcalıklı özel yer ve bakım, erkek çocuğun kendi benliğini ve gereksinimlerini daha güçlü biçimde algılamasına, doyurulma gecikince de gereksinimlerin hemen dışa vurumuna yol açması doğal bir sonuçtur. Böylece, ben-merkezci erkek çocuğun, gereksinimlerini anne ya da anne yerine geçen kişilere güçlü biçimde iletme eğilimini geliştirmesi beklenir. Erken çocukluk çağındaki çocuk ben-merkezciliğinin, özseverliğinin (narsisizm) ve büyüklenme duygusunun pekiştirilmesi için bu tür bir çocuk yetiştirme düzeni uygun ortam olacaktır. Toplumda erkek çocuğa sağlanan statünün önemli bir yanı da, psikanalitik kuramdaki “fallusun üstünlüğü” (primacy of the phallus) ilkesi ile ilgilidir. Bu ilkeye göre, Oedipal dönemde, yani 3-6 yaşları arasındaki çocuğun zihninde fallusa (psikanalitik dilde erkek cinsel organı, penis) aşırı önem ve değer verilmekte, erkek çocuk bu nedenle kendisini daha üstün görmektedir. Bu üstünlük duygusunu pekiştiren birçok toplumsal tutumları burada sıralamayı gereksiz buluyorum. Anadolu toplumunda, Oedipal (**) duyguların ve erkek çocukta iğdiş edilme korkularının en yoğun olduğu bir dönemde, çocuklara çoğunlukla anestezisiz yapılan sünnet olayı ve bu olayın çevresindeki törenler, ödüller, erkek çocuğa gösterilen aşırı özen, hem erkek hem kız çocukta fallusun üstünlüğü ilkesini kanıtlayan ve pekiştiren etkenlerden biridir. Bu durumu, erkek çocuktaki ben merkezciliği ve abartılmış özdeğer duygusunu besleyen önemli bir yaşam deneyimi olarak görebiliriz. Bu yetişme koşulları altında, erkeğin kadına eşduyumla yaklaşabilmesi için zorunlu olan kısa süreli, geçici özdeşim yapabilmesi çok zordur. Çünkü, geçici de olsa, böyle bir özdeşim ben-merkezciliğin, büyüklenmeci duygunun ve penis üstünlüğü ilkesinin bırakılması anlamına gelecektir. Bir başka deyişle, erkeğin, kısa süreli de olsa, erkek kimliğini bırakması gerekecektir. Erkek egemen bir toplumda böyle bir bırakma, bir yandan erkeğin çocuksu üstünlük duygusunu, özseverliğini, bir yandan da kırılgan erkek kimliğini tehdit edici olacaktır. Bu koşullarda yetişen erkek, artık istemeyi ve verilmeyi doğal hakkı olarak görmektedir. Kız çocuğun erkeğe imrenmesini, erkeğin (fallusun) üstünlüğünü kabullenmesini ve suskunluğunu, benim de hakkım var, ben de istiyorum diyememesini de, bu tür bir yetiştirme biçimine bağlayabiliriz. Eşduyum bağlamında, gördüğüm kadarı ile, üzerinde hemen hiç durulmamış bir konu da şudur: Eşduyum yetisinin gelişebilmesi için çocukta, daha çok Oedipal dönemde temelleri atılan, sorma-bilme dürtüsünün (tecessüs, merak, curiosity) gelişmesi gerekir. Bir başka kişinin duygularını anlamaya çalışmak bir miktar merak, sorma-bilme duygusu gerektirir. Oedipal dönemde bir yanda erkek çocukta fallusun üstünlüğü duygusu pekiştirilirken, bir yandan da değişik korkutmalar ve sindirmelerle onun özerk, özgür girişim duygusu ve sorma-bilme tutkusu çok başarılı biçimde söndürülmektedir. Bu karmaşık süreçte, eşduyum yetisi de kendi payına düşen sönmeyi yaşamaktadır. Erkek ve kadının tanımladığım bu gelişme serüveninde oluşan eşduyum dengesizliğinin kökenlerini açıklamaya çalıştım. Ülkemizde kadın erkek eşitsizliğinin temelleri arasında dinsel nedenler kadar, bu tür çocuk yetiştirme süreçlerine de bakmak gerektiğini düşünüyorum. Kanımca, din burada önceden belirlenmiş bir amaç doğrultusunda güçlü bir destek olarak kullanılmakta ve kuşaklar boyunca erkek egemenliğinin temeli olarak sunulmaktadır. Bir başka deyişle din, erkek egemenliğini, erkek egemenliği de dinsel yaptırımları güçlendirmektedir. Karşısındakine eşduyumla yaklaşamayan kişinin eşitlik duygusunu yakalamasının çok güç olacağını düşünüyorum. Bu yazımda eşduyumun tanımı, insan ilişkilerinde eşduyumun önemi, gelişmesi, toplumumuzda erkek kız eşitsizliğine bağlı olan eşduyum dengesizliğini ve bunun kökenlerini tartışmaya çalıştım. Günlük yaşamın içinde sık karşılaşılan tipik Anadolu ailesi öykülerinden örnekler seçerek işlemek istediğim konuya açıklık getirmeye çalıştım. Anadolu’daki yaygın kadın erkek eşitsizliğine ve erkekteki eşduyum eksikliğine bağlı çilesine ne denli eğilsek azdır. Ruhsağaltımla (psikoterapi) uğraşan kişilerin, ruhbilimcilerin, toplumbilimcilerin, eğitimbilimcilerin olağan insan ilişkilerindeki eşduyum süreciyle daha çok ilgilenmelerinin gereğini vurgulamak isterim.
II.Olgu:
YorumlarHenüz Yorum Yazılmamış Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|