|
|
Benim Ankara'm +Kategori: Yaşam | 2 Yorum | 13 Ağustos 2009 01:47:48 Bahar Pastanesi, Meşrutiyet Caddesi ile Karanfil Sokağın kesiştiği köşedeydi. Hasan Usta'nın dükkanı ise Meşrutiyet Caddesi ile Konur Sokağın köşesinde. Hasan Usta, Neşe teyzelerin kiracısı. Her yemeği bir trajediye dönüştüren kardeşimin ise korkulu rüyası.
Hasan Usta ne zaman bir onarım için bize uğrasa, annem hemen o anda yazdığı oyunu sahneye koyar ve 'Yok Hasan Ustası yok, kızım çok güzel yiyor yemeklerini artık' derdi. Hasan Usta da bu oyunda bir rol kapmanın heyecanı içinde hemen kendi repliğine atlardı. 'Hımmm Aferin ona. Etlerini de bitiriyor değil mi?' Bana kalırsa Hasan Usta çok sevimli bir adamdı. Hele kaşlarını çatıp sesini kalınlaştırmaya çalıştıkca çok da komik oluyordu. Çiğdem ondan neden korkardı hiç anlamazdım. O zamanlar Çiğdem 3 ben ise 9 yaşlarındaydım. Konur Sokak 8 numara iki katlı şipşirin bir apartman o zamanlar. 12 28 24 telefonlu. Hayatımda gördüğüm en güzel siyahi kadın Suat Teyze hemen karşımızdaki dairede oturuyor, Hava Kuvvetleri'nde görevli. Asuman Teyze'nin ise iki oğlu var Erhan ile Korhan. Onlar küçük daha. Semahat Teyze'nin de iki oğlu var Tanıl Ağabey ile Tarık Ağabey. Tanıl Ağabey atom mühendisi, Tarık Ağabey ise henüz tıpda öğrenci. Saadet Teyze, emekli diplomat eşi Şahap Amca ile Suat Teyze'nin hemen altındaki katta yaşıyor. Apartmanımızın küçük bir ön bahçesi ancak kocamaaan bir arka bahçesi var. Her kış orada kardeşim ile kardan kadın yapıyoruz. İçme suyumuzu Sucu Emir getiriyor. Cam damacasının kurşun mühürünü özenle söküyor, sonra da Kavacık Menba Suyunu boca ediyor topraktan yapılmış, toprak renkli küpümüzün içine. Ancak gün gelecek, genel naylonlaşmadan Sucu Emir'in damacanaları da paylarını alacak ve yerlerini bu günkü plastik su bidonlarına bırakacaklar, ama daha o zamanlar biz bunu bilmiyoruz. Bu arada ben Halk Evleri'nin açtığı tiyatro kurslarına devam ediyorum hafta sonları. İlk oyunumuz "Mösyö Topaz" benim oyundaki görevim sınıfın en yaramaz öğrencisini oynamak. Hiç de zorlanmıyorum yaramaz çocuğu oynamakta nedense. Yönetmenimiz Sönmez Atasoy. Bu günün usta oyuncusu Fadik Sevin Atasoy'un babası. Ama o zamanlar onun da Fadik'den haberi yok tabii. İlkokulda 'Party' lerimiz değil, "okul çaylarımız" olmakta. İşte o günler en güzel tafta elbisemin içine en kabarık jiponumu giyip, en kolalı kurdelelerimi takarak arz-ı endam ediyorum okul çaylarında. Çaylar okulumuzun konferans salonunda veriliyor ve müzikle birlikte başlıyoruz twist yapmaya. Hem de hiç durmamacasına. Kulaklarımız giderek hızlanan 'Abidik Gubidik tüvist'le doluyor hatta nefes nefese şarkıya eşlik bile ediyoruz. İnanılmaz seviyoruz bu komik şarkıyı. Taksim'de var bir durak Durak da bir kadillak Kadillak da bir manyak Tüvist yap abi dalgana baaaaak Tüviste gel Abidik gubidik tüvist tüvist Lap lap lubalaba tüvist tüvist...İşte böyle sonsuza kadar uzayıp giden bir şarkı idi rahmetli Öztürk Serengil'in seslendirdiği Abidik Gubidik Tüvist. Nur orta okuldan arkadaşım. Su gibi güzel bir kız. Upuzun kumral saçlar, selvi gibi bir boy, muhteşem bir yüz. Sınıfımızda erkek arkadaşı olan tek kız arkadaşımız da o zaten. Erkek arkadaşını, her okul çıkışı mutlaka kapıda Nur'u bekler buluyoruz. Laf aramızda nasıl özeniyoruz Nur'a çıktığı çocuk gitar çalıyor diye. O zamanlar Kayahan Dedeman Oteli'nin Roof'unda program yapıyor. Sonra evlendiler. Bir de kızları oldu. Gerisini biliyorsunuz zaten. Kayahan şimdi bir başkası ile evli. Yine bir kızı oldu. Aşağı yukarı aynı yıllarda, okulumuza gösteri için bir pandomim sanatçısı gelecekti ve ben gördüklerimden o kadar etkilenecektim ki, 2001 yılında Sydney'e tek bir gösteri için gelen Marcel Morceau'yu paramın yettiği en ön sıradan neredeyse trans halinde izliyecektim. Mamak Belediyesi neredeydi? Hatta öyle bir belediye de var mıydı bilemiyeceğim ama kesinlikle bugün işgal ettiği Cebeci Dört Yol'daki o canım Konservatuvar binasında değildi. Ama ben oradaydım. Mr ve Mrs Kemp'in ondan önce de Angela Baiyle'nin öğrencisi olarak. Ritmik öğretmenim Greta Gelmartick, Solfej öğretmenlerim ise Muzaffer Arkan ve İlhan Baran. Piyanoya da Tülin Abla gelirdi. Ha bir de Remziye Hanım vardı, tercümanımız. Mrs Kemp bize kızdıkça çağırırdı Remziye Hanım'ı ve "Remziye darling..." diye diye Türkçeye çevirtirdi öfkesini. Sanırım bütünüyle bu yüzden seçtim Fransızcayı. Konservatuardaki ilk Fransızca öğretmenim sevgili Nermin Güneş, sevgili Turan Güneş'in sevgili eşi. Şu bir zamanlar tatile çıkan Ayşe'nin annesi hani. Burada kocaman bir parantez açıyorum. Bu gün o inanılmaz tarihi binanın muhteşem döner sahnesinde nikahlar kıyılıyor. Piyano odalarına da zabıtaları oturtmuşlardır garanti. Hayır zabıtalara elbette karşı değilim, gelinlerle damatlara da, ama bu işler için en uygun bina konservatuarmıydı? Bence bu olay cumhuriyet devrimlerine ihanetin en önemli köşe taşlarından birini belki de birincisini oluşturmuştur. O gün buna karşı çıkmış, en azından Ankara'lılar olarak bir ciddi duruş sergilemiş olsa idik; bu gün, bu iktidarın bir önceki Milli Eğitim Bakanı da Konservatuarları kapatma gibi dahiyane (!) bir fikri akıl edemiyebilirdi. Parantezi kapatıyorum. İstemi Betil, Tiyatro Bölümü öğrencisi o zamanlar. Tıpkı siyah beyaz televizyonun ilk "Yaşar Yaşamaz" ı Mehmet Keskinoğlu gibi. Ya da Arsen Göze, Can Gürzap ve Rüştü Asyalı gibi. Ancak İstemi ağabeyin bir özelliği var, o ayni zamanda okul takımımız Mamacılar'ın da en gözde santraforu. Orhan Sezener'in kızı Şule Sezener, Mithat Akaltan ın oğlu Murat Akaltan, Semih Sergen'in yeğeni Ümit Karabel hep okuldan arkadaşlarım. En samimi arkadaşım ise Hayriye Öznur Kutkan. Hayriye Adana'lı. Çok ama çok güzel bir kız. Babasını kaybetmiş, bir yoksul anacağı var. Ebe. Murat hariç hepimiz bale bölümündeyiz. Bu arada yatılı bir konservatuvar öğrencisi olarak adıma bağlanan bir maaşım bile var. Ayda 10 Lira. Nereden baksanız 50 kuruştan tam 20 gofret parası. Gofretlerin yaldızlı kağıtları olmazdı, ben de ne zaman yaldız kağıtlı bir parmak çukulata alsam, ki hiç sevmezdim, yemezdim daha doğrusu. Onun o yaldızdan kağıdını inanılmaz bir dikkatle açar tırnağımla buruşuklarını düzeltir, bir defterin sayfaları arasında özenle saklardım. Kardeşim de aynen öyle yapardı. Yalnız çukulatanın değil hiç bir şeyin yaldızını ziyan etmezdik, atılmış az sigara paketi toplamadık yerlerden yaldızlı kağıtlarını almak için. Bunları biriktirir yeterli sayıya ulaştığında da doğru Sedat Amcam'a götürürdük. Sedat Amcam, bir dünya tatlısı adam. Karayolları Genel Müdürlüğü'nün Trafik Fen Heyeti Müdürü. Bizden aldığı bu kağıtları o da iş yerine götürürdü. Orada bir koca sandık vardı, içinde de çoğalmak için bekleyen bir dolu kalaylı yani yaldızlı kağıt. O koca sandık dolduğunda o kağıtları kilo hesabı ile sanırım kalaycılara satarlar, gelen para ile de yoksul çocukları okuturlardı Karayolcular. Büklüm Sokak da bana her yıl birbirinden güzel ısmarlama at çizmeleri yapan 'Altın Çekiç'. Büklüm'ün sonunda Mrs Fenmen'in Bale Okulu, Demirtepe'de "Kırmızı Pabuçlar". Maltepe'de Yükseliş Koleji. Sahibi Süleyman Demirel'in hacı olan kardeşi, hani şu ünlü Yahya'nın babası.70'lerin ilk yarısı, Yükseliş'in tavan yaptığı yıllar . Doğan Canku'nun müzik, Cahit Külebi ve Ümit Yaşar'ın edebiyat derslerimize konuk oldugu günler. Okulun içinde İnci Öğretmenim, dışında 'Kuğu Pastanesi', karşısında 'Şölen',arkasında un fabrikaları. Tıpkı Nokta Durağındaki havagazı deposu gibi bir gün teker teker hepsi uçup gittiler. Ulus Rüzgarlı Sokak da Doğuş Matbaası var. Sahibi ressam Ferit Apa. O da babamın eski arkadaşlarından. Oğlu Sinan çocukluk arkadaşım. Kendi deyimiyle ancak atları ile itleri ile yaşayabilen bir arkadaş. Sinan'ın muhteşem bir Dobermanı var, adı Fanor. O dönemler Turan Emeksiz Sokak'da "Çınar Apartmanı"nda oturuyoruz. Apartmanımızın mimarı Ankara'nın efsanevi Belediye Başkanı Vedat Dalokay. Hemen iki bina altımızda Reşat ve Vedat kardeşlerin ünlü restoranı "RV". En üst kat komşumuz Türkkaya Ataöv. Ataöv'ün yıllar sonra Datça'dan Symi (Sönbeki) adasına birlikte yüzeceğim kızı ise o zamanlar henüz 3-5 yaşlarında. Hemen üstümüzdeki katta ise, ayni zamanda sınıf arkadaşlarım da olan Tomris ve Tolunay yani ikizler. Tomris'ler beş kız kardeş. Filiz Abla en büyükleri. Evli , iki de kızı var Ayşen ile Almula. Nur Abla ise daha çok Amerika'da yaşıyor. Aliye ya da namı diğer Aliş Ankara Koleji son sınıf öğrencisi. Sevgilisinin adı Tolga. Babaları Adalet Partisi'nin Samsun Senatörü Dr. Fethi Tevetoğlu. Çok sert görünüşlü bir adam, kızların hepsi de ondan çok çekiniyorlar. Oysa anneleri Gülcan Teyze nasıl şeker gibi bir kadın. Nasıl güzel, nasıl duru anlatılır gibi değil. Babaanneme göre ise ideal baba tipi Fethi Bey, hep babama onu örnek gösteriyor. Bizim evde demokrasi fazla ya. Babamın kızlarla aramızdaki adı "Roger". O zamanlar Demirtepe'de, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üstünde hala aynı yerde durmakta olan "Uğur Apartmanı"nda "Kur Film" adında bir şirketi var babamın. Reklam filmleri ve belgeseller çekiyor büyük bankalar için. Bu "Roger" de Roger Vadime'den geliyor zaten. Tarkan ünlü değil daha o zamanlar. O Dünyanın en güzel gözlü en güzel yüzlü 5 yaşındaki bebeği henüz. Türkiye'ye tatile geldiklerinde kapanın elinde kalıyor. Tarkan, kızların amcalarının torunu. Tarkan dedim de, o günlerin Tarkan'ı Erol Büyükburç. Büyük Sinemadaki konserleri hiç kaçırılmıyor. Devir, Erol Büyükburç'un 'Kulun olayım ben/Kölen olayım ben...' diye yırtınırken, Ajda'nın yalnızca üç kelime ile onu yanıtlama devri 'Palavra Palavra Palaaavra...' "Orhan Boran ve Yuki" radyoda dinleyici rekorları kırmakta. Orhan Boran'ın bir çocuğu Yuki ise, diğeri Arzu. Arzu da Yükseliş'den arkadaşımız. Her cumartesi sabahı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın konseri var Opera binasında. Ve biz her cumartesi sabahı saat 10 da oradayız. Okula devamsızlık var, Senfoni'ye yok. Dönem, insanların senfoni dinlemek için koltuk bulamayıp, koridorlarda yerlere yayıldığı yıllar. Ankara'nın iki de güzel yüzme havuzu var yine o yıllarda. "Marmara" ve "Karadeniz". Onlar da tıpkı, bu gün Çiftlikteki Gazi Ordu Evi'ne dönüşen, mezuniyet balolarımızın vazgeçilmezi Marmara Oteli gibi gerçekten de dönemlerini tamamladıkları için mi yok oldular dersiniz? Acaba mı? Bence de. Bu gün inanması güç de olsa, o günlerin Ankara'sını sonlandırmak olası değil. Ama bir yerde de noktayı koymak gerekiyor. Oldu ben noktayı burada koyayım o zaman. Ancak yine de hiç belli olmaz, birgün o noktayı, noktalı virgüle çevirmiş ve yine kendimi sizlere Ankara'yı anlatırken de bulabilirim. Kim bilir? Şule Sencer Töreci Hobart, Ağustos 2009
YorumlarHayriye Oznur Kutkan
{ 13 Eylül 2009 14:16:19 }
Sevgili Sule
bugun seni facebooktan bulacagim dunyada aklima gelmezdi. Hemde ayni gun sesini duymak ve yazdigin yazida beni hatirlaman ve benim bunu bugun okuyabilmem sanki bir mucize. Ben buna gonul birligi ve can dostlugu diyorum. Cok guzel yazmissin. Yazacak cok sey var. Devam etmeni istiyorum. Canim arkadasim hosca kal. Sevgiyle kal.. nihat ziyalan
{ 13 Ağustos 2009 11:09:25 }
Sevgili Şule,
Diğer Sayfalar: 1. Çin gezisini kısa kestin. Oradan bir kitaplık yazı bekliyordum. Umarım Ankara yazıları sürer. Çünkü çoktandır böyle keyifli yazı okumadım. eline sağlık. Sürdür lütfen. Sydney''''''''den dostlukla. nihat
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|