|
|
Nüfuz CasuslarıKategori: Ayorum Güncel | 1 Yorum | Yazan: Tayfun Şahin | 10 Ağustos 2009 04:12:28 Türk siyasetinin başdöndürücü gündeminde en ilginç noktalardan birisi, 'uzman bolluğu' galiba. Ancak bahsettiğim 'uzmanlık' hemen her Türk erkeğinin kendisini 'Rıdvan Dilmen' kadar futbol üstadı olarak görmesi gibi bir naifliği içermiyor, tam aksine ünvanlı, etiketli, ödüllü bir uzmanlık söz konusu cari durumda.
Adının önünde Profesör ünvanı olandan tutun, 40 yıllık köşe yazarı etiketine kadar pek çok uzmanımız(!) var. Bunun yanında taraftar bulması kısa vadede kolay olmayan görüşlerin pazarlanması ihtiyacı hasıl olduğunda da ortaya çıkan uzmanlarımız var. Bunlar ‘mantar’ misali bir anda fışkırıveriyorlar biryerlerden. İlk kez televizyonda ya da gazetede rastladığımız bu vatandaşların neden seçildiğini elbette bizim bilmemiz mümkün görünmüyor ama cevap arayan değerli insanlardan birisi, Necip Hablemitoğlu, konuyu aydınlatacak bir yazılı miras bırakmış bizlere. ‘Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu’ isimli çalışmasında bakın neler yazmış Hablemitoğlu: “Küreselleşme sürecine uyum sağlamak isteyen ulusal-uluslararası düzeydeki kurumların pekçoğu kabuk değiştiriyor. Hiç şüphesiz değişen bu kurumların başında da istihbarat örgütleri geliyor. Değişen tanımlar ve kavramlara koşut olarak, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri artık nostaljik 007 kalıplarından oldukça uzaklarda. Örneğin, dünya üzerindeki her türlü kitle iletişimini kontrol eden "Echolon Ağı", uzaydan her türlü görüntüyü sağlayan uydu sistemleri, klasik casusların tüm işlevini fazlasıyla üstlenmiş durumda. Sanayi casusluğu hâlâ önemini korurken, istihbarat terminolojisinde yeni kavramlar, konseptler ön plana çıkmakta: "Sosyal-Ekonomik-Siyasal-Dinsel-Kültürel İstihbarat" kavramları gibi. İstihbarat ve Karşı İstihbarat Servisleri, gelişmiş ülkelerde eskiden olduğu gibi tam bir gizlilik içinde işlerini yürüten kurumlar değil artık. Şimdilerde, Dışişleri, İçişleri, Ekonomi-Maliye, Adalet Bakanlıkları, Kızılhaç, özel servis veren pilot üniversiteler, enstitüler, vakıflar, özel misyonu olan kardinaller, piskoposlar, hahamlar ve tüm misyoner örgütleri, yurtdışında yatırım yapan şirketler, yurtdışında temsilciliği olan medya kuruluşları ve haber ajansları ile de -gerektikçe- içiçe çalışılıyor. İstihbarat servislerinin rolü, koordinasyon, finansman, lojistik destek ve yönlendirme ile sınırlı. Artık hedef ülkelerde özellikle istihbarat-ajitasyon faaliyetlerinde deşifre olma riskine girilmiyor; bu iş genellikle doğrudan yada dolaylı olarak servisle ilişkili yerli işbirlikçilere, taşeronlara sipariş ediliyor. İşte literatürde bu yerli işbirlikçilere-taşeronlara "etki ajanları", "yönlendirici ajanlar" ya da kapsamlı bir deyişle "nüfuz casusları" deniliyor. Halk deyimi ile "maşa" olarak da nitelendirebileceğimiz bu etki ajanlarının farklı işlevleri bulunuyor: Kimi, politikacı, kimi gazeteci , kimi akademisyen, kimi diplomat, kimi hukukçu, kimi tarikat-cemaat şeyhi, kimi de yüksek bürokrat ya da işadamı olarak, önce madden-manen bağlı oldukları, aidiyet duygusunu ve güvencesini hissettikleri ülke adına tüm yetkilerini kullanıyorlar. Bu bazen, devlet politikasının güdümlü olarak saptırılması; bazen, halkın din ve ırk duygularına bağlı olarak kin ve husumete sevkedilmesi; bazen, uluslararası ihalelerde devlet çıkarlarının gözardı edilerek bağlı ülke şirketlerinin tercih edilmesi; bazen tahkim örneğinde olduğu gibi çağcıl kapitilasyonların geri gelmesi amacına uygun olarak gerçekdışı bilgilerle kamuoyunun aldatılması; bazen, Türkiye'nin en zengin işadamlarından birinin tüm mesaisini -Diyanet İşleri Başkanlığına değil- Fener Rum Patrikhanesi'ne hizmete hasretmesi ya da fethullahçıların Papa, Fener Rum Patriği ve Batı kökenli hristiyan misyonerlerle halvete girmesi; bazen, kendi halkının can güvenliğinin hiçe sayılarak Bergama'da olduğu gibi şaibeli şirketlerden yana tavır konulması ya da nükleer enerji ihalelerinin sonlandırılmasına karşın sözleşmede olmadığı halde halkın kıt kaynaklarını taraf yabancı şirketlere tazminat olarak aktarılmasının önerilmesi; bazen AB örneğinde olduğu gibi, "Kopenhag Kriterleri, TC Anayasası'nın üstündedir" gibi söylemlerle ulus-devletin sona erdiğinin, egemenlik-bağımsızlık-ulusal onur-ulusçuluk gibi kavramların modasının geçtiğinin vurgulanması; şeriatçılara ve bölücülere sınırsız ve koşulsuz özgürlük isteminde bulunularak bunun "demokratlık" olarak lanse edilmesi; bazen hizbullahçılar gibi kanlı örgütlere yıllar boyu gözyumulması ya da her türlü organize suç örgütü ile çıkar ilişkisi içinde bulunulması; bazen Kaddafi'nin bile önünde onursuzca boyun eğilmesi; bazen ABD Başkanı ile el-göz temasında bulunulmasının bile onurmuşçasına reklam konusu edilmesi; bazen ilgili devlet büyükelçisinin önünde bile bir Türk siyasi liderinin el-pençe divan durması; bazen Türk Dünyasındaki Türkiye'nin çıkarlarının örneğin fethullahçılar eliyle ABD'ne devredilmesine seyirci kalınması ya da Kuzey Irak'da, Kosova'da, Karabağ'da, Doğu Türkistan'da olduğu gibi soydaşlarımızın insani haklarına bile sahip çıkılmaması; bazen Türkiye'nin etnik-dinsel haritasının ya da aile yapısının ortaya konulmasını öngören dış kaynaklı projelerle en mahrem bilgilerimizin bilimsel çalışma adı altında ilgili ülke istihbarat servislerine aktarılması ve daha pekçok, binlerce, onbinlerce onursuz işbirliği örneği!.. “ Nüfuz Casusluğu kavramını açıklayan Hablemitoğlu, ‘maşa’ diye adlandırılan bu tarz insanları da 3 grupta değerlendirmiş: “Öncelikle kullanılan ajanları üç ana grupta toplamak gerekir: "Profesyoneller", "Satınalınabilir Aydınlar" ve de "Sempatizanlar" (amatör muhipler). Profesyoneller yurtiçinden ya da yurtdışında yaşayanlar arasından seçilir ve bilahare kendi ülkelerinde özel eğitime tabi tutulur. "Satınalınabilir Aydınlar" özellikle ulus-devlete geçiş aşamasının sancısını çeken toplumlarda, özellikle de Üçüncü Dünya Ülkelerinde en çok rastlanılan metadırlar, borsa değerleri vardır; özellikle medyada, bürokraside ve siyaset sahnesinde boy gösterirler. Örneğin, "yönlendirici ajan" statüsünde etkili bir gazeteciye ya da medya patronuna sahipseniz, yüzbinlerce okuyucuyu ve siyasal iktidarı doğrudan etkileyecek bir silâha da kavuşmuş olursunuz. Keza, bir tarikat-cemaat şeyhini satın almışsanız, yüzbinlerce müridini de "yularından tutma" ve de gelecekte güdümünüzde bir halk hareketi başlatma gücüne sahip olursunuz. "Sempatizanlar" ise hedef ülkelere yoğun biçimde yönlendirilen kültürel emperyalizmin kesintisiz silahı olan kitle iletişim, eğlence ve eğitim araçlarından (sinema, müzik, moda, internet, televizyon vb.) olumsuz biçimde etkilenen tüketicilerdir.” Görüleceği üzere Hablemitoğlu, benim gibi kafası karışıklara aydınlık bir dille cevaplar bırakmış. Benim en çok sevdiğim tanım ‘Satınalınabilir Aydınlar’ oldu. Böylece her yanı saran “uzman” bolluğunun sebebini de biraz olsun anlama firsatı buldum. Hele hele, Bush döneminde açığa çıkan ‘Satın alınmış gazeteciler’ konusu ile Pentagon’un maaşa bağladığı gazeteciler skandallarını da düşününce konu daha da netleşiyor zihnimde. Meseleye bu açıdan bakınca Türkiye’den örnekler de akla geliyor ister istemez. Örneğin çok meşhur bir ‘ikinci cumhuriyetçi’ köşe yazarının Barzani ve Talabani sevgisinin ardından Kuzey Irak’ta aldığı ‘ihaleler’ çıkabiliyor. Başka bir gazetecinin Amerika’da okuyan oğulcuğu, bir başkasının AB’den aldığı paralar, ötekinin çocuklarının ‘çokuluslu şirketlerde’ çalışmaları vs. Olaylar bunlarla sınırlı değil elbette. Hangi taşı kaldırsanız ardından benzer şeyler çıkıyor. ‘Özelleştirme’ çığırtkanlıklarının arkasından, AB konusundaki ‘teslimiyetçiliğe; Kıbrıs konusunda ‘Ver Kurtulculuktan!’ , Ermenistan konusuna ve tabi Kürt Sorununa kadar hemen her yerde onlardan birileri var. Bu keşmekeş arasında savrulan halkımız da zaman zaman düşebiliyor onların tuzaklarına. ‘Sınırsız Özellestirme’ destekçisi olan bir memur, göremiyor özelleştirmenin ‘Kürt Sorunuyla’ olan doğrudan ilişkisini. Ya da ‘demokratlık’ diye kendisine pazarlanan ‘garipliklere’ inanan bir üniversite öğrencisi kaçırabiliyor ‘gizlenen projeleri’. Ama en azından Hablemitoğlu gibi, Uğur Mumcu gibi, Bahriye Ücok gibi ‘Satınalınamayan’ ‘Gerçek Aydınlar’ yaşadı bu memlekette ve belki de onların sayesinde ‘savaşabiliyor’ bir avuç vatansever ‘işbirlikçilerle’.
Yorumlarphoenix
{ 11 Ağustos 2009 14:07:54 }
başbakanın da rakı şişeleri ile tv kanallarında ne büyük nutuklar attığına birçok kez türk halkı şahit oldu.başbakan karşısına rakı şişelerini oturtup istediği soruları sormalarını sağlatıyor sonra da bir yetmişlik içmiş gibi kendinden geçerek yanıt veriliyor.işte ben bu satın alınabilen aydın ve gazeteci kitlesinden başbakanla görüşebilenlere rakı şişesi diyorum.sizce de haksız mıyım?bir yetmişlik rakı ile sohbet etmeye başlayıp ondan da yudumlamaya başladığımızda dünya,türkiye tozpembe gelmez mi?işte bu başbakanla tv programı yapan yazarların o zaman rakı kadar başbakan ve halk üzerinde etkili olduğu geçersiz bir görüş müdür?örnek rakı şişeleri:ahmet barlas,fikri akyüz,nazlı ılıcak,memet metiner,mehmet altan...vs. rakı şişelerinin çoğalışı sizinde takdir edeceğiniz gibi tekelin alkol bölümünün özelleşmesi ile birlikte markalaşma ve serbest rekabetle önemli artışlara gitmiştir.akp döneminde hep rakı markaları arttı hem de rakı şişesi kıvamında yazar sayısı...bu rakı şişelerinin padişahım çok yaşa demedikleri kaldı sanırım sona doğru onu da görürüz...
Diğer Sayfalar: 1.
Yorum Yazın
|
| Tüm Yazarlar |
|